BALONLARA TUTUNMAK
Evinin geçimi ve yatalak oğlunun bakımı için her gün olduğu gibi bugün de sabahın erken saatlerinde kalkan yetmiş üç yaşındaki Satı Teyze, son balonu da şişirdiğinde saat neredeyse öğleni bulmuştu. Rengarenk balonlar salonun tavanında öylece asılı duruyordu. Satı Teyze, oturduğu yerden kalkmak için davrandıysa da saatlerdir balonları şişirmekten beli yanı tutulmuştu. Televizyonun karşısındaki çekyatın üstünde yatan ellili yaşlarındaki oğlu Haydar’ın hüzün dolu gözleri bir Satı Teyze’ye bir de tavanda asılı duran balonlara bakıyordu. Satı Teyze oğluyla göz göze geldi. Haydar’ın o hüzün dolu bakışları, tüm ağrısını, tüm yorgunluğunu unutturmuştu. Ayağa kalktı ve oğlunun üstündeki yorganı sıkı sıkı kapattı. Oğlu Haydar’ın yüzünü ellerinin arasına alan Satı Teyze, yüzünde şefkat dolu bir gülümsemeyle onun o hüzün dolu gözlerinden öptü. Ağır adımlarla mutfağa geçerek demir bir tasın içinde ısıttığı süte ekmek doğradı. Mutfak tezgahının üstündeki plastik sepetten aldığı bir kaşıkla, bir kıyısından sarı bezle tuttuğu tası getirip salondaki zigon sehpanın üstüne koydu. Kendisi de oğlunun yanına oturdu. Kaşık sesinin hâkim olduğu bir sessizlik içinde oğlu Haydar’ı doyurdu. Getirdiklerini mutfağa koyduktan sonra evin güneşliklerini sonuna kadar açtı. Oğlu, bütün gün evde sıkılmasın diye evden çıkmadan önce televizyonu açık bırakırdı yine öyle yaptı. Kapının arkasından kendi ördüğü vişne kurusu rengindeki hırkasını sırtına geçirdi. Salonun tavanında asılı duran balonların iplerini yakalayarak bir araya topladı ve sıkı bir düğüm attıktan sonra bileğine geçirdi. Böylelikle balonların gökyüzüne kaçmasını önlemiş oldu.
Satı Teyze, bileğinde renkli balonlar olduğu halde evlerinin önündeki taş merdivenleri ağır ağır çıktı. Yolun başına vardığında neredeyse tüm soluğu kesilmişti. Kaldırıma kendini zor attı. Balonlar başının üstünde bir o yana bir bu yana salınıyordu. Bir süre kaldırımda öylece oturup soluğunun yerine gelmesini bekledi. Sırtındaki atlet ıslanmıştı. Hasta olurum endişesiyle başını kaldırıp gökyüzüne doğru baktı. Ağaçların yaprakları arasından süzülen sarı ışıklardan güneşi seçince derin bir nefes aldı. Bahar aylarının bu son günleri havada hafif bir rüzgâr olurdu. İnsanı üşütmeyen bir rüzgâr. Ağaçların yapraklarının hışır hışır dans ettiğini duydu. Burun deliklerini oynatırcasına baharın son günlerini tekrar ciğerine çekti ve yüzünü yalayıp geçen serinliğe karşı gözlerini kapattı. Bir süre daha öylece kaldırımda oturan Satı Teyze, soluğunu toparladığında, tekrar ayağa kalkarak evlerinin yakınındaki parka doğru yürümeye başladı.
Parka geldiğinde çok yorulmuştu. Vakit kaybetmeden bulduğu en yakın banka kendini bıraktı. Balonları gören çocuklar oyunlarını yarıda bırakarak çığlık çığlığa Satı Teyze’nin etrafında toplandılar. Park, düne göre biraz daha kalabalıktı. Çocuklar, sevinçten yerlerinde duramıyorlar birbirlerine balonları gösteriyorlardı. Onların bu heyecanlarına, gülümsemelerine Satı Teyze de ortak olmuştu. Yaşamı boyunca çocukların mutluluğu kadar daha saf daha temiz bir şeyle karşılaştığını hatırlamıyordu. Annesine, babasına, ninesine, dedesine koşan çocuklar onların ellerinden tutup adeta onları sürükleyerek Satı Teyze’nin yanına getiriyorlardı. Bir an kendi ellerine baktı Satı Teyze, kendi ellerinin soğukluğuna. Oğlu Haydar’dan sonra küçük bir elin varlığını, ısrarını hissetmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Allah ona ne başka bir çocuk ne de torun nasip etmişti. Yine de bu duruma bir gün olsun isyan etmemiş rıza gösterip daima şükretmişti. Kendi çocuğu ve torunu olmasa da o, bütün çocukları çok seviyordu. Bu yüzden balon satmaktan hiçbir zaman sıkılmamış, utanmamıştı.
