1-Aydının serencamı ve kimliği
Denizde boğulmak üzere canhıraş çırpınan birisine fırlatılan can simidine benziyor Aydın.
Ne zaman muktedir gamlı haç cübbesini giyerek demir pençesiyle toplumun sesini soluğunu kesmeye yeltense daha çok aranıyor aydınlar, tartışılıyor da. Kundaktayken kulağımıza üflenen masalların derimizin altına işlenmesinden mi, hep öncü gereksinmesi duyulmasından mı fellik fellik kurtarıcılar arıyoruz. Aydına yüklenen misyon; sessizliğin hükümdarlığında yel değirmenlerine savaş açan Don Kişotvari çığlığıyla sessizliği parçalaması.
Haksızlık yaptığımızı düşünüyorum aydına, kuvvede o cevher bulunmayınca fiil nasıl huruç eylesin. Vakainüsler aydınların, kendi sonlarını getirecek çığlık metinlerini yazdıklarını, o metinler de bizi kızgın ve öfkeli bırakacak ve boşluğa itiverecek, bütün bildiklerimizin köküne kuşku tohumları ekecek kışkırtıcı soruların bulunduğunu yazdılar mı? Henüz okumadım. Bahsedilen entelektüel ise, o bahis başka, onlar bu dünyada yalnız kalmaya, anlaşılmamanın gadrine uğramaya, hep birkaç asır sonrasının kafasını taşıyan, bilinen bütün hakikatleri dinamitlerken bu yolun çok meşakkatli olduğunu bilecek denli engin ve vuslat denilen bir yerin olmadığını bilen bilgelerdi. Tarih onları yazdı ve/veya onlar tarihi yazdı; sık sık yollarımız kesişmese de hâlâ yaşayanları var. Aydın tanımlaması ve belirlenimleri üzerinde tahkirde enflasyonu yapıldığında, vurucu cümlelerin zemini oluşturulurken çoğunlukla; geri kalmış (veya geri bıraktırılmış) ülkelerin en çok ihtiyaç duyduğu toplumsal kategori peşrevi veriliyor. İleri ve geri tanziminin ölçütü de ekseriyetle modernitenin düşün gardırobundaki şık elbise; teknoloji veya pozitivist bilim oluyor. İndirgemeci anlayışla; teknolojinin gelişmişlik seviyesiyle, toplumun; demokrasi, eşitlik, adalet, özgürlük bilinçlerinin birbirine koşut geliştiği ifade ediliyor. Bu nedenlemeci akla göre, bilimin ve teknolojinin çok ileride olduğu ülkelerde-toplumlarda, demokrasi ve özgürlük bilincinin de tarihsel olarak çıtanın tepesinde olması gerekiyor. Elimde küre-i arz bulunmuyor, gelecek kehanetinde bulunamam. Bu gün yaşıyoruz, geçmişi de öğrenebiliriz/bilebiliriz: ABD, bugün ve 1950-1960’larda, teknoloji ve bilimde, tarihsel ölçülerde çok ileri seviyede idi, hâlâ da öyle ama kanunlarda, 1960’lara kadar ABD’de Afro-Amerikalılar ikinci tür vatandaştı, beyaz bir vatandaşın sahip olduğu haklardan yoksundular ve ötekileştirmenin nesnesiydiler. Seçilme hakları yoktu, işkenceye, hakarete, nefrete ve ötekileştirmeye maruz kalıyorlardı. Afro-Amerikalıların maruz kaldığı, şiddeti, yok sayılmayı, nefreti ve ötekileştirilmeyi yalnızca devlet üretip uygulamıyordu; beyaz patriarkal toplum da üretip uyguluyordu. İktidarı, devletle ve devletin zor-ideolojik aygıtlarıyla sınırlandırıp tanımlamak, fili tilkinin inine sokmaya çalışmaktır: İktidar mekanizması ve ilişkileri; yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya birbirini üreten karmaşık bir seyirde yapılanır. Holokost (Yahudi Soykırımı), Naziler tarafından yapılmıştır. Alman toplumu suçu otoriteye atarak kurtulabilir mi bundan; “anti-semitizm”, “demokratik Avrupa” güçlü ve yaygındır. Dreyffus Davası bunun kanıtlarından biridir sadece. “Demokratik Fransa” devletini “J’Accuse” (itham ediyorum) ile meydan okuyan Emile Zola karşıtı yürüyüşler düzenlendi. “Demokratik İngiltere”, kendi kaderi tayin hakkını kullanmak isteyen İrlandalıları “Demir Leydi”siyle döverken, “başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” diyebildi mi İngiltere toplumu? Örnekleri uzatabilirim, okuyucuyu tafsilata boğmadan ve konunun odağından uzaklaşmadan; normatif dizgenin çevriminde; merkez (teknoloji ve bilim) ve preferi kategorilerinin etrafında ibraz edilen, ileri ve geri kategorileri tarihi lineer çizgide (ve nedenlemeci ereksel mantık doğrultusunda) birbirini art arda takip eden toplumsal formasyonlarla içerimlendirir ki, bu doğalcı-erekselcilikle mühürlü kontemplasyonist yaklaşım evrimci çizgide gelecek kehanetinde bulunmaktan geri durmaz ve düşün dünyası üzerine tüm ağırlığıyla çökerek onu dondurur. Nesne ve özne arasındaki bütün etkileşim ve dönüşümlere kayıtsız kalarak, toplumsal fenomenlere seçkinci yaklaşarak ve onları bağlamlarından kopararak holistik sistemine uydurmaya /uyarlamaya çalışır. Böylelikle filtrelendirilmiş ideolojik dolayımda, toplumsal fenomenler ve özneler arsındaki bağlam ve arızaları, bu arızaların şiddetini ortadan kaldırarak münezzeh bir spektrum oluşturur; orda yeni bir soru yoktur, bütün sorular yanıtlanmıştır.
