Kentin tanınmış işverenlerinden birinin güzel eşi, sabahın erken saatlerinde Asliye Hukuk Hakimliği’nin günlük işler odasının önüne geldi.
Orada herhangi bir haber için pusuya yatmış bulunan paparazzi muhabirleri kadının morarmış gözlerini ve kanayan burnunu görünce, günün en önemli haberini yakalamış olmanın sevinci ve heyecanıyla deklanşörlere bastılar. Daha ne olup bittiğini bile bilmeden kafalarında haberlerinin başlığını hazırlamışlardı:
“Sevgilisiyle basılan ünlü iş adamının eşi, gecelikle geldiği Asliye Hukuk Hakimliği kaleminde, kocasından boşanmak için on milyar lira nafaka isteyeceğini belirtti… Güzel kadın ayrıca, isteyen televizyon kanalında şarkı da söyleyebileceğini açıklayarak ‘ötekilerden ne ferkım var, göğüsse göğüs, kalçaysa kalça, az biraz da sesim var elbette’ dedi…”
Böyle bir haber için muhabirlerin cebine oldukça yüklü bir para girebilirdi. Ama ünlü iş adamının eşi nedense tüm zorlamalara karşın konuşmuyor, açıklama yapmıyor sadece arada bir mırıldanırcasına “Çağımdan utanıyorum” diyordu.
Asliye Hukuk Hakimliği’nin günlük işler odasının palabıyıklı, göğsü kıllı odacısı kadına bakıp, homurtuya benzeyen sesiyle “Fesüphanallah! Hanım hanım” diye bağırdı, “Kim bu Çağın? Neden utanıyorsun sen bu Çağın’dan? Böyle burnu kanlı, gözü mor ve üstelik gecelikle, yataktan kaçmış gibi mahkeme kapısına gelmekten utanmıyorsun da Çağın denilen her kimse ondan neden utanıyorsun?”
Kadın palabıyıklı, göğsü kıllı odacıya da yanıt vermedi. Burnunu çekerek, gözyaşlarını silerek beklemeye devam etti. Az sonra büronun tüm memurları gelip, tek tek geçtiler masalarına. Odacı onların çaylarını, kahvelerini verirken dışarıda bekleyen güzel, ama suratı dağılmış kadının “Ünlü bir iş adamının karısı olduğunu ve Çağın’dan utandığını” odacıdan öğrendiler.
“Bu Çağın mutlaka kocasıdır” dedi süslü bir kadın memur. “Herifi boynuzlattı, basıldı. Şimdi de utanma numaralarına yatıyor.”
“Hayır efendim” dedi çok bilmiş bir erkek memur. “Yanıldınız, kocasının adı Çağın değil. Bence bu Çağın, kadının oğlunun, kızının ya da torununun adı.”
“Olamaz” dedi müdür. “Bugünlerde kimse oğlundan, kızından, torunundan utanmıyor. Bu Çağın olsa olsa takma bir isimdir. Çünkü böyle uyduruk isimler bizim isim listemizde yoktur. Ne demek efendim Çağın? Ne anlama geliyor bu?”
“Peki ama neden çağırıp kadının kendisine sormuyoruz bunu” dedi bir başka erkek memur, kahvesinden höpürtülü bir yudum aldıktan sonra. Bu düşünce odada bulunanların hepsi tarafından uygun bulununca odacıya kadını çağırmasını söylediler.
Genç kadın burnunu silerek girdi odaya. Gözleri iyice şişmiş, neredeyse kimseyi göremeyecek hale gelmişti. Odacı onu müdürün masasına doğru itekledi. Müdürün iri iri açılmış gözleri kadının tül geceliğinin altından görünen siyah iç çamaşırlarına yapışıp kalmıştı. Bir süre sonra “Buyur hanım” dedi müdür, açıkça yutkunarak “Şikayetin nedir?”
“Utanıyorum” dedi genç kadın, “Çağımdan utanıyorum.”