Satı Teyze, parkta oynayan çocukları gözlerinde şefkatli bir gülümseme olduğu halde uzun uzun seyrederken kendisine doğru gelen iki zabıtayı gördü. Yüzündeki gülümseme bir çocuğun elinden kayıp giden bir balonun hızında yerini korku ve endişeye bıraktı. Yaşlı kalbi uzun zamandan beri ilk defa bu kadar heyecanlı çarpıyordu. Ne yapacağını bilmeyen Satı Teyze, oturduğu banktan kalkarak parkın çıkışına doğru yöneldi. O daha parktan çıkmadan zabıtalar önüne geçmişlerdi. Heyecanlı olduğu her halinden belli olan Satı Teyze, gözlük camlarının arkasından ürkek bir halde zabıtalara bakıyordu.
“Teyze, burada satış yapman yasak. Bizimle zabıta karakoluna kadar gelmen gerekiyor.
Satı Teyze, yaşları oğlundan küçük olan bu iki zabıtanın yolunu kesmesine ve kendisini karakola götürmeye çalışmasına öfkelenmişti. “Ne hakla nineleri yaşındaki bir kadına böyle davranabiliyorlardı. Hem yanlış bir şey yapmamış kimseye bir zararı dokunmamıştı. Aksine balonları şu renksiz dünyaya renk katıyor, insanların ve çocukların yüzünde gülümsemeye neden oluyordu.”
“O nasıl söz öyle? Ben bu balonları parkta satmayacağım da nerede satacağım? Hırsızlık mı yaptım yoksa adam mı öldürdüm? Neden beni karakola götürecekmişsiniz? Karakola değil şuradan şuraya gitmem.”
Satı Teyze’nin sesi çatallaşmıştı. Konuşurken dudakları titremiş, endişeli gözleri nemlenmişti. İki zabıta, Satı Teyze’nin bu kararlı konuşması karşısında ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilmez bir halde birbirlerine baktılar. Onların bu kararsızlıklarından yararlanmaya çalışan Satı Teyze, oradan uzaklaşmak istediyse de zabıtalar onun öylece gitmesine izin vermedi.
“Teyze, işimiz gereği bunu yapmak zorundayız. Ya bizimle karakola kadar geleceksin ya da şu elindeki balonlara el koyacağız. Bize zorluk çıkarma da işimizi yapalım. Biz de emir kuluyuz.
“Siz ne dediğinizin farkında mısınız? Ben size bu balonları nasıl veririm? Bu balonlar benim ekmeğim, aşım. Ölürüm de vermem size onları.
Zabıtalar, Satı Teyze’nin balonları vermeyeceğini biliyorlardı. Bu meslekte bugüne kadar yaşı ne olursa olsun sokaktakilerin direnmeden teslim olduklarına şahit olmamışlardı. Bu durum en uysalı olsa da değişmiyordu. Zabıtalardan biri Satı Teyze’nin elindeki balonları almak için uzandığında, Satı Teyze bir adım geri çekildi.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen? Hele bir dokun! Bak bakalım ne oluyor. Sana bu dünyayı zindan ederim anlıyor musun?
Satı Teyze’nin bu çıkışından sonra tereddüt içinde geri çekilen zabıtalar, zor kullanarak işlerini yapamayacaklarını anladılar. Onu ikna etmekten başka çıkar yolları yoktu.
“Tamam, balonları vermek istemiyorsan o zaman bizimle birlikte zabıta karakoluna kadar geleceksin.”
“Dedim ya ne balonları size veririm ne de sizinle bir yere gelirim. Şimdi yolumdan çekilin de evime gideyim.”
“Olmaz teyze çekilemeyiz. Anlamıyorsun! İşimizi yapmak zorundayız.”
Israrla önünden çekilmeyen ve balonları almadan da çekilmeyecek olan bu zabıtaların yaşattıkları Satı Teyze’ye fazla gelmiş olacak ki buz mavisi gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzülmeye başladı.