Parendetik hamle ile aydın mefhumu üzerinde kalem oynatmaya devam ederken, aydının serencamına dair birkaç kelam eyleyelim; Osmanlı döneminde aydının karşılığı münevver idi; nurlanmış, nur, ışık saçan manasında kullanılıyordu. Henüz yüzünü Batı’ya dönmesi gerçekleşmediğinden, nur, teolojinin ilmiydi, münevverin de misyonu devleti kurtarmaktı. Genç cumhuriyet yüzünü Batı’ya döndü: (muasır medeniyet) seviyesine ulaşmak hedefleniyordu ve devletin, ceberut yüzü kendini, hak arayan işçilere, köylülere, ezilen uluslara/etnisitelere, inançlara katliamlarla, darağaçlarıyla gösterirken ve kendi içinde de İstiklal Mahkemeleri’yle muhalefet tasfiye ediliyor. Ermeni Soykırımı‘nda bilfiil görev almış, sonrasında yargılanıp sürgüne gönderilen eski ittihatçı kadrolar çağırılıp genç cumhuriyetin askeri-sivil bürokrasisinde istihdam edilirken, toplum da Avrupa merkezli burjuva ideolojik kodlar doğrultusunda tepeden inmeci yöntem ile dizayn edilmek hedefleniyordu. Münevverden tevarüs aydın asker selamıyla “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak gayesiyle silah başı yapıyordu. Devletin, bürokrasinin ve toplumun radikal modernleşmesini bayrak edinen, bir kısmı TKP tedrisatından geçmiş, Şevket Süreyya Aydemir ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun öncülük ettiği bir grup aydın, bizzat Mustafa Kemal’in talimatıyla, Kadro dergisini yayınlamaya başladılar. Kadro Dergisi, kemalist burjuva modernleşmeyi müesses nizamı moderniteye göre dizayn etmeyi hedefliyordu. İktisadi kalkınmacı, devlet kapitalizmi bağlamında devletçi, ulusalcılık-milliyetçilik bağlamında anti-emperyalist ve biçimsel sol yönelimliydi. Bu profil, Türkiye aydınının yapıtaşlarıydı. Sonrasındaki yıllarda; mücadelenin, zamanın ve devletin reorganizasyon ihtiyaçlarının da aşındırmalarıyla, aydın, görece nitelik ve biçimsel değişimler yaşasa da; söylemsel değişimlerle ve zamanın zorladığı kabul sınırlarıyla ancak kabuk değişimleri yaşadı. 1961’de Yön Dergisi’ni yayınlayan, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal gibi sol tandanslı aydınlar da; devletlû ve burjuva modernleşmeciydiler. Devrimci ve sosyalist siyasal öznelere de sirayet eden, bazılarının, açık ve örtük savuna geldikleri; “asker-sivil aydın zümre’’, (ordu-subaylar) “zinde kuvvetler”, “darbe seviciliği”, (ve/veya mırmır beklenticiliği); Türkiyeli aydının akıl marifetçiliğinin ürünüdür. (Bedelli askerlik tartışmalarında, parlamentoda yer alan “komünist”lerin, Marx’ın “(Paris) Komünü’nün ilk kararnamesi düzenli ordunun lav edilmesidir” belirlemesi üzerinden atlayarak ordu hamiliğine soyunması ironidir. “Harici ve dâhili mihraklar” perspektifiyle “düzenli orduyu/militarizmi”n mefhumunu (ve pratiklerini) sosyalizme monte eden “kızıl devlet” (müesses nizam) savunusu sosyalistlerdi. Marx’ta “düzenli ordu” mefhumu ve bunu çağrıştıracak fikriyat bulunmaz. Marx, halkın kendi kendini savunmasından, dolayısıyla öz-savunmadan bahseder.
Kabul görülenin aksine, hemen hemen her toplumsal kategoride veya siyasal yönelimde, soldan ya da sağdan olsun aydın bolluğunun bereketinin olduğunu düşünüyorum. Komünizm – komünistlik için materyalizmi kıstas koyabilirsiniz; komünizm, felsefi bağlamda, idealizmin karşısına materyalizmi koyarak serimlenir, açılır ve gelişir. Tarihsel düzlem ekseriyetle siyasal konumlanışı içeren; demokrat, aydın ve hatta devrimci mefhumları ve bunların pratik karşılıkları için materyalist kıstası aranmamalıdır. Arayanlar kendi içlerinde paradoksa düşerler. Örneğin, Kemalizm’in faşist karakterini kabullenmeyen/reddeden, ona devrimci methiyeler dizen, Kürt kıyamlarını dış mihrakların oyunu ve feodal-dinci gerici karakterlerle izah ederek katliamları meşrulayan, ezilen ulusların temel hak mücadelelerini “hepimiz kardeşiz” nakaratıyla savuşturup eşitliği, aklının ve dilinin ucuna getirmeyen… birini aydın olarak tanımlarken (aydın tam da böyle bir şeydir), sıraladığım konularda tam aksi söylem ve pozisyon alan ama materyalist olmayan birini aydın olarak tanımlamamak, tutarsızlık ve paradokstur. Uzun listeler oluşturmadan (insanların neye inanıp – inanmadıklarını açıklama zorunluluğu bulunmuyor), kamusal alanda aşikâr olan ve bu kimlikleriyle bilinen; Hüda Kaya, Mehmet Bekaroğlu, Nuray Mert, Altan Tan, anti-kapitalist Müslüman İhsan Eliaçık’ın aydın olmadıklarını mı iddia edeceğiz?