“Kim bu Çağın, hanım, neden utanıyorsun ondan?”
“Yirminci yüzyılın sonu” dedi kadın mırıltıya benzeyen bir sesle.
“Allah allah, neden utanıyorsun yirminci yüzyılın sonundan, sana ne yaptı yiminci yüzyılın sonu” dedi müdür dalga geçercesine. Kadının “akıldan yayan” olduğuna inanmış, sabah sabah neşelenebilmek için hemen biraz dalga geçmeye karar vermişti.
“Elbette utanırım” dedi genç kadın burnunu çekerek. “Bu çağda böylesine saçma olaylar yaşandığı için utanıyorum.”
“Dışarıda bekleyen bir yığın insan var hanım” dedi müdür yutkunarak, “Derdin neyse kestirmeden söyle, oyalama bizi.”
Burnunu silmek isteyen kadın kolunu kaldırınca müdür onun koltukaltını görmüş içi bayılmıştı. Kadın kolunu indirdiği halde o hâlâ aynı noktaya bakıyordu.
“Kestirmeden söyleyemem” dedi kadın, “On yıllık evliliğimin yıkılışını öyle iki kelimeyle kestirmeden anlatamam.”
“Aha” dedi müdür, “Biriyle mi bastılar seni?”
“Terbiyeli olun” dedi kadın sertçe, “Kiminle basacaklarmış beni?”
“Çağınla” dedi bir memur fısıltıyla, ama kadın duydu ve “Çağımla basılsam gam yemezdim” diye yanıtladı onu. “Çağım uzay çağı. İlerici, gelişmiş. Benim derdim çağıma uymayan kocam.”
“Kocanız mı” diye merakla sordu müdür. “Eve kuma mı getirdi yoksa?”
“Hayır. Kuma getirse iyiydi. Ben ona yetmiyordum derdim, gönlü başkasına düştü derdim, kabullenmesem bile çocuklarımın mutluluğu için yüreğime taş basar, belki sessiz kalırdım, ama o daha kötüsünü yaptı.”
“Ne yaptı kocan, söyle allah aşkına be kadın.”
“Benim allah için söylenecek hiç bir şeyim yok. O görüyor herşeyi. Söylersem kul için söyleyeceğim. Kocam bana orospu dedi.”
“Neden? Bir şey mi yaptın?”
“Yaptım ya, bir şey yaptım. Siz ne sanıyorsunuz beni? Ben sadece türkü söyledim” dedi kadın burnunu çekerek.
“Elbette bir gazinoda söylediniz türküyü” dedi müdür, dudaklarını yalayarak.
“Hayır, evimin mutfağında türkü söylüyordum.”
“Bak hanım” diyerek çıkıştı müdür, “fazla zamanım yok. Şimdi söyleyeceklerini kayda geçireceğim. Tek tek anlat derdini. Ama sakın yalan söyleme. Bir de ikide bir kolunu havaya kaldırma.”
“Neden kolumu havaya kaldırmayacak mışım? Burnumu silmek istiyorum.”
“O zaman başını eline doğru eğ. Evet, ne oldu da kocan sana orospu dedi?”
“Biz on yıldır evliyiz. Kocam kendi halinde, ama varlıklı biri. Bir gece şansı döndü, ne olduysa zengin oldu. Ben böyle şeylerden pek anlamam. Mutfağa ne girerse ona bakarım. Zaten bir kadının kocasına ‘nereden buldun’ diye sorması bence en büyük terbiyesizliktir. Erkeğin görevi bulup buluşturup evine bakmaktır. Ama o zengin olduktan kısa bir süre sonra o kamyon olayı yaşandı. O kazadan sonra kocam her gün nedense yığınla kamyon görmeye başladı rüyasında. Geceleri korkuyla uyanıyordu. Kamyonlar ona çarpıyorlarmış durmadan. ‘Senin de Susurluk’unu çıkaracağız’ diyorlarmış kamyonlar ona.”