“Ben değil sizler, sizin gibiler anlamıyor. Asıl işimi yapmak, çalışmak zorunda olan benim, benim gibiler. Yaşıtlarım gibi evde oturup dinlenmem gerekirken keyfimden mi balon sattığımı düşünüyorsunuz? Yoksa, size göre aç gözlü biri miyim? Yok yok hiçbiri değil! Çalışmak zorundayım çünkü ne emekli maaşım var ne de bir gelirim. Üstüne, bakmak zorunda olduğum engelli bir evladım var.”
Görmek için gözden daha fazlasına ihtiyaç duyulduğunu bilecek kadar yaşlıydı ama yine de kadınlık gururunu ayaklar altına alarak analık iç güdüsüyle son bir umut yaralarını gözler önüne serdi. Söylediklerinin zabıtalar üstündeki etkisini gördüğü anda ise yaralarını gösterdiği için pişman oldu. Bir deri bir kemik kalmış bileğindeki bağlı olan ipi usulca sıyırarak avuçlarının içine aldı:
“Ben ve oğlum sizin bu almak istediğiniz balonlarla yaşama tutunuyoruz. Üzüleceğinizi sanmıyorum ya…Yine de sakın bize acıyıp üzülmeyin. Acıyacaksanız kendinize acıyın. Zira ben öyle yapacağım. Çünkü; bir insana güvenip anlattıklarına inanmamak bir avuç dolusu balonu kaybetmekten daha kötü olsa gerek. “dedi ve zabıtalara meydan okurcasına parmaklarını araladı…
GÖZLÜ DERVİŞ
Ardıç ağacının dalları arasından çığlık kopararak aşağıya doğru düşen küçük bir serçe kuşu gök gözlü dervişin göğsüne çarptığında çok olmamıştı genç dervişin uykuya dalması. Bir soluk dinlenmek için yanını verdiği bu büyük ardıç ağacının gölgesinde uyumak değildi niyeti. Kaç gündür yollardaydı. Aç ve yorgun düşmüştü. Bir an önce şeyhinin okuyup üfleyerek bir beze sardığı son el yazması kitabını şehirdeki kâtip Hüseyin’e ulaştırma gayreti içindeydi. Şeyhini öyle candan sever öyle yürekten bağlıydı ki ona bu büyük ardıcın altına da uyumak için değil bir gölgelik soluklanmak için oturmuştu. Daha epey de gidecek yolu vardı.
Derlenip toplanan gök gözlü derviş, kendisini bir an için unutup ağaçtan çığlık kopararak düşüp göğsüne çarpan kuşa bakındı etti ancak ne ortalıkta bir kuş vardı ne de bir çığlık. Şaşkınlığını üzerinden atan gök gözlü derviş nice sonra bunun bir rüya olduğunu anladı. Elini göğsüne götürüp kuşun çarptığı yeri yokladı. Ne bir ağrı vardı ne de kuştan bir iz. Nasıl da gerçekçiydi her şey. Bir muammaydı bu rüya denilen şey.
–“Hayırdır inşallah” dedi.
Telaşla etrafına bakındı. Şeyhinin dualadığı çıkının içindeki el yazması kitap hâlâ yanındaydı. Böyle bir emaneti taşıyorken bu kadar ağır bir uykuya daldığı için kendisine kızdı. Yine de emanetin yanında sağ salim olmasına da içten içe sevindi.
–“Şükürler olsun” dedi.
Çıkını boynundan çaprazlama asıp göğsünün üstüne gelecek şekilde ipini kısalttığı çantasının dışında şeyhinin öperek verdiği iğde ağacından yapılma asasını da yanına alarak kaldığı yerden yoluna devam etti.
Heyecanlıydı gök gözlü derviş. Şeyhi uzun uğraşlar sonucunda bitirdiği bu el yazması eseri çoğaltması için Kâtip Hüseyin’e o kadar dervişin arasından kendisini görevlendirmişti. Gök gözlü derviş için elindeki bu el yazması kitabın değeri onu yazan kişiden geliyordu. O yüzden yolculuğu boyunca ardıç ağacı dışında yanını verip derin uykuya dalmışlığı olmamıştı. Asasına dayanır, gözleri uyur kalbi daima uyanık olarak dinlenirdi.