Aydın, dünyanın ve ülkesinin, siyasal ve sosyal sorunları üzerine düşünen, kafa yoran, tartışan ve tartıştıran, sistemin içinde kalarak ve karşıtlık ürünü normatif dizgenin başka bir versiyonu içinde çözüm perspektifleri sunandır. Aydın taraftır; taraf olduğu siyasal (akım ile organik ilişkilerde kurabiliriz. Ya da onun parametreleri doğrultusunda konumlanırken siyasal angajmana tabiidir. Verili devletin ceberut politikalarını, temel insan hak ve hürriyetleri ihlal edişini eleştirir ve pozisyon alırken ve bu bağlamıyla iktidar karşıtıyken tarafı olduğu bağlamın iktidar alanına karşı ekseriyetle sessiz kalmayı yeğleyerek açıktan eleştiri yürütmekten imtina eder. Çünkü sosyal olarak bu alanın iktidar arpalığından beslenir ve bu alan, olanaklar, tanınırlık, sıfatlar ve mevkiler sunduğundan, aydın, bunları kaybetmekten ve boşluğa düşmekten korkar. Ezilenlerin cümbüşü, meydanları şenlendirdiğinde aydın da gürül gürül akan bir nehir gibi emeğini ve yeteneklerini ezilenlerin cümbüşüne sunar ve onların coşkusuyla iktidara daha sert eleştiriler yöneltir. Celepli çoban aba altında sopasını çıkardığın da Aydın geri çekilir, kıyıda köşede dolanır. Cesaretli ve kararlıdır da aydın; yeri gelir iktidarın gadrine uğrar, bedel öder ama her daim cüretli olduğunu, gerçekleri ödünsüz savunduğunu ve dile getirdiğini ifade etmek ya bir aydın güzellemesidir ya da körler divanının makamıdır. Tabulu ve tapınaklıdır aydın, onların gölgesinde düşünür ve yaşar; onların yeryüzü – otorite temsilcilerine köklü eleştiriler getirdiğinde, ölümden daha beter olan afaroz ve linç nefretinin gazabına uğrayacağını, “dost”larının da korku böceğine teslim olup aynı kervana dâhil olacağını ve bütün kapıların kendine kapanacağını bildiğinden ve de ağzının tadının bozulmasını istemediğinden, içindeki konformistin söylevine ram olur ya da tehlikeli sulardan uzak durarak, ne şiş yansın ne de kebap makamında çıkıp söyler.
2-Konjektörel aydın
Rasyonalist aydının tutum gardırobunda konjonktürel personalar bakidir. Pozitivist tedrisatta, tarih dersinde dimağına kazımıştır; “zamansız öten horozun başı kesilir!” Tarihten ağır kafalar gözlerinin önünde belirir; Hyptia, Sokrates, Hallacı Mansur, Şeyh Bedrettin, Bacon… Onlar vakitsizdi, kalubela kadar eski ve tanıdık, ezelsiz ve ebedsizlerdi. Konjonktürel aydının, uzam ve mekân koordinatları ne olursa olsun, şimdiki zamanın ansal çocuğudur. Eylemi ve söylemi, bir siyasetçinin terazisi ile ölçüp biçip tartarak oluşturur. Celepli çoban dört başı mamur iktidarıyla muhalefetin marjını iyice daralttığında, konjonktürel aydın; ya ortalarda görünmez ya da peşrevi dönemsel “şeytanları” taşlayarak verdikten sonra (kendisinin onlardan olmadığını kanıtlamak zorunda hisseder); dokunduğunda faturası ağır olacak sistemin kırmızı çizgilerine ilişmeden, referansı en fazla burjuva demokrasisinin hümaniter parametreleri bağlamında söylevde bulunur ya da sistemin kabul sınırları içinde “iyileştirmeci” muhalefette pozisyon alır. Konjonktürel aydının kahir ekseriyeti, el-yakan bedel faturası ağır konularda “tıp oyununu” oynamaya çok teşne ve mahirdirler: “Ayrımsız ve istisnasız bütün ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı vardır ve bu hakkı tayin biçimini, savunursunuz ya da savunmazsınız ama bu hakkı tanımak zorundasınız “ya da” kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanır, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını savunmadıkça ve buna uygun pozisyon almadıkça anti-kapitalist olunmaz”, cümlelerini konjonktürel aydından duyamaz ya da okuyamayız.