“E… sonra, çarptı mı kamyonlar kocana?”
“Çarpmadılar. Çarpsalardı belki daha iyi olur, ailem kurtulurdu. Ama çarpmadılar işte adi kamyonlar. Sonra bu sabah yine çıldırdı.”
“Neden?”
“Önce ben de bilmiyordum nedenini. Mutfakta sabah kahvaltısını hazırlıyordum ona. Aklıma güzel bir türkü geldi ve söylemeye başladım. Kocam severdi sesimi eskiden. O türküyü de çok söylettirmişti bana.”
“Hangi türkü bu?”
“Allahım neydi günahım, türküsü.”
“Güzel mi söylüyorsun bu türküyü?”
“Allah var yukarıda, beni sevmeyen komşu kadınlar bile severlerdi sesimi. Ben söyleyince oturur ağlarlardı. Bazılarına da iyi geliyormuş bu türkü, rahatlıyorlarmış.”
“Ben de böyle bir şey okumuştum gazetede” dedi kadın memur, “Türk müziğinden bazı makamlar bazı hastalıklara bile iyi geliyormuş.”
“Haydii” dedi erkek memur, dalga geçerek. “Hangileriymiş onlar?”
“Neva makamı kadın hastalıklarına iyi geliyormuş, Rehani makamı baş ağrıları için birebirmiş, Zengüle makamı kalp ağrılarını şıpınişi iyi ediyormuş…”
“Billahi inanmam” dedi müdür.
“İnanın müdür bey. Avrupalı iki doktor söylemiş bunları. Adları da Leopold Gutjahr ile Edgar Hattic’miş bunların.”
“Hastirsinler” dedi müdür.
“Dahası var” dedi kadın memur, “Buselik makamı bel ağrılarına, Hüseyni makamı midesinden çekenlere, Hicaz makamı da kısırlığa iyi geliyormuş.”
“Bırak, bırak şu zırvaları” dedi müdür sertçe kadın memura ve genç kadına döndü:
“Türküyü iyi söylediğini anladık, bakın türküler dertlere de iyi geliyormuş. O zaman neden kızdı kocan?”
“Ben de anlamadım zaten. Geceyi neşeli geçirmiş, sabah mutlu uyanmıştık. Ona çok güzel bir kahvaltı hazırlayıp, yatağına götürecektim. Yumurtalar haşlanırken türküye başladım. Sabahları daha yanık olur sesim. Ve birden o belirdi kapının yanında. Orospu diye bağırdı bana, dövmeye başladı.”
“Hanım, yumurtalarla birlikte başka bir şey kaynamıyordu mutfakta değil mi?”
“Ne demek istiyorsunuz siz? Ne kaynayacakmış yumurtalarla birlikte?”
“Neyse kızma devam et. Sonra ne oldu?”
“Beni yarım saat, evet tam yarım saat evire çevire, keyfine göre dövdü. O arada rafadan pişecek yumurtalar taş gibi katı oldular. Bu kez de yumurtalar neden taş gibi oldu diye dövdü.”
“Şimdi sen buraya kocan dövdüğü için mi geldin?” diye sordu müdür. “Eğer öyleyse hemen söyleyeyim, hiç şansın yok. Çünkü TBMM ev içinde atılan dayakların aile içi sorunlardan olduğu için boşanma nedeni olmadığını karara bağlamış durumda.”
“Dövdüğü için gelmedim” dedi kadın, “Çok dayağını yedim ben onun on yılda. Kocamdır, döver de sever de dedim katlandım. Ama bu kez bitti artık.”
“Neden?”
“Bana orospu dedi.”
“Neden?”
“Neden neden? Türkü söylediğimi söyledim ya size.”
“Allahım neydi günahımı söylemiştin değil mi? Ama allahını seversen kolunu kaldırmadan konuş.”
“Evet, o türküyü söyledim diye orospu dedi bana.”
“Gerçekten başka bir neden yok değil mi?”
