Sosyalist gerçekçilik bir biçim değil, bir tutumdur!
Güney dergisinin 5. sayısında yayınladığımız ‘Hangi Kültür Mirasına Sahip Çıkıyoruz’ dosyası bağlamında çeşitli düzlemde tartışmalar yürüyor.Bu tartışmanın taraflarından biri olan Z. Çelik son olarak “Sosyalist Sovyetler Birliği ve Sanatın Kimi Sorunları Üzerine” adlı oldukça uzun bir yazı gönderdi. Bu sayımızda bu yazıyı olduğu gibi yayınlıyoruz. Burada bu yazıda ileri sürülen kimi görüşlere tavır takınmaya çalışacağız.
Bu yazıda temel sorun, kimi belirleyici noktalarda bizim savunmadığımız ama bize mal edilen görüşlerle polemik yürütülmesidir. Diğer taraftan, somutta adlandırdığımız yanlışlar atlanıyor ya da genel tavırlarla geçiştirilmeye çalışılıyor. Yer yer cümleler bağıntısından koparılarak bizim savunmadığımız görüşler inşa ediliyor ve bunlara saldırılıyor. Biz bu yöntemin tartışmayı ilerletmede, pozisyonların netleşmesinde pek faydalı olmadığı görüşündeyiz. Fakat tespit ettiğimiz tüm yöntem yanlışlarını da tek tek ele alıp, “biz öyle dememiştik” şeklinde düzeltme yolunu tutmayacağız. Bunu yapmıyoruz, çünkü detaylar içinde boğulup tartıştığımız özü kaybetmek istemiyoruz. O nedenle, burada arkadaşın yazısında yöntem konusunda da sorun gördüğümüze dikkat çekmekle yetiniyoruz.
Tartışmaya devam ederken, bu süreçte netleştiğini düşündüğümüz anlayış farklılıkları üzerinde yoğunlaşacağız. Bu kendimizi bilinçli olarak sınırlamamızı ve A. Z. Çelik’in yazısında ileri sürdüğü her iddiaya, her görüşe cevap vermeye kendimizi kaptırmamamızı gerekli kılıyor. Bunu da başından belirtmeyi yararlı görüyoruz.
Biz parti ve devletin sanat alanına müdahalesine karşı mıyız?
A. Z. Çelik, Güney dosyasında ve tezlerde savunulan ve Sovyetler Birliği’nde sosyalist gerçekçiliğin hakim kılınması mücadelesinde içerik ve biçimin sınırlandırılmasında yanlışların yapıldığı görüşümüzden yola çıkarak, bizim parti ve devletin sanat alanına müdahalesine kaşı çıktığımız iddiasını ileri sürüyor: “Güney dergisinin getirdiği eleştirilerin temelinde de partinin ve devletin kültür-sanat işlerine biraz fazla burnunu soktuğu … suçlaması var.”
Buna göre, bir yanda parti ve devletin sanat alanında yönlendirici ve müdahaleciliğini savunan A. Z. Çelik ve diğer tarafta da buna karşı duran Güney dergisi tablosu çiziliyor ve bu çerçevede polemik yürütülüyor. A. Z. Çelik, parti ve devletin yönlendiriciliğinin ve müdahalesinin gerekli olduğunun şahidi olarak da Lenin’i gösteriyor:
“Görüldüğü gibi, Lenin, devrim ertesi kültür-sanat alanında yaşanan kaos durumuna komünistlerin yön vermesini savunuyor. Daha sonraki yıllarda parti ve devlet çıkardığı kararnamelerle kültür ve sanata yön vermeye çalıştı.”
İyi hoş da, parti ve devlet müdahale etmesin diyen mi oldu? Tartışma bu düzeyde mi yürüyor? Hayır.
Güney dergisinde “Sovyetler Birliği’ndeki kimi hatalı uygulamalar”a eleştiri getirilirken, eleştirinin yöneldiği nokta kesinlikle parti ve devletin sanat alanına müdahale etmesi siyasetine değildir. Güney dergisinde gayet açık bir biçimde sosyalist devletin bir sanat ve kültür siyaseti olacağı, komünist partisinin buna önderlik edeceği savunulmaktadır. Sorun, bu müdahalenin içeriğiyledir. Güney dergisinde, gayet somut olarak sanat alanında belirli biçimleri en başından reddederek biçime sınır konulmasının yanlış olduğu savunulmaktadır. Ve devamen, sosyalist gerçekçiliğin uygulanmasında yer yer içerikte de sınırın çok darlaştırıldığı ileri sürülmektedir.
A. Z. Çelik ileri sürülen bu görüşler üzerine yoğunlaşacağına, bizim pozisyonumuzu partinin müdahalesine karşı bir pozisyon olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu yanlıştır.
Yeri gelmişken bir diğer yanlışı düzeltmekte de yarar var. A. Z. Çelik şöyle diyor:
“Devrim ertesi her türlü biçimin ve içeriğin hiçbir sınırlama getirilmeksizin kendini ifade edebilmesi o dönem için normaldi, gerekliydi, zorunluydu ama komünistlerin amaçladığı şey değildi.”
Burada söylenen tam doğru değildir. Devrimi izleyen yıllar ile sosyalist gerçekçiliğin devlet siyasetinin içeriği olarak belirlendiği 30’lu yıllardan sonrası dönem arasındaki fark, birincisinde partinin ve devletin içerik ve biçime hiçbir sınırlama getirmemesi, ikincisinde getirmesi değildir. Bir kere, “içeriğe hiçbir sınırlama” getirilmemesi hiçbir dönemde olmamıştır, olamaz! Parti ve Sovyet devleti devrimin ilk anından itibaren yıkılan sınıflara karşı, karşıdevrimci akımlara karşı, Sovyet düşmanlarına karşı uyanıklığı elden bırakmamayı öğütlemişler ve buna uygun bir tavır almışlardır. Dolayısıyla devrim sonrası yaşanan ve Lenin’in kastettiği özgürlük ortamı, eskinin ezilenlerine tanınan özgürlüktür.
Partinin 30’lu yıllardan önce de müdahaleci davrandığı A. Z. Çelik’in aktardığı Proletkult ile ilgili kararda da gayet açık ortadadır. O zaman fark nedir? Fark, 1934’te sosyalist gerçekçiliğin formüle edilmesinden sonra, daha önce sol akımlar içinde gördükleri modernist stilleri kullanan kimi grupları vb. adım adım dışlamalarıdır. Bu süreçte modernist stiller ayrımsız biçimde formalizmle damgalanırken, sosyalist gerçekçiliğin tanımlaması giderek daralmıştır.