Türkiye aydının kökünde devlet vardır. Demokratlık rüştün ispatlamış olanların bile ufku; “sosyal hukuk devleti” ile sınırlanmıştır. Rasyonalize edilmiş gerçekliğe hapsolduğundan: gerçekliğin sınırlarını, ne ihlal ederler ne de cüret edebilirler düşünmeye. Ezilenlerin celbine mazhar olan; “özgürlük, eşitlik ve demokrasi” kavramlarını biteviye terennüm ederler de; bu kavramların, içerimi, netliği ve nasıllığı ifade edilmediğinde, suya yazmanın ötesine gidilmez. Ontolojik olarak da boşa konuşmaktır. Siyasetende hiçbir şey söylememektir aslında. Bu kavramların; içerimi – niteliği ve nasıllığı her zamankinden daha fazla önem arz ediyor. Tarihte ve günümüzde; birçok kıyım, felaket, işgal, katliam, sömürü, otoriter yönetim bu kavramların refakati ile işlendi ve oluşturuldu. İşgallerle demokrasiler mi ithal edilmedi?
(Dönemin ABD Başkanı Bush, Irak işgalini: “Irak’a demokrasi götüreceğiz” savunusuyla propaganda ediyordu.) Eşitlik mi, sınıflara ve sınıfsal ayrımlara, bu ayrımların yarattığı koşul – hak uçurumuna değinmeden ya da ırk, millet, inanç, cinsiyet… kategorilerinin ayrımsal sonuçlarına/ya da bunları beyan etme mecburiyetine bırakılmaya değinmeden eşitlikten bahsedilebilinir mi? Hülasa, nitelik farkları, zamansal ve uzamsal konumlanışları ve söylevleri farklı olsa da, aydının alamet-i ferikası, makro sistemin içinde kalarak (yetkinleştirilmiş ve donatılmış başka bir ifade ile uzamın siyasal-sosyal ihtiyaçlarıyla reorganize gidilmiş politik-sosyal versiyonları) dolayımı yeniden ve yeniden üretecek (alanında) yetkin fail oluşlarıdır. Başka bir ifade ile rasyonalize edilmiş makro iktidar sisteminin, burcu ve temsili demokrasi siyaset felsefesinin yönetimsel modelleri, metodolojisi, araçsal işlevsellikleri ve sosyal örüntüleri bağlamında ve bunun muhalefet boylamlarında kalınarak yelpazede konumlanandır aydın. Bu özsel karakteriyle aydın; Fransızcadan alınıp diğer dillere ikame edilmiş “enfantterrible” değildir ve olamaz da: “Enfantterrible”nin birebir çevirisi;“korkunç çocuk-dehşet uyandıran çocuk”tur. Ama içerimi bundan fazla olup vahşi ormanda doğup büyümüş, ehlileştirilmeyen kişi ve/veya ehlileştirilip sisteme yerleştirilemeyen kişi anlamındadır.
Bilginin ve bilgi kaynaklarının/bilgi üretiminin ve yayılımının; iktidarın ve elitist bir zümrenin tekelinde bulunduğu tarih kompartımanlarında, aydının, toplumdaki yeri, önemi ve etkinliği fazlaydı. Okuma – yazması bulunmayan (veya çok az olan) üretilmiş bilgiye erişim olanakları bulunmayan /çok sınırlı toplumlarda, bilgi, sözsel aktarımı menkıbelere, masallara, kabalaya, (sözlü) şiir ve hikâyelere ve sınırlı bulunan yazılı eserlerden temin ediyordu. Kentlerde medreselerde, darülfünunlarda ve benzeri okullarda eğitimi tamamlayanlar, devlet bürokrasisinde/memuriyette istihdam ediliyor ya da dönemlerinin şairleri, ressamları, (17. yüzyılda yaygınlaşmak üzere) romancıları, eğitimcileri/akademisyenleri… oluyorlardı. İstisnai olarak; “omosaazalettere – öğrenimsiz kişi” sıfatıyla değerlendirilen Leonardo da Vinci gibi (resim, teoloji, mimarlık, sanat, matematik) birçok disiplinde yetkin kişilerde bulunuyordu.
Bilgiye erişim olanaklarının sınırlı olduğu toplumlarda farklı disiplinlerde tarihsel yetkinliğe haiz kişiler, tabir-i caiz ise işaret parmağı ile gösterilip el üstünde tutuluyordu. Takriben 1970’lere kadarTürkiye’de özellikle taşrada, öğretmen, muteber ve kalenderdi. Öğretmene saygı da, hürmette, izzet-i ikramda kusur edilmez, pamuklara sararlardı. Münevvere özdeş muallim de pek mahirdi. İsviçre çakısının çok yönlü işlevselliğine sahipti. Yetkin olmadığı alan, elinden gelmeyen iş yoktur: Veterinerlikten tarıma, mimariden sağlığa, edebiyattan felsefeye… uzluk yelpazeleri genişti. Modernitenin ideolojik/kültürel kodlarını uyumlu toplumsal mühendisliğin özneleri olmakla birlikte tek determinatlı konstrüksiyon ile aramıza mesafe koyarak; olgunun, tarihsel – toplumsal karakteri, ontolojik yapısı ve ampirik düzlemdeki seyri bütünlüğünde; öznenin-failin yeniden üretimi akışında özgürlükçü eğilimi de taşıması (tıpkı işçinin, artı-değer sömürüsü ile sistemin yeniden üretimine koşut metalar üretirken –bu sadece yeniden üretimin bir boyutudur– bir yanıyla kendisi ile yeniden üretimi arasındaki çelişkinin farkındalığını siyasal bilince taşıyarak özgürlükçü praksistle sistem eleştirisini serimlemesi ve edimde bulunması gibi), failin, hareket seyrinde diğer faillerle ve sürecin kuvvetleriyle karşılıklı etkileşimi ve tarihsel-toplumsal gelişimin yarattığı itki ve açıların çok yönlü birbirini etkileşimiyle faile yüklenen misyon ve oluşturulan yörünge diyalektik düzlemde yadsınabilir, başkalaşabilir. Hayatın yakıcı çelişkileri amel ve hesapları değiştirir, yadsır.