Ayağında çarık, elinde asa olduğu hâlde susuzluktan çatlamış toprağı adımladıkça sanki gök gözlü dervişin yüreğinin bir yerinde bir kuş giderek artan bir hızla kanat çırpıyordu. O yürüdükçe altında yattığı ardıç ağacı gerisinde kalıyor sanki rüzgâr da ardıç ağacının dallarının arasından küçük bir kuşun çığlıklarını gök gözlü dervişin kulaklarına taşıyordu. Bu durum bir süre daha böyle devam etti. Ta ki koskoca ardıç ağacı gözden kaybolup dervişin yüreğindeki kanat çarpıntısı kulağındaki ses dervişe bir adım daha attırmayacak hâle gelene kadar. Küçük bir tepenin üstünde yere çöken derviş asasına dayanıp geldiği yöne, ardıç ağacına doğru baktı. Göğsündeki kuş hâlâ çığlık çığlığa kanat çırpıyordu. Bunda bir iş olduğunu düşünen gök gözlü derviş gerisin geriye ardıç ağacına doğru her adım attığında yüreğinde çığlık koparan kuşun sakinleştiğini hissetti. Tekrar kan ter içinde uykudan kalktığı ardıcın gölgesine geldiğinde yüreğindeki kuş susmuştu.
–Hayırdır inşallah dedi.
Geri döndü bir adım attı, yüreğindeki kuş kanat çırptı, vazgeçti. Ardıcı geçti dergâha doğru bir adım attı aynı kuşun çığlığını duydu vazgeçti. Sağına döndü bir adım attı bir adım daha bir adım daha… Ne bir kuşun kanat sesini hissetti ne bir çığlığını işitti. O her adım attıkça hem şeyhinden hem de şeyhinin verdiği görevden uzaklaşıyor ancak yüreğinin de giderek hafiflediğini hissediyordu. İçinde bir yerde bu yaptığının doğru olduğuna dair bir inanç giderek büyüyor kendisine ifadelendiremediği bir huzur veriyordu.
Epey olmuştu bu yanlış yolda adımlarını sıklaştıralı. Bir kez olsun dönüp arkasına bakma gereği duymadı gök gözlü derviş. Acelesi varmış gibiydi, sanki girdiği bu yanlış yolun sonunda ya Kâtip Hüseyin vardı ya da dergâh. Artık bunları düşünmüyordu sadece adım atmakla mükellef hissediyordu kendini. Bir süre daha böyle hızlı adımlarla yol alan derviş bir dere kenarına vardığını akan suyun sesinden çıkardı. Yollarda olmanın verdiği yorgunlukla bir an önce dereye ulaşmak isteğiyle adımlarını sıklaştıran derviş aceleciliğinden önündeki ipi göremedi. Takıldığı gibi yüz üstü yere düştü. O düşünce boynunda taşıdığı şeyhinin yazıp emanet ettiği el yazması kitapta dereye düştü. Olup bitenin şaşkınlığında olan gök gözlü derviş derede sürüklenen kitabın arkasından koşmaya yeltendiği anda bir kuşun yerde bir ipe bağlı olarak kanat çırpıp çığlık attığını gördü. Bir an bile tereddüt göstermeden kuşa yönelen derviş kuşun çığlığına ve çırpınışlarına aldırış etmeden onu avuçlarının içine aldı. Kuşun korktuğunu avuçlarının içindeki kalp atışlarından anlayan gök gözlü derviş, bir an önce onu sakinleştirmenin yolunun ayağındaki bağın çözülmesinden geçtiğini biliyordu. Kuş da sanki bu dervişin ona yardım edeceğini anlamış gibi hiçbir debelenme göstermedi. Derviş kuşun ayağındaki ipi çözdükten sonra çocukların kurup unuttuğu bu tuzağı da bozmayı ihmal etmedi. Onun bunları yapması bir hayli sürdü. Yine de bir umut kuş elinde olduğu hâlde derede sürüklenen şeyhinin emanetine bakındı. Bir süre dere boyunca yürüdüyse de el yazması kitaptan hiçbir iz yoktu. Kahroldu gök gözlü derviş. Üzülmüştü onca zamana ve onca emeğe. Yaşlı şeyhinin belki de son göz nuruydu divit divit yazılmış bu el yazması. Biliyordu ki gözlerini de verse yeniden yazılmazdı aynısı…
Gök gözlü derviş elinde tuzaktan kurtardığı kuş ve boynunda bomboş çanta olduğu hâlde gerisin geri dergâhın yolunu tuttu. Öyle mahcup hissediyordu ki kendini şimdi şu elindeki kuş olmak için nelerden vazgeçmezdi. Ne diyecekti şeyhine? Nasıl izah edecekti? Rüyasını mı anlatsındı yoksa her adımda duyduğu kanat ve çığlık seslerini mi? Yoksa eti bir dirhem gelmeyecek şu elindeki kuşu mu göstersindi? Ne yapsındı gök gözlü derviş? Bunları düşüne düşüne o kadar yolu ne zaman aştığını fark edemeden kendisini dergâhın tahta kapısının önünde bekler buldu. Hava sıcaktı terlediğini hissediyordu. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Yoktu çünkü hepsi gelip gök gözlü dervişin gözlerinde toplanmıştı.
