Eserleriyle Ölümsüzleşenler, Yaşayan Ölüleri Çileden Çıkarıyor!
Yaşayan ölüler ölümsüzlere saldırıyor!
Yaşayan ölüler Yılmaz Güney’e yönelik bir saldırı kampanyası başlattı.
Bugün bedenen aramızda oldukları halde esasen birer ölü olanlar, bedenen öldükleri halde eserleriyle yaşayanları öldürmek için çırpınıp duruyorlar. Yılmaz Güney’e yönelik saldırı kampanyasının esas amacı da böyle özetlenebilir.
Saldırı kampanyasıyla burjuvazinin esas olarak neyi hedeflediğinin iyi kavranması açısından neden, niçin, nasıl soruları eşliğinde perdeyi biraz aralamak gerekiyor.
O halde, ilk önce bu kampanyayla yapılmak istenen nedir? Buna bir bakalım.
Yapılmak istenen şudur: 9 Eylül 1984’te ölmüş olan, bugün bedenen aramızda olmayan, fakat eserleriyle yaşayan; sahip olduğu görüşleri ve pratiğiyle sömürücü sınıfların iktidarına karşı açık ve cepheden savaş açan, ezilenlerin safında mücadele bayrağını yükselten ve bugün sadece Türkiye’nin değil, uluslararası alanda da milyonlarca ezilmiş insanın sevdiği, saydığı bir insanı; Yılmaz Güney’i öldürmek. Yani ölümsüz birini öldürmek istiyorlar!
Nasıl öldürmek istiyorlar?
“Bu adam esasında lumpendi ve katildi” diyerek. Burjuva çöplüğündeki horozlar bu laflarla ötüyor. Kim bunlar?
Bunu yapanlar esasında aramızda yaşayanlar, vücutça var olanlar, fakat kendisi gayet barbar olan; sömürü üzerine kurulu bir düzeni savunan; kan emicileri ve onların kurulu düzenini savunan ve öldükten bir süre sonra hiçbir şekilde adlarının anılma imkanı olmayan birkaç kukla. Bunlar bugün bedenen aramızda yaşıyorlar ama aslında birer yaşayan ölüdürler.
Yaşarken birer ölü olmak veya öldükten sonra da yaşamak… Birincisi kolay, bunda burjuvazinin çöplüğünde binlercesi var. İkincisini kazanmak herkesin harcı değil. Yılmaz Güney bu ikincisini kazananlardan biri. O bu onurun hakkıyla sahibi!
Peki, Yılmaz Güney gibiler bedenen yok oldukları halde neden yaşıyor?
Yılmaz Güney’in öldükten sonra da yaşıyor olmasının en temel nedeni şudur: O, gelecekteki bir düzeni savunuyor; insanın geleceğini savunuyor, eserlerinde savunmaya çalışıyor. Onun için insanlar ona sahip çıkıyor. O, haksızlığa karşı isyanı dile getiriyor. Onun için insanlar onu savunuyor, sahip çıkıyor. Sahip çıkan insanlar Yılmaz’da esas olanı görüyorlar. Yılmaz başkaldırıdır, Yılmaz gelişmesi içinde, açıkça sosyalizmi, komünizmi savunmuş bir insandır. Bütün baskılara rağmen bunu açıkça da ilan etmiş bir insandır. Bu yüzden ezilen kitleler ona sahip çıkarken, burjuvazi ve uşakları ondan nefret ediyorlar.
“Osmanlıda oyun çok” derler. fiimdi Yılmaz’a saldıranlar bugün birer ölü olmaktan kurtulamadıkları için, ona saldırı içinde de olsa yarın nasıl anılabileceklerinin hesabını yapıyorlar. Bu hesap içindeki Osmanlı cingözleri Yılmaz’a saldırmakla ölümlerinden sonra da kendilerinin anılmasını sağlama çabası içindeler. Bedenen aramızda olmadığı halde yaşamaya devam eden Yılmaz Güney’i öldürmek isteyenler Yılmaz anıldığı zaman kendileri de anılsın istiyorlar. Yılmaz’a saldırarak kendilerini yaşatma taktiğine başvuruyorlar. Dedik ya “Osmanlı’da oyun çok”! Mesela Engels’in Anti-Dühring’i var. Engels Anti-Dühring’i yazmamış olsa Dühring’in adı bugün bilinmezdi. Dühring’i bugün tüm dünya Engels üzerinden tanıyor.