“Sanatçı özgürlüğü” ya da sosyalizmde özgürlüğün sınırları sorunu
A. Z. Çelik’in bu tartışma içinde ortaya koyduğu görüşleri esasen temel bir noktadaki yaklaşım ve anlayış farklılığına işaret etmektedir: Nasıl bir sosyalizm ve sosyalist demokrasinin sınırları sorunu! Bu tartışma “geçmiş”in nasıl değerlendirileceğiyle ilgili bir tartışma olmasının ötesinde, öncelikle nasıl bir sosyalizm için mücadele ediyoruz tartışmasıdır.
A. Z. Çelik, Güney dergisinin “sosyalist toplumda … sanatçılar biçimsel yasaklarla karşılaşmayacaklardır! Proletarya diktatörlüğünü açıktan yıkmaya yönelik eserler dışında sanatçı, istediğini istediği gibi yaratma özgürlüğüne ve imkânlarına sahip olacaktır!” savunusunu ‘oldukça geniş özgürlük’, ‘bir sınırlama dışında sınırlamasız özgürlük’, ‘burjuvaziye en geniş özgürlük’ vb. olarak yorumluyor. Ve bu tavrı sanat alanına sınıf mücadelesi açısından gereken önemi vermemek, onu burjuvaziye terketmek olarak görüyor.
A. Z. Çelik yanılıyor. Biz, ne sanat alanında sınıf mücadelesinin keskinleşeceğini yadsıyor, ne de burjuvaziye en geniş özgürlüğün savunuculuğunu yapıyoruz.
‘Sosyalist sanat, biçime tam bir özgürlük tanımalı, biçime sınır konulmamalıdır’ dendiğinde bu, sanat alanında burjuvazi istediği gibi at oynatsın anlamına gelmez. Bu zorlama bir eleştiridir.
A. Z. Çelik’in görmek istemediği şey;
a) Biçime konulan yasakların burjuva içeriğin taşınmasının engeli olmadığıdır. Burjuva içerik en klasik biçimlerde de taşınabilir. Nazilerin sanatı bunun en açık örneğidir.
b) Biçime konulan yasakların sosyalist içeriğin de taşınması bağlamında darlaştırıcı, sığlaştırıcı bir rol oynamasıdır. Dolayısıyla biçime konulan yasaklar proleter ve emekçi sanat açısından yanlıştır.
Dosya’da, tezlerde ve tartışmalarda ortaya koyduk, bir kere daha söyleyelim: Belirli bir içeriği anlatmanın çok değişik biçimleri vardır. Ve içerik olduğu kadar, biçim de değişir, gelişir, yetkinleşir. Hedef elbette ki, bir içeriği en iyi anlatan biçimi bulmaktır. Dolayısıyla salt içerik değil, aynı zamanda biçim de eleştirinin konusu olacaktır. Bir sanat eserini eleştirirken, onun kullandığı teknik ve stilin belirli bir özü en iyi biçimde anlatmaya hizmet edip etmediği tartışılacaktır. Ancak, bu tartışmanın somut eserlerden (yani içerikten) bağımsız olarak belirli biçimlerin genel olarak “zararlı” ilan edilmesine kadar uç noktaya götürülmesi yanlıştır. Sovyetler Birliği’ndeki uygulamada belli bir dönemde eleştirdiğimiz işte budur. Bu tavır, ister istemez sosyalist sanatçıları belirli kalıplar içine hapsetmiş, yeni stillerin, tekniklerin denenmesini engellemiştir. Buna aşağıda tekrar döneceğiz.
İçeriğe konulan sınırlar konusuna gelince… Bu noktada da biz, sosyalist devletin sanat ve kültür alanındaki sınıf mücadelesini nasıl yürütmesi gerektiği konusunda A. Z. Çelik’ten farklı düşünüyoruz.
Sosyalist devletin elinde sanat alanında burjuva düşüncelere karşı mücadelenin çok çeşitli araçları vardır. İdari bir tedbir olan yasaklama yöntemi bunlardan sadece biridir ve kuşkusuz en önemlisi değildir. Sanat alanını da kullanarak açıktan yıkıcı faaliyet içinde bulunanların mahkum edilmesi ve eserlerinin yasaklanması elbette ki doğrudur. Bunu biz en başından ortaya koyduk. Sosyalist devletin “yığınları sosyalist iktidara karşı açıkça kışkırtan, açıkça ırkçılık, faşizm, cinsiyetçilik yapan, sanat adına pornografi sunan ‘sanat eserleri’”ne kesinlikle izin vermeyeceğini açıkladık. Bu noktada yasaklama gerektiren içeriğin kapsamının “neyin olmayacağı”yla doldurulması gerektiğini savunduk. Bu ama, açıktan kışkırtıcılık yapmasa da, içerikte yanlış, burjuva görüşler yayan diğer eserlere ve sanatçılara karşı mücadelenin boşlanması demek değildir. Onlara karşı mücadelede esas alınacak olan ideolojik mücadeledir. Komünist Partisinin ve sosyalist devletin ideolojik olarak sağlam sanat eleştirmenleri, yazarları, basını vb. vardır. Bu yol üzerinden bu eserleri eleştirme, teşhir ve tecrit etme görevini yerine getirebilir. “Olumsuza karşı mücadele içinde olumlunun, doğrunun kavratılması yöntemi”nden anladığımız budur.
Yukarıda bu noktadaki anlayışın, sosyalist demokrasi ve özgürlükler sorunuyla ilişkili olduğunu vurgulamıştık, bunu biraz açalım. Proletarya devletinin öncüsünün komünist partisi olduğunu savunuyoruz. Bu noktada bilinçte tutulması gereken, sosyalist bir toplum içinde komünistlerin sosyalizmin inşasının tamamlanmasından, sömürücü sınıfların tasfiyesinden sonra da, çok uzun bir dönem toplum içinde azınlığı oluşturacaklarıdır. Geniş emekçi kitleleri üzerinde hâlâ etkide bulunan burjuva anlayışları söküp atmak, bir bütün olarak toplumu dönüştürmek uzun bir mücadele sürecini gerektirir. Komünist Partisi bu mücadelenin önderi ve örgütleyicisidir. Bu mücadelede onun elindeki en önemli araç, ideolojik mücadeledir, kitlelerin bilinç ve kültür seviyesinin yükseltilmesidir. Kültür ve sanat alanındaki mücadelede burjuva düşüncelerin egemenliğini esasta yasaklama tedbirleriyle kırmaya çalışmak, az sayıdaki komünist sanatçının dışındakilere yaşam hakkı tanımamak demektir. Biz Sovyetler Birliği’ndeki genel uygulamanın bu olduğunu düşünmüyoruz. Uygulamada her ne kadar yer yer yanlış bir biçimde belli bir dönemde yasaklama yöntemi ön plana çıkmış olsa da, genel anlayış bu değildir. Aynı şeyi ama A. Z. Çelik’in pozisyonu konusunda söyleyemiyoruz. A. Z. Çelik, Sovyetler Birliği’ni sözümona “savunma” gayreti içinde yanlış bir anlayışta konaklamaktadır.