–Destur, dedi. Elinde bir kuş olduğu hâlde bir insan, bir derviş nasıl ellerini önünde kavuşturabilirse o da öyle yapıp başı önde huzura vardı. Postta oturan şeyhinin önüne kadar geldiğinde kapandaki bir kuşun kalbi gibiydi kalbi.
–Görüyorum ki emanet…
–Şeyhim emanet… Şey… Rüyamda bir kanat… Bir çığlık… Tuzak… Dere…
Kelimeler bir tespih taneleri gibi tek tek çıkıyor ama bir türlü bir araya gelmiyordu. Her kelimede titriyor bu titreyiş gözlerindeki bulutların kucaklarındaki nemi sızdırıyordu.
–Emaneti diyorum. Şeyhi onun elindeki kuşu göstererek cümlesini tamamladı. Sağ salim getirmişsin lakin zulmetmişsin.
Gök gözlü derviş ne olduğunu anlamadı bir elindeki kuşa bir de şeyhinin bembeyaz saçının, kaşının ve göğsüne kadar uzanan sakalının ortasındaki kapkara gözlerine baktı.
–Evladım sen baki olan yaratanın emanetini fani bir taklitçi olan benim emanetimden üstün tuttun. Tasalanma sen doğru olanı yaptın. Kuştur, ağaçtır, böcektir ve onca mahlûkat birer emanettir. Emanete ihanet olmaz ancak gök gözlü dervişim sen rüyanda gördüğün bu kuşu o tuzaktan kurtardın ama onu yurdundan koparıp ta buralara getirerek ona zulmettin. Hadi bakalım soluklanmadan geri dön de onu yurduna ulaştırıp gökyüzüne ait olduğu yere sal. Başladığın işi bitir.
Şeyhi onun başından geçenleri, bir türlü boğazından bir ipe dizer gibi çıkaramadıklarını bir seferde söylemişti. Hem de onca sırra rağmen. Ne diyeceğini bilemedi gök gözlü derviş. Şaşkınlık içinde başına öne eğip geri geri huzurdan çıkarken;
–El yazması kitabı unuttun!
Gök gözlü dervişin kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Gözlerini yerden kaldırıp şeyhine bakan gök gözlü derviş şeyhinin kendisine dereye düşürdüğü el yazması kitabı uzattığını gördü. Olacak şey değildi! Dereye düşen el yazması kitap burada şeyhinin yanındaydı ve kupkuruydu. Gördükleri karşısında neredeyse şaşkınlıktan dilini yutacaktı.
–Ne olursa olsun, kimin olursa olsun emanete ihanet olmaz gök gözlü dervişim. İsteriz ki sende ihanet etmeyesin…
GİTTİN
Gittin
Görüyor musun nasıl da sağlam durdum gidişinin ardından
İnan ki titretmedim bir an olsun dizlerimi
Ve çaresiz görünmesin diye ceplerime soktum ellerimi
Gittin
Bu ilk gidişin değildi içimden
Gelip gittin
Her gelip gidişinde
bir parçamı yerinden ettin…
Gittin
Kabul ediyorum büyük bir zelzeleydi gidişin
Haklı olarak bir yıkım bekliyordun
Öyle güzel oynadım ki bu perdeyi
Giderken yıkılmadığımı sanıyordun
Gittin
Nasıl da emindin bekleyeceğimden
Tüm kalelerin yıkılsa tüm limanların alınsa
Bu yüreği bir başkasına teslim etmeyeceğimden
Gittin
Gün geceye kavuşuyordu şehrin üstünde
Sanki bir daha hayat yaşanmayacakmış gibi
Bir şehir boşalıyordu otobüs terminalinde
Gittin
Nasıl da gölgelerde kaldı diğer insanların yüzü
Oysa güneşliydi hava ve bulutsuzdu gökyüzü
Nereden çıktı bu matem
Kim örttü siyah peçeyle yeryüzünü…