“Bürger Weston” denen, yani “Vatandaş Weston” denen biriyle Marx, “Ücret, Fiyat, Kâr” yazısında polemik yapıyor. O adamın yüzyıl, ikiyüzyıl sonra anılmasının bir tek nedeni olacaktır: Marx’ın eserinde adı geçiyor! Yoksa hiçbir nedenle bunların yıllarca, yüzyıllarca anılma, yaşama imkanı yoktur.
Bugün Yılmaz’a saldıranlar da; yarın öbürgün Yılmaz’dan bahsederken şunlar, şunlar da onun hakkında şunları söylemişlerdi vb. denerek anılsın istiyorlar. Ama öyle yağma yok! Bu gibi insanların esasında Yılmaz’la birlikte hangi biçimde olursa olsun anılmaya hakları yok. O nedenle sömürü düzeninin çöplük horozlarının adını anmayacağız.
Burjuvazi Yılmaz’a yönelik saldırı kampanyasını neden şimdi gündeme getirdi? Helen kökenli, Costa Gavras adlı çok ünlü bir yönetmen var. Costa Gavras esas olarak Fransa ve Amerika’da filim yapan ve dünyanın gerçekten ünlü rejisörlerinden biri ve şimdiye kadar yaptığı bütün filmleri açık solcu, siyasi filmler. Sinemayı çok iyi bildiği için büyük kumpanyalarında, büyük film şirketlerin de arada bir bütçeden para verdikleri, oldukça iyi filmler yapabilen bir yönetmen. Costa Gavras “Kayıp” isimli filmiyle, 1982‘de Yılmaz Güney’le birlikte “Cannes Film Festivali”nin birincilik ödülünü paylaştılar.
Costa Gavras’ın Yılmaz Güney’le birlikte bir film yapma planı var. İkisi 1984’te bu konuda oturup anlaşırlar. Birlikte Latin Amerika’da çekilmiş bir yol filmi yapmayı tasarlarlar. Bu yol filminde insanlığın içinde bulunduğu durumu anlatacaklar. Projeleri budur. Yılmaz’ın erken ölmesi sonucu böyle bir projenin gerçekleştirilme şansı ortadan kalkmış oldu. Costa Gavras’ın bu anlamda Yılmaz’la bir bağı var. Ve Yılmaz’ı esasında yaşatmak isteyen bir insan. Bu yüzden de Yılmaz üzerine bir film yapmak istiyor. Bunun için nasıl bir film yaparım düşüncesi içinde; özellikle Fatoş Güney’le tartışma süreci içinde Fatoş Güney’in gözüyle Yılmaz nasıl anlatılır düşüncesiyle bir film yapılmak istenir. Bunun senaryosunu İnci Aral yazar ve bu projenin varlığı bir basın toplantısıyla duyurulur. Bu noktadan itibaren gürültü kopuyor: “Vay yeniden başımıza mit yaratacaklar. Yılmaz Güney’i tanıtacaklar. Bizi Avrupa’da küçük düşüren, katil, lump olan, sanatçı bile olmayan, solcu geçinen bir adamı efsaneleştiriyorlar” vs. vs. laflarla saldırıya geçtiler. Yılmaz’ı anlatan bir filmin yapılması karşısında burjuva soytarıların bu kadar gürültü koparmasının, çirkef saldırılarda bulunmasının altında yatan bir gerçek var: Korkuyorlar!