‘Yeni Biçimler’ ve Formalizm…
A. Z. Çelik, hâlâ Sovyetler Birliği’nde “biçimcilik” (formalizm) reddedildi, bu ‘yeni biçimler’in reddedilmesiyle bir ve aynı şey değildir ve “biçimci sanat akımlarının (modernist stillerin) eleştirisi ‘tek bir biçimin mutlaklaştırılması’ anlamına gelmez” diyor. İyi ama, belli bir dönemde pratik bu konuda başka konuşuyor. Biz bunu ortaya koymaya çalıştık. Ortaya koyduğumuz örnekler temelinde görüşünü temellendireceğine A. Z. Çelik ‘reddedilen biçimciliktir, yeni biçimler değildir’ görüşünü tekrarlayıp duruyor.
Biçimde klasik stille modern stiller arasında yürüyen mücadelede gerçekten reddedilen neydi, bunu bir kere daha örnekleriyle ortaya koymaya çalışalım.
Fütürizm, ekspresyonizm, impresyonizm gibi akımlar burjuva sanat akımlarıdır ve akım-okul olarak sanatta belirli bir yaklaşımı, belirli bir ideolojiyi ifade ederler. Fakat, bunun ötesinde aynı kavramlar sanatta kullanılan belirli biçimleri de ifade ederler. Bu anlamda örneğin kübist biçimin kullanıldığı her sanat eseri ‘içerikten yoksun’, biçimci vb. olarak mahkum edilemez. Sanatta kübist, fütürist, konstrüktivist biçimlere yer verdiler diye belirli sosyalist sanatçıların biçimcilikle suçlanması, modernist stillerin topyekün reddedilmesi yanlıştır.
fiimdi gelelim tek tek örneklere. Elimizde SBKP(B) Merkez Komitesi’nin 1946–1948 dönemine ilişkin “Edebiyat ve sanat sorunları”na ilişkin kararları mevcut. (Bu kararlar Jdanov’un çeşitli konuşmalarının toplandığı Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine adlı kitaptaki görüşlerle özde aynıdır. Yaklaşımı bütünlüğü içinde görmek isteyen okurlar bu kitaba başvurabilirler.) Parti kararları olması açısından değer taşıyan bu kararlardan bazı pasajları aktarmak istiyoruz.
Bu kararlar edebiyat, tiyatro, film ve müzik alanında Sovyet sanatçılarına yön verici niteliktedir ve içinde somut Sovyet sanatçılarından nelerin talep edildiği ve nelerin reddedildiği yeralmaktadır. Dolayısıyla buradan, biçim ve içeriğe ilişkin yaklaşımı net olarak oraya çıkarmak mümkündür.
V. Muradelli’nin “Büyük Dostluk” operası üzerine SBKP(B) Merkez Komitesi 10 fiubat 1948 tarihli kararıyla Ekim Devrimi’nin 30. yıldönümü dolayısıyla sergilenen “Büyük Dostluk” operasını (müzik V. Muradelli, metin G. Mdivani) “müziksel ve içeriksel olarak hatalı, sanatdışı bir eser” olarak değerlendirir.
Esas sorunun müzikle, müziğin biçimiyle olduğu gayet açık olarak formüle edilmektedir:
“Opera’nın ana zaafları öncelikle onun müziğinde yatmaktadır. Opera’nın müziği anlamsızdır, anlamdan yoksundur. Onda, insanın aklında kalan bir tek melodi veya arya dahi yoktur. Müzik kaotik ve dizarmoniktir, baştan sona uyumsuz sesler ve kulakları tırmalayan uyumsuz ses bileşenleri üzerine kuruludur…
Besteci halk arasında yaygın melodileri, şarkıları, ezgi ve dans motiflerini… kullanmamıştır.
SBKP(B) MK, Muradelli Opera’sının fiyaskosunun Muradelli yoldaşın bir Sovyet bestecisinin yaratıcılığı için felaket olan formalist yola sapmasının sonucu olduğu görüşündedir.”
Kararın devamında fiostokaviç’in 1936 yılında sahnelediği “Leydi Macbeth” adlı operasına da atıfta bulunulur ve bu operanın “zararlılığı ve tehlikesinin”, “halka yabancı, formalist sapkınlığının” o dönem Pravda’da şiddetle eleştirildiği anlatılır. “SBKP(B) MK’nin daha o dönemde Sovyet halkının bestecisinden taleplerini açıkça formüle ettiği”ne dikkat çekilir. Fakat, besteciler MK’nin bu ikazlarını dikkate almamış ve “formalist, halka yabancı yönde” eserler yaratmaktan geri durmamışlardır. “Bu yön ifadesini en güçlü olarak D. fiostakoviç, S. Prokofiev, A. Kaçaturyan, V. fiebalin, G. Popov, N. Myaskovski’nin eserlerinde ve diğer bestecilerin Sovyet halkının zevkine yabancı formalist sapkınlıkların ve antidemokratik eğilimlerin açık bir biçimde ifadesinde bulmaktadır.”
fiostakoviç, Prokofiev, Kaçaturyan vb. gibi müziklerini bütün dünyada kabul ettirmiş olan bestecilerdeki sözümona “formalist sapkınlıklar” şiddetle eleştirilir ve reddedilirken, bunun ölçütü olarak neyi aldıkları şu satırlarda ortaya çıkmaktadır:
“Bu müziğin özelliği, klasik müziğin ana ilkelerini reddetmesi, atonaliteyi, ses uyumsuzluğunu ve dizarmoniyi müzik biçiminin gelişmesinde ‘ilerleme’ ve ‘yenilikçilik’ olarak propaganda etmesindedir…
Bu formalist yönün tipik özelliklerinden biri, müzik ve şarkıda çokseslilikten vazgeçmesi … ve teksesli müzik ve tek sesle söylenen şarkıyı ve çoğunlukla sözsüz şarkıyı tercih etmesidir. Bu halkımıza özgü çoksesli müzik ve şarkı armonisinin zedelenmesi anlamına gelir, müziğin yoksullaşmasına ve çöküşüne yol açar.”