“Başka ne gibi bir neden olabilir ki? Ben kocama her zaman sadık kaldım.”
“Allah allah, peki ne demeye kızdı bu adam? Aklından zoru mu var?”
“Kızdı çünkü önceki gün aldığı gazeteyi ben kahvaltısını hazırlarken okumuş.”
“Ahha! Şimdi anladım, gazete okurken adamı rahatsız ettin.”
“Değil. Gazetedeki bir yazıyı okuduktan sonra kızmış.”
“Ne yazıyormuş gazetede?”
“Ülkemizin tanınmış bir üniversitesi olan Marmara Üniversitesi’nin İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Bekir Topaloğlu ‘kadın sesi kulak zinasına yol açar demiş’, diye yazıyormuş gazetede.”
“Bunca yıllık Asliye Hukuk Memuruyum böyle bir zina çeşidi duymadım” dedi müdür.
“Varmış işte” dedi kadın burnunu silerken.
“Kolunu kaldırmaaa” diye bağırdı müdür. “Nasıl varmış?”
“Doçent Doktor söylemiş ya, işte. Gazeteci Burhan Bozgeyik de ‘kadının türkü söylemesi yakıcı, helak edici, insanı cehenneme sevkedici büyük günahlar arasındadır’ diye yazmış doçentin sözlerinin altına.”
“Peki ne ilgisi var bu sözlerin senin kocanla?”
“Ben türkü söyleyince…”
“Mahallenin erkekleri günaha girdi” diyerek söze karıştı bir erkek memur.
“Öyle olmuş” dedi kadın.
“Nasıl günaha girmişler, anlayamadım” diye sordu müdür.
“Sesimi duyunca orgazm olmuşlar” dedi kadın, müdürün gözlerinin içine “ne kadar aptalsınız” der gibi bakarak.
“Terbiyeli konuş kadın” diye bağırdı müdür, “bir devlet dairesinde olduğunu unutma. Kim söyledi öyle olduğunu sana?”
“Kocam. Türkü söyleyince sesimle zina yapmışım.”
“Gören var mı senin zina yaptığını? Zinanın zina olduğunu saptamak için Kur’an-ı şerif dört erkeğin tanıklık etmesinin gerektiğini belirtir. Hazreti Aişe’ye iftira edilmişti de bir ayet inmişti o zamanlar, dört erkek tanık gerekir diye. Var mı kocanın tanığı?”
“Ne bileyim ben. Mutfakta cam açık, ama perde kapalıydı.”
“Yani sen zinayı kapalı perdeler arkasında yaptın?”
“Ne zinası be adam” diye bağırdı kadın. “Ben türkü söyledim, türküü.”
“Bağırma! Tamam işte, sen türkü söyleyince apartmandaki erkekler orgazm oldular.”
“Nereden biliyorsunuz onların öyle olduklarını” diye sordu kadın.
“Doçent doktor söylediğine göre…”
“Ben o doçentin ağzına…”
“Terbiyeli ol kadın, devletin memuru olan böyle yüce bir bilim adamına uluorta sövemezsin.”
“Söverim. Benim on yıllık yuvamı yıkan, eşimi canavara çeviren o gazetecinin de ağzının içine Susurluk kamyonunu sokarım.”
“Kendine gel hanım! Kolunu kaldırmaa.”
“Şikayetçiyim” dedi kadın burnunu sildikten sonra.
“Kimden şikayetçisin?”
“O doçentten, gazeteciden ve kocamdan.”
“Neden?”
“Beni elbirliğiyle dövdükleri için.”
“Doçentle gazeteci ne arıyorlardı sabah sabah sizin evde?”
“Kendileri yoktu ama yazıları, sözleri vardı.”
“Yazılar mı dövdü seni yani? Güldürme insanı.”
“Neden gülecekmişsiniz? Ses ile orgazm olan dümbükler neden yazılarıyla insanı dövemesinler?”