Vurgulayıp projektör tuttuğum; bilgiye erişim olanaklarının sınırlı olduğu tarihsel koşullarda, aydın; toplumda muteber görülür, eylemine ve söylemine dikkat kesilebilmesi anlaşılırdır. Özellikle de holistik bağlamlarla düşünüp bunların aidiyetiyle huzur bularak varlığını anlamlandıran ve mesihyanik kültürlerde aydın geçer akçe kabul edilebilir.
Bilginin kaynaklarıyla dolayımsız ilişkide olunup olunmadığ; bilginin üretimi, sürümü ve dolaşımı, iktidar ve iktidarcı kürelerin ideolojik merkezlerinin tekelinde olduğu, gösteri toplumunun objesi ve aparatı olarak iletişim ağlarına süzülen bilginin makro sistemin dolayımının yeniden üretiminin önemli bağlamlardan birisi olduğu, bilginin/kültürün metalaştığı ve toplumsal statü belirlemenin yönlendirici nesnesi olduğu kabul tespitleri ve tartışmalarını ıskartaya çıkartmadan; (her başlık önemle irdelenmesi gerekir; örneğin edindiğimiz haberlerin “ana akım medya”nın haber ajanslarıyla iletişim/haber portallarına düştüğünü es geçmeden; araştırma ve analizlerde, birçok disiplin ve analizde kullandığımız istatistiklerin/dataların belli başlı merkezlerden sunulduğu; sosyal/medyaya sürülen haber, data, video… larınne’liğini ve nasıllığını sorgulamadan ya da manipülatif amaçla yapay üretilip üretilmediğini bilmeden doğru kabul edilişi ve pozisyon alınışı iktidarın ve iktidar kümelerinin, psikoloji ve psikiyatri, tıp-sağlık, spor-sanat edebiyat… alanlarıyla veri üzerinde normlar yarattığı ve biyo-politikayla üretilen normların üretim sektörleri ile bağıntılı olduğu ve birbirini tamamlamak üzere kurulduğunu) enformasyona ulaşımın (satın alına bilirlik ölçüsünde) kolay olduğu ve enformasyonun sağlamasını/ya da çapraz okumasını yapabilecek olanaklara erişimin olağanlaştığı, toplumsal statüsü ve konumlanışı önem arz etmeksizin her failin; enformasyon üretebildiği ve bunun dolaşıma soktuğu, hemen hemen her disiplinde üretilen “eser”lerin (niteliği tartışılmakla birlikte), dolaşıma/tüketime/görünüme çıkmasının kolaylaştığı ve de enformasyonun, inovasyonun, katılımın, görünürlüğü, hızlı tüketimi olağanlaştığı; olumlulukları ve olumsuzluklarıyla, avantajları ve dezavantajlarıyla, sınırlılıkları ve fırsatlarıyla örülü ve tek yönlü okumanın bu tarih çizgisini okumaya yetmediği bir zaman dilimindeyiz. Kaçınılmaz olarak her olgunun etkileşimsel dinamiklerle yeniden yapılanıp biçimlendiği bu momentte; aydının da, içerim ve biçimde yeniden yapılanıp tanımlanacağını/veya transversal bağlarla virallaşıp mashedilip edilmeyeceğini yeniden tartışmaya gereksinim olduğunu düşünüyorum.
Entelektüel ve Entellektüelin Praksisi
1-Doğruyu söyleme cüreti veya parrhesia
Aydın ve entelektüel mefhumlarının birbirine bağıntılı iki ayrı olgu olarak değerlendirip serimlemek gerekiyor. Düşünce tarihinin termiolojisinde ekseriyetle, entelektüel iktidarın hakikat rejiminin dayandığı, iktisadi yapı kurumları, ideolojik üst-yapısını ve araçlarını, söylenecisini… eleştiren, tutum alan ve bunları yatsıyacak mücadelede bulunan fail içerimlenmesiyle tanımlanırken; entelektüelin Türkçe’ye taşınması, münevver/aydın mefhumlarıyla karşılığını bulsa da; Türkiyeli aydının serancamı ve düşünsel gardırobu; iktidarı/devleti, korumak, modernize etmek, uzamsal neorganizasyonda araçsal olmak ve/veya makro sistemin-iktidarın muhalefet çeperinden kalarak; makro sistemin farklı bir versiyonunu yaratmak perspektifinde konumlanmak olduğundan ayrı bir karakter mahiyetiyle spesifikleşir.