Burada aktardığımız pasajlarda SBKP(B) MK’nin sözümona “formalizme” karşı mücadele adına müzikte yenilikçiliğe karşı durduğu gayet net olarak ortaya çıkmaktadır. Müzikte formalist yöne karşı mücadele adına gerçekte stil olarak Batı Avrupa klasisizminin ve Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan halkların halk müziğinin kalıplarına sıkı sıkıya sarılma ve bunun dışına çıkılmasına izin vermeme pozisyonunda durulmaktadır. Formalist sapma içinde oldukları iddia edilen bestecilerin müzikleri öyle bir anlatılmaktadır ki, (“doğaya ters”, “hastalıklı”, “halka yabancı”, “kulakları tırmalayan” vb.) tanımayanlar bu bestecilerin müzik değil, ne idüğü belirsiz “gürültü” yaptıklarını sanırlar. Ancak, gerçek hiç de öyle değildir. Bu besteciler sadece, yeni eserlerinde, o zamana kadar alışılmamış olan biçimler kullanmışlardır, sözkonusu olan budur. Bunu yaparken onlar, eskiyi tamamen reddetme, bambaşka bir şeyler yaratma uçukluğuna da gitmemişlerdir. Ancak, gerçekten de hem klasik Batı müziğinin, hem de geleneksel Rus halk müziğinin kalıplarını aşmışlar, o zamana kadar denenmemişi denemişlerdir.
Jdanov, Sovyet Müzik İşçileri Konferansı’nda yaptığı kapanış konuşmasında yukarda adı geçen bestecileri formalistlikle suçlarken, bunların “kötü ve sahte müzikleri”ne karşı tam da bazı klasikleşmiş, müziklerine alışılmış bestecileri övmektedir: “Glinka, Çaykovski, Rimski-Korsakov, Dargomiyski ve Mussorgski’den ne kadar farklılar! Halkın ihtiyaçlarına, onun ruhuna ve yaratıcı dehasına sırt çevirmekle müzikteki biçimci akım, halk düşmanı yüzünü olduğu gibi ortaya koymuştur.” (agy., s. 75)
Jdanov, “Toprak ağası Glinka’nın, devlet memuru Serov’un ve aristokrat Stasov’un sizlerden daha demokrat olduklarını belirtmek gerekir” diyerek bu bestecileri överken, Ekim devrimi öncesinde bunların eserlerinin halk tarafından tanınmadığını, halkın kulağının alışık olmaması anlamında ‘halka yabancı’ olduğunu unutuyor! Klasik müziğin kitlelere tanıtılması Ekim devriminden sonra parti ve devletin bilinçli çabasıyla olmuştur.
Jdanov gerçi konuşmasında “Klasik mirasın müzik kültürünün doruk noktası olduğunu iddia etmiyoruz. Eğer böyle bir şey söyleseydik, ilerlemenin klasiklerle son bulduğunu kabul etmiş olurduk. Ne var ki, bugüne kadar klasikler aşılmamıştır” diyerek, “yeniliğe” ve “ilerlemeye” tabii ki karşı olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ancak bu genelliğin ötesine geçip somuta indiğinde, neyi biçimcilik olarak yargıladığına bakıldığında, tam da klasisizmin kalıplarına takılıp kalmayı öğütlediğini görüyoruz. MK’nin kararındaki anlayışlar da Jdanov’un bu görüşlerine denk düşmektedir.
Biçimciliğe karşı mücadele edelim derken, Parti MK’nin bizzat kendisinin biçimciliğe düştüğünün en belirgin örneği, çoksesli müzik ile teksesli müziği karşı karşıya koymasıdır. Burada da “alışılmış” çoksesli (klasik) müzik ve (halk türküleri) korosunun dışına çıkarak yeni bir stil deneyenler, “halka yabancılık”, “dekadanlık” (müziğin çöküşe götürülmesi) vb. suçlamalarıyla karşı karşıya kalmaktadırlar. Çoksesli müzik ile teksesli müziğin karşı karşıya konması çok tuhaftır ve bize geçmişte ülkemizde devrimci ve halk sanatçılarının yürüttüğü tartışmaları hatırlatmaktadır. Ne var ki, o dönemler yürütülen tartışma tam tersi yönde olmuş, çoksesli müzik “halka yabancı” bulunurken teksesli, en iyisi de saz eşliğindeki müzik ‘devrimci müziğin doruğu’ olarak propaganda edilmişti (kimileri hâlâ bu yaklaşımları sürdürüyor!) Çoksesli müzik denemeleri en az ‘Beethoven’in kapı gıcırtısı senfonisi’ kadar (klasik müzik böyle alaya alınıyordu!) ‘halkımıza yabancı’ bulunuyordu.
Çoksesli müzik ile teksesli müziği, tonal müzik ile atonal müziği vb. karşı karşıya koyarak bunlardan birini diğerinin lehine reddetmek, formalizme karşı mücadele adına da yapılsa, formalizmin bizzat kendisidir.
Görüldüğü gibi burada sözkonusu olan A. Z. Çelik’in iddia ettiği gibi “Biçimci burjuva idealist sanat anlayışlarının eleştirilmesi” değildir. Sözkonusu olan, Güney’de tespit edildiği gibi, klasisizmin, tek bir biçimin mutlaklaştırılması yönünde bir gelişme, çizgidışı biçimleri kullananlara getirilen sınırlandırmalardır.
İlgili kararın son bölümünde Sanat Sorunlarından Sorumlu SSCB Bakanı (firapçenko) ve Sovyet Bestecileri Birliği Örgütleme Komitesi Başkanı (Kaçaturyan) “Sovyet halkına yabancı formalist yönü geliştirmek”le mahkum edilmiş ve “Müzik alanını düzeltmek için ilgili parti ve sovyet organlarının örgütsel tedbirlerinin onaylan”dığı vurgulanmıştır.