Costa Gavra gibi bir insanın Yılmaz Güney üzerine bir film yapmasından korkuyorlar. Çünkü, Yılmaz Güney’i konu alan bir film Türkiye’de faşizmi de anlatan bir film olmak zorunda. Türkiye’de faşizmin çehresi ortaya konmadan Yılmaz Güney anlatılamaz. Yılmaz Güney’i anlatmak; sömürücü sınıfların iktidarına karşı başkaldırıyı, isyanı içerir. Yılmaz Güney’i anlatmak; işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin iktidarı için mücadeleyi içerir. Yılmaz Güney’i anlatmak; açıkça devrimi, sosyalizmi savunmayı içerir. Yılmaz Güney’i anlatmak; kendisine “aydın” etiketi taktıkları halde bu köhnemiş sistemin uşaklığını yapanların gerçek çehresinin ortaya konmasını içerir. Yılmaz Güney’i anlatmak; her türlü oportünüzme, revizyonizme karşı mücadeleyi içerir. Yılmaz Güney’i anlatmak; O’nun yaşamı ve mücadelesiyle halkın sevgi ve saygısını kazanmış gerçek bir komünist sanatçı, savaşçı olduğunu anlatmayı içerir. Onu anlatmak; ezilenleri sınıf bilinciyle aydınlatmayı içerir…
Costa Gavras sorunu bu bütünlükte ele almak istemese bile, filmin konusu Yılmaz’la ilişkili bir tek sorunu işlemekle sınırlı tutulsa bile Yılmaz’la tanışanlar, bu özelliklerle tanışmak zorunda kalabilirler! Burjuvazi bunun bilincindedir. Bu nedenle, bütünlüklü olarak Yılmaz Güney’i anlatmak bir yana; Costa Gavras’ın Fatoş Güney’in gözüyle Yılmaz’ı anlatan bir film yapmasından bile daha şimdiden korkuyorlar. Korkularında haklılar, Yılmaz onların sınıf düşmanıdır!
Saldırı kampanyasının zamanlaması bağlamında bir başka yan da şudur: Türkiye yeniden Yılmaz’la tanışıyor. Evet Yılmaz geliyor, insanlar Yılmaz’ı merak ediyor. Genç kuşaklardan hayatlarında hiç Yılmaz Güney filmi görmemiş olanlar şimdi Yılmaz Güney filmleriyle tanışıyor. Bu demektir ki, genç kuşaklardan Yılmaz’la aydınlananlar olacak; onun sevenleri giderek çoğalacak. Onun için de burjuvazi gayet bilinçli olarak en büyük medya kuruluşlarıyla bir kampanya başlattı, Yılmaz’ı öldürmek için. Bu kampanyada belli bir anlamda başarıya da ulaştılar. Yılmaz’ı öldürmek anlamında değil ama, bu tartışmanın nasıl yürüyeceği konusunda standartları saldıranlar koydu. Ve tartışma, Yılmaz’ı savunma iddiasında olanların önemli bir bölümü tarafından da saldırganların çizdiği sınırlar içinde yürütülmeye başlandı. “Lumpenlik nedir? Yılmaz lumpen miydi? Katil miydi
, değilmiydi?” Bu tartışmada çizilen çerçeve bu oldu! Yılmaz’ı savunma adına tartışmaya katılanların bir kısmı “evet lupendi ama sanatçıydı”, “katildi ama adam Türk sinemasının büyük bir ustasıydı” vs. vs. biçiminde güya Yılmaz’ı savundular!
Biz, en başta böyle bir tartışmanın Yılmaz’ın sınıf düşmanlarının provokatif bir biçimde çizdiği bu çerçevede yürütülmesine, sorunun bu çerçevede tartışılmasına kökten karşıyız.
Burada şu soru karşımıza çıkıyor: Saldıranlar neden tartışmayı bu biçimde yürütüyorlar, Yılmazı öldürmek için başka türlü tartışma imkanları var mı?
Yok! Başka türlü nereden Yılmaz’a dokunmaya çalışsalar orada sınıfsal temelde tokadı yiyeceklerini biliyorlar. Böyle olduğu için de sıkıştıklarında her zaman sarıldıkları bir yönteme başvuruyorlar: Sahtekarlık yap, çamur at izi kalsın!