Entelektüeli ayrıştıran özelliklerin başında düşünsel/kılgısal oluşumu dolayımsız ya da son tahlilde belirleyen, düşünsen hegamonyayı ve heteronomiyi (yaderkliği) yatsıyıp kendi olmayı seçebilmesi ve risk alabilmesidir; Antik Yunan demokrasisinde üç kavram önem arz ediyordu; İsegoria, eşit konuşma hakkı mahiyetine denk düşüyor. Demos’un (halkın) karar alma sürecinde her bireyin eşit konuşma hakkı bulunuyordu. İsonomiaise, eşit katılım demekti. Site devletinde yaşayanların toplumsal statüsüne bakılmaksızın karar alma sürecine katılım hakkı esastı. Sonuncusu ise, Grek edebiyatında da yer alan parrhesia idi.
Parrhesia; doğruyu söylemek, hakikat sözcüsü olmak, doğruyu söylemek cüretinde bulunmak anlamlarına geliyordu. Hakikati söylemek, topluluğun kahir ekseriyetinin benimseyip kabul edildiği bir hususu dile getirmek, kabul edilmiş anlayış, yaşayış ve ya önermelerin temrininde bulunmak değildi. Topluluğun fark edemediği, sindiremediği, reddettiği ya da muhayyilinde hiç yer edinmemiş bir durumu (düşünce, anlayış, kültürel örüntü, davranış… vb.) risk alarak ifade etme erdeminde/cüretinde bulunmaktı. Parrhesia’yı gerçekleştirene de Parrhesiaastas deniliyordu ve etik erdemlerin içinde yer alıyordu. Parrhesia’yı örtük/saklı doğruları dile getirme erdemi mahiyetiyle tanımlarsak; riskin, niteliği ve biçimi farklılık taşımasıyla; yaşamda yakın bir arkadaşımızın; yaptığı bir işi, tercihi, davranışı, düşünceyi/söylemeni… vb eleştirdiğinizde veya eleştirel analizini sunduğunuz da, şayet konu özgülünde top çevirmiyor, etrafında dolanıp durmuyor, eleştiriyi yumuşattıkça yumuşatmıyorsanız, arkadaşınız küsebilir, öfkelenip öfkesini nefrete dönüştürerek saldırgan eylemlerde bulunabilir, arkadaşlığınızı bitirebilir. Saldırının odağı olmak ve kaybetmek kaygısının yoğun yaşandığı ilişkilerde,“-mış” gibi yaparak; karşılıklı olarak, eksiği-gediği, olumsuzluğu ve yanlışlığı sümen altı eder, yetinme ve idare etme koşullanmalarıyla, fail,“uyum” personasını yüzüne takar, gurur kazanları kürek kürek övüngen cümlelerle beslenir, dili kırbaçlayıp prangalamak marifette tabii sayılır, sırt sıvazlanarak ve saray soytarısının dağarcığından araklanmış balımsın ve pohpohçu kelimelerle, arzu ve istemin evine ihtiyaç ne varsa alınır. Sükût, terbiye, mutedillilik, itaat, itikat, şükür, huzur… kavramları üzerinde yapılanan kişiliklerin ( özgürleştirici) riskler alabilmesi güçtür. Risk almak aşağıdan yukarıya gelişir ve eleştirinin odağı aşağıdan yukarıya( toplumsal hiyerarşi) büyüdüğünde risk te at başı büyür. İktidar olan, gücü elinde bulunduran toplumsal hiyerarşide üstte bulunanların risk alabilmesi ancak bulundukları statüyü ve bunların sağladığı olanaklardan, imtiyazlardan vazgeçmeyi göze alabilmesi ile olasıdır.
Parrhesia’yı gerçekleştiren Parrhesiastas, zamanın bütün boyutlarında; yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya karmaşık hiyerarşilerle makro/mikro iktidarlara karşı görünenin arkasını, örtünmüş gerçekleri, yok edilmeye/unutturulmaya çalışılan hakikatleri ifşa ettiğinden ve eleştirdiğinden tehdit olarak algılanır, pek sevilmez. Parrhesiastas yalnızlığı tercih etmiş kişidir.
Bu bağlamıyla entelektüel, risk alarak doğruyu söyleme cüretine sahip kişidir.
Entelektüeli dolayım aidiyetleri ve siyasal-iktisadi parametrelere göre alan aydından/organik aydından ayıran önemli özelliklerden biridir bu. Aydın/organik aydın, iktisadi kategorilerden birisinin ve bunların -soyutlanarak oluşturulmuş- hakikat rejimlerinin dolayımlarından birisinin tarafı olarak konumlanıp karşıt olduğu tarafı eleştirir/siyasal propagandada bulunarak özel kalifikasyonlarını icra ederken ekseriyetle tarafı olduğu kategoriyi eleştirmez ya da zamanın ruhuna aykırı ve/veya kör göze parmak kabilinde kabul edilen eleştirileri (bu eleştiriler ve tezler, evvelinde kabul edilmiş, yana döne terennüm edilmiş analiz ve tespitlerdir genellikle. Örneğin bu zamanda “dünya yuvarlaktır” demenin ne kıymeti harbiyesi bulunur veya “kapitalizm sömürüye dayalı kötü bir sistemdir” (tekellerin başındakiler ve burjuva ideologlar bile aksini ifade edemediklerini anımsayalım, söylemi bile sarsıntı yaratmıyor) dile getirmekle yetinir. Siyasal-sosyal örüntüsünde yer aldığı kesimin, eksiklerini, olumsuzluklarını ve yanlışlıkları ifade etmek risk taşıdığından yutkunur, dilini ve kalemini rasyonel siyasetin, gerçeklik kipiyle terbiye ederek sükûtta ikrar kılar. Entelektüel ise; çarmıhına çivileri kendisi çakıp gönüllü taşıdığından veya düşüncenin/düşünmenin/düşünce geliştirip eleştiride bulunmanın ağırlığının bildiğinden, rasyonalize edilerek oluşturulmuş gerçekliğin/örülü hakikat rejimlerinin dışına çıktığında (sınır ve tarihsel zaman ihlali yaptığında/zamanın ruhunu tepelediğinde), başına gelebilecekleri önceden öngörür.