A. Z. Çelik, daha önce de somut olarak ortaya koyduğumuz örneklerle ilgili olarak tavır takınacağına, tartışmayı “komünist sanatçılar eleştirilemez mi?”, “biçim eleştirilemez mi?” noktalarında yürütüyor. Bunun aksini savunan kim? Güney dergisinde gayet net olarak bizim eleştiriden yana olduğumuz, biçim konusunda da eleştiri talep ettiğimiz ortaya konulmaktadır. Sorun, sanatçıların eleştirilmesi, biçimin eleştirilmesi vb. değil, kendi alanlarında yenilikler deneyen sanatçıların karşısına yukarda somut olarak ortaya koyduğumuz biçimde “halka yabancılık”, “formalist” suçlamalarının dikilmesi ve bunların örgütsel tedbirlerle engellenmesidir.
Bir başka tartışma noktası, “soyut sanat” (Abstrakte Kunst) konusudur. Bu tartışmada da taşları yerli yerine oturtmakta fayda vardır. “Abstrakt/soyut sanat” modernist sanat biçimleri tartışılırken, realizmden ayırmak için kullanılan kavramdır. Bir dönem, tabiatta bulunduğu biçimiyle bizim algıladığımız herhangi bir cismin/cisimlerin “seçilemediği” sanat stilini kullanan (özelde resim sanatında) sanat akımı “soyut sanat” olarak adlandırılmıştır. Neyin soyut sanat olduğu konusunda da hem burjuva sanat akımları içinde, hem de sosyalizm cephesinde farklı bakış açıları mevcuttur. Sovyet Ansiklopedisi’nde soyut sanat içeriksiz, “fikirliliğe (İdeengehalt) karşı, gerçekçiliğe karşı” bir akım, uç noktada formalist bir akım olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada da kimi burjuva sanat akımlarının gerçekten içeriksiz ve fikirliliğe karşı olan yaklaşımlarından kendilerini ayırma, formalizme karşı mücadele etme çabası içinde bir başka uç noktaya varılmaktadır. Doğada ya da toplumda varolan ve bizim algıladığımız cisimlerin yeralmadığı bir sanat eseri “içeriksiz”, “fikirliliğe karşı”, “formalist” olarak değerlendirilmektedir. Aslına bakılacak olursa, soyut sanat kavramının bizzat kendisi sorunludur. Çünkü her sanatsal eser, gerçekte gerçekliğin bir soyutlamasıdır.
A. Z. Çelik bu konuda şunları söylüyor:
“Soyut sanat (Abstrakte Kunst) Sovyetler Birliği’nde haklı olarak en uç noktada formalist olduğu için eleştirilmiştir. Bu sanat anlayışının Sovyet Devleti’nde belli pozisyonlara getirilmiş olan (örneğin resimde Maleviç vb.) veya komünizmi benimseyen kimi sanatçılar tarafından savunulması, o anlayışı biçimci olmaktan kurtarmaz. Soyut sanat anlayışında biçim sadece öne çıkarılmaz, sadece biçim vardır! Geometrik şekiller, üçgenler, daireler, çizgiler, renkler! Bunlar başlıbaşına sanat eserinin konusu ve içeriği haline gelirler. Resim sanatı, onun bir şeyi anlatması için kullanılan araçlarına indirgenir. Bu o kadar ileri götürülür ki, Kasimir Maleviç’in, beyaz tuval üzerine çizdiği siyah kare resim sanatında devrim olarak adlandırılır! Bu sanatçılar sanatlarının proletaryaya hizmet ettiğini kanıtlamak için, soyut resimlerine ve diğer sanat eserlerine devrimci başlıklar koyarlar.”
Bu paragrafta birden fazla yanlış vardır.
Birincisi: “Soyut sanat anlayışında …salt biçim vardır” iddiası doğru değildir. Bir eserde salt “geometrik şekilleri, üçgenleri, daireleri, çizgileri ve renkleri” görür, o renklerde ve şekillerde örneğin Kasimir Maleviç’in “Bıçak Bileyen Adam”ı (1912 –kübo-fütürist stil) resmettiğini görmezlikten gelebilirsiniz. Buna rağmen, o Maleviç’in eserinde vardır, dolayısıyla o eserde varolanın salt biçim olduğu iddiası ayakta tutulamaz.
İkincisi: Maleviç’ten örnek veriyoruz, çünkü bu noktada da problem var. Diğer sanatçılar gibi Maleviç de her dönem aynı Maleviç değildir. Maleviç, Ekim Devrimi öncesinde kübist ve fütürist okulların stillerinin karışımı olan konstrüktivizmin önde gelen isimlerindendir. A. Z. Çelik’in örnek olarak verdiği “beyaz tuval üzerine siyah kare” Maleviç’in 1914/15 yılına (yani Ekim Devriminden önce) ait bir resmidir ve yeni stilinin ilk örneğidir. Maleviç buna benzer daha bir dizi resim üretmiş ve bu eserlerini “subrematizm” olarak adlandırmıştır. Bununla anlatılmak istenen, duyguların cisimler üzerindeki egemenliğiydi. Maleviç’in “beyaz tuval üzerine siyah kare”si ya da “beyaz tuval üzerine sarı dörtgen”i şüphesiz formalizmin birer örneğidir.
Ekim Devrimi öncesinde idealist/metafizik sanat anlayışına sahip olan Maleviç, devrimi izleyen yıllarda komünizmin etkisinde kalmış ve salt resim sanatıyla uğraşmayı bırakarak başka sanatçılarla birlikte çok yönlü bir sanat faaliyetine geçmiştir: Afiş çalışmaları, tipografi, fotografi, ajitasyon sanatı, illüstrasyonlar vb. (Proletkult). Dolayısıyla Maleviç ve kimi diğer sanatçıların sanat anlayışlarında ve ürettikleri eserlerin içeriğinde niteliksel bir değişme olmuştur. A. Z. Çelik bunu görmemektedir. 20’li ve 30’lu yılların Maleviç’ini 1914/15 yılına ait “beyaz tuval üzerine siyah kare” tablosunu örnek vererek yargılamak doğru değildir.
Güney dergisinde Picasso, Grosz, fiostakoviç, Mayakovski ve diğer sanatçılar da yeni biçimler denedikleri için “biçimcilik” eleştirisine maruz kaldıkları noktasında örnek olarak verilmiştir. Ancak, A. Z. Çelik de sosyalist gerçekçiliğin içeriğini, 30’lu yıllarda SBKP(B)’de hakim olduğu gibi klasik gerçekçi stil olarak doldurduğundan, bizim doğru bir içeriğe yeni biçimler arayışı olarak değerlendirdiğimiz eserlere “formalist” damgasını basmaktadır. Tüm bu tartışmada kavranmayan öz, “sosyalist gerçekçilik”in durağan, değişmeyen bir biçim, bir stil değil, toplumsal gelişmeye bağlı olarak gelişen, kendini içerikte ve biçimde yenileyen, gelişen bir tutum olduğudur. Böyle olduğu için de A. Z. Çelik Güney’in esasta sosyalist gerçekçiliği reddetme eğilimi içinde olduğunu iddia etmektedir.