Yılmaz somutunda bunu nasıl yapıyorlar?
Yılmaz’a çamur atmak için ilk önce ondaki gelişme sürecini sahtekarca bir yana bırakıyorlar. Yılmaz’ın gelişmesi içinde çoktan aştığı bir hatasını sanki onun savunduğu bir özelliğiymiş, sanki o, kadın dövmeyi savunuyormuş gibi olayı aktarmaya çalışıyorlar. Bunlara göre “Yılmaz Güney kadın döven bir maço erkek!”. “Kanıtı da var: Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yi dövmüş”! Yılmaz’ın düşmanlarının ondan araya araya bulabildikleri zayıf yanlardan biri bu. Ama Yılmaz, içinde yaşadığı toplumsal yapıdan devraldığı bu zaafın özel mülkiyetçi anlayışın bir ürünü olduğunu gelişmesi içinde tespit etmiş, mahkum etmiş ve onu aşmış bir insandır. Yılmaz Güney gelişmesi içinde erkek egemen sistemi yıkmayı önüne bir görev olarak koymuştur!
Onun bu gelişmesini gözardı ederek onu karalamaya çalışanların sahtekarlığına bakın: Kadın sorunu bağlamında Yılmaz Güney’i Nebahat Çehre’ye yönelik bir hatasıyla açıklamaya çalışıyorlar, ama Fatoş Güney’in gözüyle Yılmaz Güney’in anlatılmasına “ver yansın” ediyorlar! Yılmaz’ın kadın sorununa yaklaşımı bağlamında pratiğinin ne olduğu konusunda neden Fatoş Güney’in söyledikleri görmezden geliniyor? Onun düşmanları soruna başka nasıl yaklaşsın ki? Öyle ya, Fatoş Güney, eski Yılmaz Güney’i değil; bir mücadele süreci içinde süzülüp gelen Yılmaz Güney’in bu noktadaki yaklaşımını anlatacaktır! Burjuvazi o durumda Yılmaz’ı karalayacak bir malzemeyi kullanmakta zorlanacaktır. Bu nedenle, sahtekarca, ondaki gelişme sürecini bir yana koyup 1970’lerdeki Yılmaz Güney’le 1980’lerdeki Yılmaz Güney’i bir ve aynı Yılmaz Güney’miş gibi göstermeye çalışıyorlar. Ama bu tür burjuva sahtekarlıkların beş para değeri yok. Emekçi yığınlar Yılmaz’ı da onun düşmanlarını da iyi tanıyor!
Güney Dergisi olarak biz, Yılmaz Güney’in eleştirilmesine karşı mıyız? Kesinlikle hayır! Herkes eleştirilebilir, Yılmaz Güney de. Bizim yöntemimiz, hataları eleştiri, özeleştiri silahıyla aşmaktır, bunu yapmak görevdir de. Ama ilk önce karalamalarla eleştirileri birbirinden ayırmak gerekiyor. Eleştirilere evet, karalamaya hayır! Bugün Yılmaz Güney’e yönelik eleştiri adına getirilenlerin birer karalama olduğu bir bir ortaya çıkıyor. Biz bunları reddediyoruz!
Güney Dergisi olarak bizim, Yılmaz Güney hiç yanlış yapmadı, o eleştirilemez vb. bir yaklaşımımız yok. Yanlışları birer doğruymuş gibi savunma ve öyle gösterme çabası içinde olmayız. Yılmaz Güney’in de ne buna ihtiyacı var, ne de bu tür Yılmaz Güney savunucularına. O soruna bilimsel yaklaşan biridir.