Entelektüellerin bize taşınan yaşam öykülerinde, yaşadıklarından pek şikâyetçi olmadıkları anlaşılıyor. Onlar hangi tarihsel dönemde yaşamış olurlarsa olsunlar; siyasal, hatta sosyal bağlamlarda; “yenil bir daha yenil daha güzel yenil” bayrağını devralmışlardı. Bütün Entelektüelleri ruhunda, Hyptia ve Sokrates dolanır; Rosa Lükxemburg’a el veren Hyptia’dır. Rosa sosyalist bir entelektüeldi. Sömürü ve iktidar zincirinin tarihsel bir halkası olan kapitalizmin global eleştirisini ve devrimci paraksisizmle yadsınmasının mücadelesini vermekle sınırlamıyordu, sözünü ve eylemini. Tarih, felsefe, fizik disiplinlerinin major sorularını araştırıyor inceliyordu. Marksist teoriyi eleştirel okuyarak düşünceler gerçekleştiriyor sosyalizmin temel ve aktüel sorularına, teorik ve kılgısal çözümler üretiyordu. Kadının sosyalist hareket içinde çok görünür olmadığı, kadın sosyalist teorisyenlerin ve liderlerin sınırlı olduğu 20. yüzyılın başlarında Rosa Lükxemburg, başlarda saflarında bulunduğu Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin önemli aktörlerinden birisi olabilecek donanım ve yetkinliğe kavuşurken dönemin sosyalist teorinin papası addedilen Kautsky’e, iç ve dış sınırlanmasına kapılmada, teorik ve politik eleştirilerini sunmuş, “tecrit” ve “itibarsızlaştırma” yönelimlerine teslim olmadan tutumunu sürdürürken yeri geldiğinde ayrışma kaçınılmaz olduğunda da tereddüt etmemiştir.
2- Entelektüelin özgürlük praksisi
Yersiz-yurtsuzdur entelektüel. Evin inşası ve muhafazası onun praksisinde yer edinmez. Ev ile cisimleşen soyutlama gücüne erişen insanın tarihin akışında ürettiği aidiyet kategorileridir. Millet, inanç, yurt-vatan devlet gelenekselleşmiş sosyo-kültürel örüntüler… entelektüelin düşün gardırobunda bulunmaz. Genel ve spesifik bağlamlarda; tarih farklı evrelerinde, başkalaşan bu aidiyet olguları bireyin, tarihsel/toplumsal konumlanışının koordinat semiyotikleri olup nasıllığını oluşturan tarihici/ tarihsel soyutlamalar/olgular olarak üretilmiş kavramlardır. Hepsi hakikat rejimlerinin dolayım örüntüleri ve toplumları tarih seyrinde oluşturdukları sosyo-kültürel kimlikler olarak yer edinirler. Kendini gezegenin bir üyesi, doğanın içinde var olan ve doğayı da kendinde cisimleştiren organik bir parçası olarak gören insanın, dil-emek birliğiyle tarihin akışında, doğaya ve kendine yabancılaşarak ve sonrasında ürettiği soyutlamaların nesnesi haline gelerek, ürettiği dedüksiyon kavramsal kategorileri, ayrışmanın ve paradoksal varlıkların gerçeklik olgularına bürünmüş.
İnsanın/failin nasıllığını tanımlarken kullandığı kolektif aidiyet kimlik kategorileri zaman ve uzam boylamlarında rastlantıdan ibarettir.