Sosyalist gerçekçiliğin içeriği Sovyetler Birliği’nde 30’lu yıllardan sonra, özelde de 47-48 yıllarında doldurulduğu gibi doldurulursa, sanat alanında o dönem realizmin olumlu örnekleri olarak değerlendirilen eserlerdeki biçimlerin tekrarlanmasından öte yapılacak bir şey yoktur. 48’deki MK kararlarından bundan başka bir sonuç çıkmaz.
Anlaşılırlık üzerine…
Bu noktada da ne savunduğumuzu yeterince açık bir biçimde ortaya koyduğumuzu düşünüyoruz. Sanatçı ile onun eserini dinleyen, okuyan, algılayan, kısacası tüketen kitle arasında organik bir bağ vardır. Sosyalist sanatçı elbette ki, kitleler tarafından anlaşılmayı, beğenilmeyi hedefleyecektir. Buraya kadar sorun yok. Ancak, herhangi bir sanat eserinin “yoz”, “dekadan” vb. olarak damgalanması için onun andaki bir durumda sunulan kitle tarafından anlaşılmamış olması da yetmez. Sanatçı, yeniyi, daha iyiyi aradığı ve kullandığı ölçüde, kitlelerin beğenisine ilk anda ters olan eserler de yaratabilir. ‘Alışılmamış’ı alışılmış kılmak belirli bir süreç işidir. Bunun için her ikisi de gereklidir. Hem kitlelerin bilinç ve kültür seviyelerinin yükseltilmesi için alışılmış olanın, beğeni toplayanın üretilmesi, hem de yine aynı amaçla yeninin denenmesi. Bu ikisi bir bütündür. Jdanov müzik üzerine daha önce de aktardığımız konuşmasında olayın salt bir yönüne parmak basıyor: “Eğer Sovyet bestecilerinin bir bölümü elli ya da yüz yıl sonra anlaşılacaklarını ve çağdaşları tarafından değilse bile kendilerinden sonrakiler tarafından övüleceklerini düşünüyorlarsa, işte o zaman durum gerçekten korkutucudur. Böyle bir düşünceye kapılmak son derece tehlikelidir.” (age s. 75)
‘Ben yüksek sanat yapıyorum, bugün anlaşılmam önemli değil’ anlayışına sahip olanlar, gerçekten de iflah olmaz burjuvalardır. Fakat, sanatta atılım, ilerleme gayreti içinde olanlara, kitlelerle karşılıklı iletişim içinde bulunma imkânı tanınmak zorundadır. Bir sanat eserinin kitleler tarafından hangi süreç içinde anlaşılacağı bir yanıyla da kitlenin kültür seviyesinin hangi hızla geliştiği, yükseldiğine bağlıdır. Jdanov ve Parti MK’nin tavırlarında ise gerçekten halkın ne kadar anlayıp anlamadığından bağımsız olarak, belirli biçimleri reddetmenin gerekçesi olarak “halka yabancı”lık kavramı kullanılmakta ve ileri sürülmektedir.
Sosyalist gerçekçilik ve içeriğin çerçevesi…
A. Z. Çelik, Güney dergisinde savunulan, sosyalist gerçekçiliğin içerikte de sınırlarının dar çizildiği görüşüne itiraz ediyor.
Önce Güney’in Sovyet Ansiklopedisi’nde söylenenleri çarpıttığı iddiasıyla ilgili olarak:
Güney dergisinde sosyalist gerçekçiliğin içeriği konusunda 30’lu yıllardan itibaren neler söylendiği Sovyet Ansiklopedisi’nden derlenerek aktarılmaktadır. Bu nedenle de “sosyalist gerçekçiliğin içi, ‘Sovyet yurtseverliği, vatanın savunulması, özgür emekçilerin yaşamındaki mutluluk ve büyük önderler Lenin ve Stalin’e sevgi’ şeklinde doldurulur” dendiği noktada, kaynak olarak Büyük Sovyet Ansiklopedisi cilt 2, sayfa 1591–1641 verilmektedir. Bu cümlenin toplam 50 sayfaya yayılmış olması elbette ki mümkün değildir. Bu nedenle burada somut bir alıntı değil, anlayışın içinin doldurulduğu çeşitli belirlemelerin derlenmesi sözkonusudur. Bunun alıntı imgeleri ayrı ayrı kullanılarak daha açık konması doğru olurdu. Bunun yapılmamış olması bir hatadır. Ancak, biçimde işlenen bu hata, içerikte görüşün çarpıtıldığı anlamına gelmemektedir. Kaldı ki, A. Z. Çelik’in aktardığı bir diğer alıntıda da aynı içerik başka kelimelerle anlatılmaktadır: “Günümüzde ve geçmişte sosyalizm uğruna mücadele, Bolşevik Partinin tarihi, Lenin ve Stalin tipleri, sosyalist anavatan ve sosyalist insan – bunlar tipik hale gelen konulardı. Sovyet sanatı sosyalist realizmin stilini oluşturdu ve en iyi çalışmalarında gerçek halkçılığın özelliklerini geliştirdi” (s. 1591).
A. Z. Çelik, “tipik hale geldi deniyor”, “sosyalist realizmin içeriği şu şekilde dolduruldu denmiyor” türünden bir tartışma yürütüyor. Bizce bu da sorunun esasını tartışmaktan kaçmaktan başka bir şey değildir.
A. Z. Çelik yazısının bir yerinde süreç içinde birçok sanat eserinde çelişkisizlik eğilimine girildiğini teslim ediyor:
“Her konuda olduğu gibi, sanatta da bir aşırı uca karşı mücadele yürütürken, bu mücadeleye yoğunlaşılırken, öbür aşırı uca düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalınmıştır. Lenin ve Stalin döneminin sosyalist Sovyetler Birliği’nde sanat alanında esas olarak doğru siyasetlerin yürütüldüğünü savunuyorum. Ancak bu, doğru siyasetlerin her zaman doğru kavrandığı ve doğru uygulandığı anlamına gelmiyor. Sovyetler Birliği’nde sanat alanında yapılan hatalar konusunda getirilen bir dizi eleştirinin kuşkusuz doğruluk yanları var. Örneğin sanat eserlerinde, yaşanan sosyalist gerçeklik içinde olumlunun öne çıkarılması, olumsuzun hiç gösterilmemesi ve herşeyin tozpembe gösterilmesi şeklinde yorumlanırsa, bu yanlıştır. Birçok sanat eserinde bu eğilime girilmiştir ve sonraki yıllarda ‘çelişkisizlik’ anlayışı olarak eleştirilmiştir (maalesef bu doğru eleştiriler revizyonist döneme sarkmıştır ve revizyonistler bu eleştirileri Marksizm-Leninizm’e saldırı için kendilerine alet etmişlerdir.)”