Biz Yılmaz Güney’in eserlerinin, siyasi görüşlerinin doğru bulduğumuz yanlarının savunucuları olarak hiç bir zaman Yılmaz hatasızdır, tapılacak insandır vs. vs. diye yaklaşmadık, yaklaşmayız. Biz tapınacak insan yaratılmasına karşıyız. Ama biz iş yapan insanların hata da yapabileceğini biliyoruz. Soruna gerçekte eleştirel yaklaşma gibi bir derdi olan herkes de bu çerçevenin bilincinde hareket etmeli ve genel değerlendirmede esas olana bakmalıdır. Ama bir bakıyoruz birileri açıkça sınıf kinini kusuyor, birileri de Yılmaz’a eleştiri adı altında kendi şizofrenisini ortaya döküyor.
Olgu olan şudur; Türkiye’de Yılmaz çapında başka komünist sanatçı yok. O durmadan kendini geliştirmeye çalışan; giderek geliştiren ve gelişen ender komünist bir sanatçıdır.
1974’teki Yılmaz’la 1979’daki Yılmaz bir ve aynı Yılmaz değil. Açık olarak Yılmaz’ın kendisi de bunu anlatıyor. Bu noktada biz, Yılmaz’daki gelişmenin; kendilerine aydın havası veren, aydın olmakla belki de bu ismin kullanılmasından öte bir bağı olmayan tiplerin Yılmaz’ın bu gelişmesini kavramaları zaten mümkün değildir. Onlar için insan yerinde duran birşeydir. Onların gözünde dünya da öyledir. Onlar için akla kara vardır, herşey yerli yerinde durur. Bu “aydın”ların dünyaya bakış açısı o.
Yılmaz’a saldıran tipler aydın olma adına bugün ne savunuyorlar?
Bunların savunduğu şudur: “Bu sistem varolanlar içinde en iyisidir, değişmez. Gerisini boşverin. Bu sistemi değiştirmekle uğraşanlar geri kafalıdır. Sistemi değiştirmekle uğraşacağınıza, kafanız çalışıyor cebinizi doldurmaya, dünyanın keyfini çıkarmaya bakın. vs. vb.” Bunların savunduğu budur.
Bu arada özgürlük, eşitlik adına en fazla savundukları; kendilerinin gazete sayfalarında, TV’lerde istedikleri gibi kusabilmeleri ve kendilerine karışılmamasıdır. Her türlü pisliği yayabilme özgürlüğünü, kendileri için (başkaları için değil!) savunuyorlar. Bunların ufku bu kadardır. Ufku bu olanların Yılmaz’daki gelişmeyi anlaması, kavraması mümkün değildir.
Bu tiplerin Yılmaz’da kızdıkları en önemli şeylerden biri (ki, lump tartışması bunu gösteriyor); Yılmaz’ın gerçekten bir halk sanatçısı olması. Yılmaz esasında bir köylüdür, köylülükten gelme bir insandır. Kürt’tür, bu bağlamda ezilmektedir. Halkın en yoksulları içinden gelmektedir. Bu bağlamda Yılmaz, sınıfsal, ulusal baskı altında iki, üç kez ezilen bir insandır. Bu ezilmeye başkaldıran ve onun içinde gerçekten hem kendini aydınlatan, aydınlanan ve çevresini aydınlatmaya çalışan bir insandır. Bu yüzden kitlelerin sevgilisi olmuştur. Bu bağlamda kızıyorlar Yılmaz’a. Lump tartışmasının bir nedeni de budur. Eğer adını koymak gerekirse; esasında tam da böyle bir aydınlanmayı lumpluk vs. olarak adlandıranların kendileri lump bile değil, paçavradır.
Peki bunlar Yılmaz’ı öldürebilir mi?
Bu saldırılar Yılmaz’ı yaralar mı?
Hayır! Yılmaz’a saldıranlar geleceğe saldırıyor. İnsanlığın geleceğini öldürmeye kimsenin gücü yetmez. Ona saldıranlar kendi kokuşmuş düzenleri devam ederken bile unutulup gidecekler, adları anılmayacaktır. Sonuçta da bugünkü kokuşmuş sistemleri de bütünüyle tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Ama, Yılmaz geleceğin savunucusudur. O, yüz yıl, ikiyüz yıl… sonra da anılacak, yaşayacaktır.