“Git işine be kadın. Hem böyle bir kıyafetle sokağa çıkıyor, devlet dairesine geliyor, milleti günaha sokuyorsun, devletin memurlarına hakaret ediyorsun, hem de şikayetçi olduğunu söylüyorsun.”
Kadın bir süre müdüre baktı. Sonra kapının arkasında duran sandalyeyi alıp müdürün masasının tam karşısına oturdu. İki kolunu birden havaya kaldırıp ellerini dua edercesine açtı ve “Allahım nedir günahım” diye bağırarak türkü söylemeye başladı.
Odacı sesi duyup odaya dalınca, müdür ona kadını hemen odadan çıkartmasını emretti. Odacı müdüre suçlu suçlu baktı ve “Kadını dışarıya çıkardıktan sonra hemen eve gitmem gerek müdür bey” dedi.
“Neden, ne oldu” diye bağırdı müdür.
“Boy abdesti alacağım müdür bey” dedi odacı.
“Ne oldu da boy abdesti alıyorsun şimdi?”
“Bu kadın benimle zina yaptı.”
“Ne? Vay be? Kadına bak. Gözümüzün önünde hem de. Yaz katip: dört kişinin gözünün önünde türkü söylemek biçimiyle koridorda bekleyen odacı ile zina yaptığından…”
Kadın içeriye giren polisler tarafından yaka paça götürülürken “Çağımdan utanıyorum” diye bağırıyordu. Müdür onun arkasından “Senin çağına tüküreyim” diye mırıldandı. “Beni de günaha soktun sabah sabah.”
Köşede oturan erkek memur “Haklısınız müdür bey” dedi, “Bu kadın hepimizi günaha soktu. Benim de gidip boy abdesti almam gerek.”
“Size ne oldu” diye sordu müdür.
“Göz zinası müdür bey, göz zinası.”
“Bugün Cuma değil mi” diye sordu müdür ve yanıt beklemeden devam etti, “Öğlen namazına da az kaldı. Ben de eve uğramayı düşünüyordum. O zaman hepimiz birlikte gidelim. Kapıya bir yazı asın. Keşfe gittiğimizi belirtin. Beklemesin millet.”
“Peki ben? Ben ne olacağım?” dedi kadın memur. “Bana bir şey olmadı ki?”
“Sen de git kocana türkü söyle, o zaman olur” dedi müdür.
On dakika sonra müdür evinin merdivenlerinden çıkarken türkü söyleyen kadın seslerini duydu. Hışımla evden içeriye daldı ve eşini teybin yanında yakaladı. Onu aniden karşısında bulan kadın, “Gel bey gel” dedi, “hele bak şu türküye. Diline kurban olduğum ‘Şehadet çiçekleri’ ne güzel tesettür popu yapıyorlar.”
“Kim, kim ne yapıyor” diye bağırdı müdür.
“Bizim partinin tesettür pop grubu ‘Şehadet çiçekleri’ türkü söylüyorlar.”
“Ne diyorlar peki?”
“Bak, bak dinle, ‘Erbakanı seveyim, oyumu vereyim, davanda öleyim, refahım benim’ diyorlar.”
“Kolunu kaldır kadın” diye bağırdı müdür, “yatağı hazırla! Daha fazla dayanamayacağım.”
Ertesi gün gazetelerin aktüalite sayfalarında, paparazzi muhabirlerinin önceki gün çektikleri “Çağından utanan kadın” fotoğrafları boy boy yayınlandı. Kadının iç çamaşırlarının ve bacaklarıyla göğüslerinin öne çıkarıldığı görüntülerin altında şöyle bir yazı vardı:
“Asliye Hukuk Hakimliği’nin kalemindeki memurlar ve kapıcıyla göz ve kulak zinası yapan ünlü iş adamının karısı gözaltına alındıktan sonra çıkarıldığı mahkemede hakime ‘Allahım nedir günahım’ isimli türküyü söylemek isteyince tutuklandı.”
- Kadir Konuk