A. Z. Çelik en azından bu noktada eleştirilerimizin haklılığını kısmen kabul ediyor. Fakat burada sorulması gereken soru şu: Bu eğilimin gelişmesiyle sanat alanında güdülen siyasetin, sınırlamaların ilişkisi yok mu? Sosyalist gerçekçilik budur yönünde bir çerçeve çizerseniz, aynı zamanda bir dizi sanat stilini ve eseri “halka yabancılık”, “dekadanlık”, “Sovyet insanının tabiatına aykırı” vb. nitelendirerek yargılar, hatta yasaklarsanız, kaçınılmaz olarak sanatçıları “olumlu” örnekleri kopyalamaya yöneltmez misiniz? Biz yöneltirsiniz, diyoruz. Bu deneyimi değerlendirerek, çerçeveyi olumluyla değil, olumsuzla çizmenin doğru olduğunu savunuyoruz.
fiimdi somut örneklere gelelim. Güney dergisinde 1946’daki parti kararıyla ve Jdanov’un savunduğu içerikle Zoşçenko’nun Sovyet edebiyatından atılması yanlış, yasakçı yöntem olarak değerlendirilmektedir. A. Z. Çelik, bu konuda net bir tavır takınacağına “Burada gözardı edilen yine somut koşullardır. Zoşçenko gibi yazarların Sovyet edebiyatından dışlanması sanki genel siyasetmiş gibi genelleştiriliyor” şeklinde kaçamaklara başvuruyor.
Zoşçenko’nun Jdanov ve Parti MK tarafından Sovyet düşmanı olarak değerlendirilen “Bir Maymunun Maceraları” adlı mizah öyküsünü okuyucularımızın bilgisine sunduk. fiimdi herkesin bu öyküyü ve Jdanov’un öyküyle ilgili tavrını değerlendirmesinin ve bunun mutlaka yasaklanması gereken bir eser olup olmadığı hakkında karar vermesinin şartları mevcuttur.
Kaldı ki, bizim değerlendirmemiz, Zoşçenko’nun çok değerli bir yazar olduğu vb. de değildir. Zoşçenko’nun ilgili öyküsü de eleştirilebilir, eleştirilmelidir. Ancak, Zoşçenko’nun Sovyet halkını karikatürleştirdi, Sovyet halkını tembel, donuk, aptal ve kaba saba olarak gösterdi gerekçesiyle vb. Sovyet edebiyatından kovulması, ideolojik mücadelenin nasıl yürütüleceği konusundaki yanlışa işaret etmektedir.
A. Z. Çelik’in ‘özel şartlar’la açıklamaya çalıştığı, ve genel siyaseti belirlemeyen örnek olarak değerlendirdiği Zoşçenko örneğini bir kenara bırakıp, “Büyük Yaşam” filmi hakkında karar’dan bölümler aktarmak istiyoruz.
“Büyük Yaşam” filminin ikinci bölümü Parti MK kararıyla gösterimden kaldırılmıştır. Kararda film “ideolojik-politik olarak hatalı ve sanatsal olarak zayıf” biçiminde değerlendirilmiştir.
Bu filmi tanımıyoruz. Buna rağmen, yasaklama kararında ortaya konan kimi açıklamalara baktığımızda bunların yanlış bir anlayışa işaret ettiğini görüyoruz.
“Büyük Yaşam filminde Donets Havzası’ndaki yeniden inşa öyle gösterilmektedir ki, sanki işçilerin maden ocaklarını yeniden inşa etme inisiyatifleri devlet tarafından yeterince desteklenmemiş, bilakis devlet organlarının direncine rağmen kabul ettirilmiştir. Devlet organları ile işçi kollektifi arasındaki ilişkilerin bu şekilde gösterilmesi tamamen yanlış ve sahtedir. Çünkü, ülkemizde işçilerin her önerisinin, her inisiyatifinin devlet organları tarafından en büyük desteği buldukları herkes tarafından bilinmektedir.
Yeniden inşa içinde olan bir maden ocağının Parti örgütü sekreteri bilinçli olarak öyle olmayacak bir durumda gösterilmektedir ki, sanki işçilerin inisiyatifini desteklediğinde bu, kendisinin Partiden atılmasına yolaçarmış gibi bir durum çıkmaktadır. Film yapımcıları olayı, Parti sanki ekonominin yeniden inşasını kendine dert edinenleri Partiden atabilirmiş gibi koyuyorlar.
Filmde Donets Havzası’na gelen genç kadın işçilerle acımasızca alay edildiği gösterilmektedir. Onlar pis, yarı yıkık bir barakaya yerleştirilip, tam bir bürokrat ve alçağın eline teslim edilmektedirler. Maden işçileri en temel konularda bile kadın işçilere yardım etmemektedirler. Kızların kaldığı nemli, içine yağmur yağan barakayı onaracaklarına, dalga geçer gibi mızıka ve akordeonlarıyla onları eğlendirsin diye birilerini yolluyorlar.” vs. vs.
Burada aktardığımız pasajlar, sözkonusu filmin ideolojik-politik yanlışlarının ve bu nedenlerle gösterilmemesinin kimi gerekçeleridir. Bu gerekçelere bakıldığında bunların ortak özellikleri, Sovyet toplumundaki bir takım (olası) olumsuzlukları da göstermesidir. Bu gerekçelerde (en azından eğilim olarak) tek tek Partililer ve Parti organları şahsında gidişatta kimi bozuklukların gösterilmesine, Sovyet insanlarının, işçilerinin olumsuz, örneğin kadınlara karşı tutum gibi eski toplumdan kalan anlayışlara sahip olduklarının gösterilmesine karşı çıkılmaktadır. Hatta, ‘bizde böyle şeyler olmaz’ tavrıyla, film yapımcısı Sovyet gerçekliğini çarpıtmakla suçlanmaktadır.