Yılmaz ezilenlerin sevgilisidir. Bu durum kendilerini aydın sayan, fakat aydın olmakla gerçek bağı olmayan birçok burjuva köşe yazarını oldukça rahatsız etmektedir. Onlar tabuları yıkma adına halkın sanatçısı/savaşçısını karalama özgürlüğü hakkını elde etmeye çalışıyorlar. Hem de ilerici bir iş yapıyor görüntüsüyle!
Tabuları yıkma bağlamında Yılmaz’ın bilimsel eleştiri yöntemine sahip olduğunu bilen herkes, en başta onun tabular yaratılmasına karşı olduğunu da bilir. Tersini iddia eden; Yılmaz’ın tabular yaratmaya çalıştığını söyleyen, yalan söylemektedir. Biz de tabulara karşıyız, en başta da Yılmaz’ın tabulaştırılmasına karşıyız. Ama olgu bu olmadığı halde; sanki birileri Yılmaz etrafında bir mit yaratıyorlar, onu dokunulmaz vb. ilan ediyorlar da bunlar da bu tür yaklaşımlara dokunarak ilerici bir iş yapıyorlar. Böyle görüntüler de vermek istiyorlar. Göstermeye çalıştıkları şey budur. Ama bu da büyük bir sahtekarlıktır. Birincisi böyle bir tabu Yılmaz etrafında hiç kimse tarafından yaratılmış durumda değil bugüne kadar. Gerçekten halkın kendi içinde gelen bir Yılmaz sevgisi var. Bunun için herhangi bir bilinçli çaba vs. yok. Tam tersine bir sürü insan ve örgüt halkın Yılmaz’a olan bu sevgisini kullanmak için Yılmaz’ı kullanmaya çalışıyor. Olgu budur.
Yılmaz’ı savunma adına yola çıkanların bir bölümü de esasında onu öldürme işine katılmaktadır. Bunlar en başta Yılmaz’ı siyasi kişiliğinde soyutlayıp; “O iyi sinemacıydı canım!” vb. diyenler ve bu lump tartışmasında “evet lumptu, katildi fakat iyiydi” vs. diyenlerdir. Bunlar en başta lumpluğu kabul etmekle, bütün köylülüğü lump ilan ediyorlar. Bunlara göre burjuva kökenli olmayan herkes lumptur. Eğer lumpluk “aşağı sınıflardan” gelmeyse, o zaman bütün “aşağı sınıf”tan gelenler lumptur! Bunu kabul eden ve ben Yılmaz’ı savunuyorum diyen sahtekarlık yapıyor.
Yılmaz’ın tek başına sinemacı olarak savunulması yanlıştır. Onu yalnızca bir sinemacı olarak kabul etmek, Onun ortaya koyduğu ve uğruna amansız bir mücadele yürüttüğü görüşlerinin yok sayılmasıdır. Yine Yılmaz, sıradan bir sinemacı değil; o, komünist bir sinemacıdır. Ve yalnızca komünist bir sinemacı değil; o, komünist bir sanatçıdır. Yılmaz’ın sanata bakış açısını bilinçli olarak çarpıtıp, onu sınıfsal temelden alıkoymaya çalışanları dışta tutarsak (ki, bunlar onu bilinçli olarak zayıflatmak isteyenlerdir.); O’nu gerçekten sevip, sayan, bu açıdan savunmaya çalışanlardan da Yılmaz’ı bu bütünlük içinde tanımlamayanların niyeti ne olursa olsun, yaptıkları gerçek durumun tespiti değildir; eksiktir, tek yanlıdır. O, sanatı sınıflar mücadelesinde bir araç olarak görmekte; bu araçla ezilen kitleleri aydınlatmayı, onları sömürüsüz, sınıfsız bir dünya yaratma mücadelesinde eğitmeyi amaçlamaktadır. O, yaşamını sosyalizm mücadelesine adamıştır. Onu bu bütünlükle kitlelere aktarmayanlar, onun gerçek amacının gözlerden gizlenmesine hizmet etmiş olur. Yanısıra, kitlelerin sorunun özünü kavramaları engellenmiş olur. Yılmaz’ı savunma iddiasında olan herkesin bunları önemsemesi gerektiğini düşünüyoruz.