Şu ya da bu kolektif aidiyet kimliklerinin mensubu olmak; ebeveynlerin/preferinin mikro -klimasını devralmak yani onların kolektif aidiyet kimliklerinin ne olduğunu bilmeden yukarıdan aşağıya, sözel ve davranışsal kipli eğitimlerle kuşanmak olduğundan özgür bir tercih olamaz. Alman, Fransız, Macar, Arap… milletine mensup olmak; Musevi, Hristiyan, Müslüman, Budist veya başka bir inanç kimliğini taşımak veya sosyal kültürel habitat kimliklerinden birisini yeniden üretmek; uzamsal olarak rastlantısal, tarihsel olarak da ontolojik bir karakterdedir. Failin düşünsel ve kültürel yapısına dolayımsız etki eden/veya koşullayan kimlik örüntüleri, Marx’ın işaret ettiği; insan tarihi yapar ama kendisinden bağımsız olarak var olan koşulların içinde, sunumunun ifadesidir. Failin ontolojik/fenomelojik yapısını oluşturan bu kimlik örüntüleri; onu sınırlayan makro iktidar sisteminin bir nesnesine dönüştüren (sistemi yeniden üretme bağlamında) ya da başka bir ifadeyle, uygarlıkla at başı gelişen ezen-ezilen sınıfsal sistemin kendini yeniden ve yeniden üretilmesini koşullayan birer nesne olarak işlevsellendirirken; olanca ağırlığıyla insan bilincinin üzerine çökerek özgürleşmesine ket vuran niteliklere bürünür. Tarihin seyrinde egemenlerin çıkarları doğrultusunda halkları, millet-ulus ve din bayrakları altında savaştırarak birbirlerine kırdırdıklarını unutmadan, halklarında asırlar boyu kuşaktan kuşağa aktarılan kolektif aidiyet kimlikleriyle buna koşullanmaya elverişli olduklarını, dolayısıyla özgürleşme ufuklarının kimliklerle sınırlı olduğunu vurgulamak önem arz eder. Hegamonik, faşist, şovenist-milliyetçi… otoriter/totaliter yönetim ve yönelimlerin, hem üzerlerinde yükseldikleri hem de kitle tabanı oluşturdukları alan kolektif aidiyet kimlikleridir. Bugün de aktüelliğini ve ağırlığını muhafaza eden; semitizm ve anti-semitizm, siyasal-İslamcılık ve islamafobizenofobi (yabancı düşmanlığı) negrofobi (siyahi düşmanlığı) şovenizm, ırkçılık… vb gibi siyasal-sosyal yönelimlerin dayanağı kolektif aidiyet kimlikleridir. Bu kolektif aidiyet kimliklerini sadece egemenler hiyerarşik bir disiplin içinde; ideolojik eğitsel ve sosyal ağları/aygıtları ile üretmezler. Ezilenlerde aşağıdan yukarıya karmaşık bir sistem içinde kolektif aidat kimlikleri yeniden üretip yaygınlaştırırlar.
Kolektif aidiyet kimlikleri sosyal düzlemin konusu olabilir, iktidara karşı işlevsel ve zengin araçlar niteliğini taşıyabilir ve bu doğrultuda özellikle ezilen ve baskı altındaki kolektif kimliklerin bağımsızlık ve hak mücadelesi yöneliminde siyasal programlar ve politik araçlar oluşabilir. Bunlar tarihsel bağlamda -ezilen niteliklerinden ötürü- haklı bir temele dayandığından, demokratik ve devrimci karakter taşıyabilir ve politik eyleme konu özgülünde ivme katarak toplumsal enerji oluşturabilir ve bu toplumsal sinerji kolektif siyasal harekete dönüşerek; iktidarın hâkimiyet alanını daraltabilir, onu restorasyonu veya ezilen kolektif kimliklerin kabulüne zorlayabilir ve ilga olabilir. Bütün bunlar tarihsel seyirde, politik ve sosyal hak kazanımları niteliksel dönüşümler bağlamında önem arz etmekle birlikte; major soru; sınıflar dünyasının makro iktidar sisteminden, hakikat rejiminden ve bunun kurumsal modelitesinden ekonomik (üretim ilişkilerinden) yapısından, bilgi üretim kaynaklarından ve yapasından ve bir bütünüyle onun üst-yapı kurumlarından sistemsel köklü kopuş gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir. Kolektif aidiyet kimlikleri, kimliğin varlığı ve bekasını temel aldığından, onun bütünlüklü –tarihi– varlık zemininde konumlanır ve değerler sistemini yeniden üretmekle sınırlanır. Millet-ulus-etnik-inanç, geleneksel kültür örüntüleri… kolektif aidiyet kimliklerini taşıyan ve bunları yeniden üreten bir fail; makro iktidar sistemin dayandığı hakikat rejiminin dolayımına takılır ve farklı bir ideolojik doğrultu geliştirme iddiasında bulunsa bile makro düzlemde üretilip rasyonalize edilmiş hakikat rejiminin içinde kalır. Örneğin kendini “demokratik İslam” kolektif aidiyet kimliği içinde tanımlayan biri, siyasal ve ontolojik bağlamlarda İslami fundamentalizm ile arasına ayraç koyduğundan tarihsel olarak demokratik niteliğe bürünebilir. Siyasal açıdan iktidarın (sistemsel olarak değilse de iktidarın baskıcı otoriter tekleştirici… anti-demokratik politikalarına) karşısında demokrasi devrim kategorisinde konumlandırabilir. Tarihsel bağlamda siyasal konumlanışının demokratik oluşu, iktidar sisteminin hakikat rejimi dolayımından çıktığını, onu yadsıdığını göstermez. Teolojik inancın tekillikten çıkıp tümele kolektif karaktere evrilişiyle din, hakikat, rejiminin içine oturarak/merkezine yönelerek, siyasal-sosyal alanın düzenleyicisi işlevini görerek sistemi yeniden ve hakikat rejiminin söylencesine dâhil olarak iktidar için toplumsal rıza üretir. Holistik bir bağlam oluşturduğundan ve bütün yaşamsal alanlar bu holistik dediksiyonun emirleriyle belirlendiğinden, bir yandan halklar arasında inançsal ayrımlar yaratır ve nedenlemeci yazgıyla her şey belirlediğinden bireyin inisiyatifini elinden alır ve dolayısıyla özgürleşmesine ket vurur.
Entelektüel kolektif aidiyet kimliklerini de belirleyen makro iktidar sisteminin hakikat rejimlerini, bunların kurumlarını, enformasyon üretim metodolojisini ve bilgi kaynaklarını… eleştirir sorgular ve devamcı praksistle yönetir. Bu bağlamıyla entelektüel, kriz çözücü değildir, aksine kallavi krizler üreten bir öznedir.
Ağustos 2020
Edirne