Sanatçılardan Sovyet toplumunu ve Sovyet insanlarını daima olumlu, güzel gösteren, bütün kurguyu toplumun pürüzsüz-çelişkisiz biteviye ilerlemesi üzerinde yükselten, “eleştirisiz”, çelişkisiz eserlerin talep edildiği burada ortaya çıkmaktadır. Bu sosyalist gerçekçiliğin içeriğinin yanlış bir biçimde doldurulmasından başka birşey değildir.
Aynı kararın devamında “Büyük Yaşam”ın (L. Lukov) dışında “başarısız ve hatalı” olarak Eisenstein’ın “İvan Grosny”, Pudovkin’in “Amiral Nahimov” ve Kosintsev ve Trauberg’in “Basit İnsanlar” adlı filmleri de sayılmakta ve “Bu kadar sık yalan ve yanlış filmlerin yapılmasının nedeni nedir? Ünlü Sovyet filmcileri, Lukov, Eisenstein, Pudovkin, Kosintsev ve Trauberg gibi önceden sanatsal olarak yüksek değerde filmler yapan yoldaşlar neden fiyaskoyla karşılaşıyorlar?” sorusu sorulmaktadır. Verilen cevap doyurucu olmaktan çok uzaktır: “Çalışmalarının esas zaafı yükümlülükleri karşısında sorumsuz davranmaları ve filmlerin yapımına ciddi bir şekilde sarılmamalarıdır. Çalışmalarının esas zaafı, el attıkları konuyu derinlemesine incelememeleridir.”
Bizce, yukarda aktardığımız pasajlar bir kere daha Güney dergisinin teşhisini doğrulamaktadır. İçerik ve biçimde giderek daralan sınırlar Sovyet sanatçılarını handikapa sokmuştur.
Kişiye tapma sorunu…
A. Z. Çelik’in şu tespiti elbette doğrudur: “Ne ülkenin her tarafını önderlerin heykelleriyle ve resimleriyle süslemek, ne de bunu yapmamak, geriye dönüşe karşı elle tutulur bir tepki gösterilmesinin garantisidir.” Bu noktada yanlış bir ilişki falan kurmuş değiliz. A. Z. Çelik’in iddia ettiği gibi “kitlelerin ideolojik eğitimi ihmal edilmiş de bunun yerine bol bol ustaların heykelleri dikilmiş” gibi bir iddiada da bulunmadık. Biz belirli bir tespitte bulunuyoruz: “Sanat alanında Lenin ve Stalin’in bu derece yoğun işlenmesi, ülkede gelişen kişiye tapmanın sanat alanındaki ifadesinden başka birşey değildir.” (Güney, Sayı 5, s. 45)
Devamen, Lenin ve Stalin’in resimlerinin, heykellerinin yapılmasına tümden karşıyız da demiyoruz. Burada sorun, ölçüyü tutturma sorunudur. Bu noktada Güney dergisinde “Lenin ve Stalin de oynadıkları tarihi rol içinde ve ölçüsünde sanat eserlerinde yeralmalıdırlar!” tespiti yapılmaktadır.
A. Z. Çelik bu noktada bilimsel bir araştırma talep ediyor. Bunun yapılması şüphesiz faydalı olacaktır. Fakat bu, Sovyetler Birliği’ndeki sanat ve kültür alanındaki siyasette, kişiye tapmanın gelişmesine yolaçması noktasında bir yanlışın tespit edilmesinin engeli değildir. Lenin ve Stalin’in resimlerinin, heykellerinin “gereğinden fazla” kullanıldığının tespiti için uzun araştırmalara gerek yoktur. Her devlet dairesinde, her okulda, her çocuk yuvasında ve kamu binalarında Lenin ve Stalin’in resim veya heykellerinin yeraldığı; her şehirde birden fazla parkta, meydanda vb. büstlerinin dikildiği koşullarda ölçünün kaçırıldığı hemen göze batmaktadır. Öyle ki, kırılan, eskiyen ya da vandalizme kurban giden Lenin-Stalin heykellerinin yerine derhal yenilerinin dikilebilmesi için ufak-çaplı bir sanayi gelişmiştir.
***
A. Z. Çelik’e ve bu tartışmada yeralan herkese önerimiz, sosyalist bir ülkenin kültür politikası ne olmalıdır konusunda net tavır takınmalarıdır. Biz bu konuda tavrımızı şöyle belirledik:
* Sosyalist sanat, biçime tam bir özgürlük tanımalı, biçime sınır konulmamalıdır.
* İçerikte de sınır, “neyin olması gerektiği” biçiminde değil, nelerin olmayacağı ile “olumsuz”la çizilmelidir.
* Sanat, kişiye tapmayı teşvik eder biçimde kullanılmamalıdır.
Bizim geçmişin değerlendirmesinden çıkardığımız sonuç budur. Görüşlerimizi, Sovyetler Birliği deneyiminin sahip çıktığımız kazanımları ve yanlış bulduğumuz kimi uygulamaları bağlamında somut örnekleriyle ortaya koyduk. Bizim değerlendirmelerimize karşı olanlardan da beklediğimiz, edebiyat, film, tiyatro, resim alanından örneklerle göstermeye çalıştığımız yanlışlara, bunun geri planında duran siyasetle bağ içinde somut tavır takınmalarıdır.
Biz, Sovyetler Birliği’nde kültür ve sanat alanında uygulamada ortaya çıkan yanlışların bir bütün olarak kazanımlar içindeki rolünü doğru değerlendirdiğimizi düşünüyoruz. Dahası, Sovyetler Birliği’nde komünistlerin bu tür yanlışlara düşmesini bir yanıyla ‘anlaşılır’ da buluyoruz. Onlar, tüm diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da yepyeni bir yolda ilerlemek göreviyle karşı karşıyaydılar. Onların önlerinde öğrenebilecekleri bir örnek yoktu. Kendilerine üzerinde ilerleyebilecekleri bir yol açmak zorundaydılar. Ve bunu yaparken, kendi hatalarından öğrenmekten başka çareleri yoktu. Emperyalist abluka altında tek başlarına iç ve dış düşmanlara karşı savaşmak zorundaydılar. Bu nedenle onların kimi yanlışlara düşmeleri anlaşılırdır. Anlaşılır olmayan ama, bugünkü tartışmada bazı arkadaşların bu yanlışlara sarılmalarıdır. Biz geçmişten öğrenmek zorundayız. Bugün geriye dönüp bakma, yanlışların sonuçlarını görme imkânımız var. Yanlışları tespit etmekten çekinmemeliyiz.