Yılmaz’ı savunma iddiasında olanların bir bölümü de “o gerçek bir sanatçı bile değildi” diyenlerin çizdiği çerçevede tartışmaya katılmakta, Yılmaz’ın gerçek bir sanatçı olduğunu ispata çalışmaktadır! Bu ne biçim tartışma, bu ne biçim savunma!
Birincisi, Yılmaz’ın bir sanatçı bile olmadığını iddia eden biri tüm dünyanın gözü önünde tek birşeyi ispat etmiş olur: Kendi aptallığını!
Yılmaz’ın sanatı bağlamında da herşey relatif. O, dünyanın en iyi sinemacısı, en iyi romancısı değil. Bunu söyleyen yanlış yapar. Yılmaz’ın da böyle bir iddiası yoktur, olmamıştır. Ama Yılmaz Türkiye için döneminin en iyi sinemacısıdır ve bugün de ne yazık ki hâlâ aşılamamıştır. Romancılar içinde de romanı belli bir dönemde en iyi roman ödülünü hak etmiştir. Burada kalkıp Yılmaz’ın sanatçı olup olmadığını, tartışmaya sokmak abesle iştigaldir.
Yine; Yılmaz Kürt olarak da savunulamaz. “Esas özelliği Kürt’tü, o bir Kürt sinemacısıydı” vs. diyenler de yanlış yapıyor, onu yanlış savunuyor. Ya da, o “Büyük bir Türk sinemacısıydı” vs. Bunlar yanlış yaklaşımlardır. Ona bu çerçeve içinde yaklaşanlar, Yılmaz’dan birşey anlamayanlardır. Onu var eden, Yılmaz Güney yapan ne Kürt olma özelliğidir, ne Kürt sinemacısı olma özelliğidir; ne de Türk sinemacısı olma özelliğidir. Hayır bunların hiç biri değil; sinemaya yaklaşım bağlamında da hiç bir yoruma açık kapı bırakmayacak berraklıkta onun tavrı vardır. O proleter ve enternasyonalist olmaya çalışan bir sinemacıdır. Seçtiği ve kullandığı motiflerin esası tabi ki kendi geldiği alanın; gördüğü, doğrudan yaşadığı alanın motifleridir. Ama anlattığı öykülerin içeriği kesinlikle yalnızca Kürtlerin, ya da yalnızca Türkiye’nin sorunlarıyla sınırlı değil. Öykülerin içeriğini oluşturan temel tema ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, emekle sermaye arasındaki çatışmadır; sınıf çatışmasıdır. Bu Umut’ta da böyledir. Bu Arkadaş’ta da böyledir. Bu Endişe’de de böyledir. Bu Yol’da da böyledir. Bu Duvar’da da böyledir. Ve Yılmaz gittikçe yerellikten evrenselliğe doğru gelişen bir hat çizmektedir. Bu anlaşılır da. Çünkü Yılmaz sürekli kendini geliştiren bir insandır. Bu noktayı görmek gerekiyor.
Türk hakim sınıfları ve onların uşakları Yılmaz Güney’i unutturmak, onun kitlelerle buluşmasını engellemek için ellerinden gelen herşeyi yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Ama tüm çabaları boşuna. Yılmaz Güney ve onun eseri kitlelerin malıdır. Egemenlerin baskıları, yasakları, demagoji ve karalamaları Yılmaz Güney’in ve onun eserinin kitlelerle buluşmasını engelleyemedi, engelleyemeyecektir. Yılmaz Güney emekçilerin sevgilisidir. O enternasyonal proletaryanın bir değeridir, mücadelesiyle ölümsüzleşen bir komünisttir. Onun ölümü de burjuvaziyi tedirgin etmeye devam edecektir.
Mart 2000