Şehrin göbeğinde uzanmış yatıyordu. Belli belirsiz duyduğu seslerin ve bulanık görüntülerin arasında karnında duyduğu sıcaklık hissini anlamaya çalışıyordu. Bilinci artık başına ne geldiğini anlamaya çalışmaktan yorulmuş, parça anların ve peşi sıra gelen anıların tadını çıkarmakla yetiniyordu. Adamın kısık gözleri dayanılmaz bir abartıyla yakınlaşıp uzaklaşan gövdelerden ürküyor, elleri bu anlamsızlığın korkusundan titriyordu. En iyisi bedenine itaat edip gözlerini kapatmaktı onun için. İşte o anda zamanın tıkırtılarıyla uzun bir şimdiye gömüldü bedeni. Sessizlik bir tül gibi sarıverdi üzerini. Karnındaki sancı yerini kabullenmenin rahatlığıyla, ellerindeki titreme bir kuş uçuşuyla değiştirdi kendini. Sözcükler bütün haykırışlarını yüklenip zihninin karanlığına geri döndüler.
Birinin ölümüne tanık olmak tuhaf… Bilinirliğiyle saklanmış bir sırdı sanki gözlerinde okunan. Etrafımdaki bütün konuşmalar diğer yüzü yıkım olan aciz bir sığınmayla bitiyordu. Kimse bilemedi elleri tutsak alıp ruhları karartan bu öfkenin kaynağını. Bildiğim en kesin olay olan ölümle yan yana duran vurdumduymazlığımı dinledim ve rüzgârla güneşin kalbimi rahatlatan şarkısıyla yürümeye koyuldum. Düşüncelerimin ölümden uzaklaşması fazla zaman almadı.
Çocukluğumun kokusu yine burnumda bu akşam vaktinde. Tatlı bir telaşla sokaklarda gezinmek oyun oynamak için bir arkadaş aramak gibi gelir bana. Bedenimin avareliğe doyduğu bu rehavet anında rastladım ona. Elinde sımsıkı tuttuğu soldu solacak birkaç demet çiçek, bugün de oturmuştu kalabalığın kıyısına. Yaslandığı duvar kadar donuk gözleri sadece bakıyordu gelip geçene. Acımakla karışık bir yakınlık hissederim onu her gördüğümde. Eskimekten yorulmuş ceketi, görünüşünden ziyade işleviyle övünürmüş gibi duran şalvarımsı pantolonu yüzündeki yaraları örtecek kadar kıvrılmamıştı henüz. Solgun ihtiyar şapkasını düzeltti ve tam kalkmak üzereyken kalabalıktan sıyrılan bir el, ayası kadar madeni bir para attı. Biraz şaşkın aldı parayı ihtiyar. Farkındaydı çiçeklerinin satılabilecek kadar gösterişli olmadığının. Ne var ki geri çevirecek gücü yoktu. Kendi kavgasındaydı o, bölük pörçük çiçekleri bir tek estetikle dalaşıyordu. Kızamadım gene de; insanın insanı öldürdüğü bir doymaktı ötekilerinki. Ama incimdim; bir zamanlar kokusu ve güzelliğiyle baş döndüren o çiçeklerin yerine. Nasıl bir susuzluktu ki bu başlara bela, çiçekleri soldurup kanlarımızı kirletiyordu.
Fazla kalamadım o sokakta da. Güzel-çirkin, iyi-kötü kalbimi sıkıştırıyordu. Yürümek rahatlatır dedim ya kimi zaman kaçaklıkla dolaşır adımlarım birbirine. Düşüncelerimi kovalarken kalbim, irkilirim omzuma değen “afedersiniz”lerden. İşte o zaman bakarım öfkeyle, baktığım yeri işgal eden her birçift göze; yabancıyız ama ne fayda bir bahane gerek dövmek için birilerini. Oysa yetmez mi bu kadar yabancılık dövüşmeye? Arnavut sokakta bir çınar yaprağına takıldı gözlerim. Kıyısından yürüdüm incitmeyim diye. Sigara izmaritlerini taşıyordu artık sokağın ortasından geçen o incecik dere. Sokakları kadar dar bu şehrin dereleri de. Sokakları kadar kararsız duru olup olmamak ya da olduğu gibi kalabilmek konusunda. İki yanı kahvelerle sarmalanmış bu sokağın, gökyüzünü saklayan ağaçlarıydı sevdiğim yanı. Bu serin gölgelikte yukarı doğru yürüdükçe kalbim sıkışıyordu. Biliyordum sola sapsam kalabalık, gürültü; sağa sapsam ortalığı tarumar eden bir sessizlik olacaktı bütün susmalar. Sağa saptım ve içeri girdim. Tebessümlü bir merhabayla sakince oturdum. Kısa bir hal hatır sormadan sonra zihnimi savuran bütün vahşi düşünceleri yararlı bir hüzün haline getirmek adına bir bira istedim. Saçma sapan konuşmalar ve gülebilmek için yapılan ucuz esprilere anlaşılamayan bir tebessümle karşılık verdim. Herkes kraldı bu mekânda, garsonundan müşterisine kadar. Herkes biliyordu yaşamanın bütün inceliklerini. Uzun bir sohbete daldık gözleriyle sevgi dilenen “Mehmet ağabey”le. Gözlerinde acınası bir ışık var sanki aşık insanların. Gülsen olmaz, kızsan hiç olmaz. En iyisi çekip gitmektir yanında usulca. Fakat korkuyor insan nefretten. İçkime mezeyi bir tek orda buluyordum. Sakin ve zararsız bir insan olup çıkıveriyordum çalan o birbirinden güzel şarkılarla. Birden aklıma geldi öğle vakti şahit olduğum ölüm. “Haberiniz var mı biri öldü Çınar’da güpegündüz! Bıçaklanmış!” Karşılaştığım şaşkınlık cevabım oldu. Kimse bilmiyordu. Küçücük bir zaman aralığından geçip gitti bu mevzu. Sustum… Saygıdan, umarsızlıktan ya da üzüntüden; belli olmayan bir suskunluktu paylaştığımız.
Sonra O’nu gördüm. Sarhoşluğumun sorumlusu. Bir sarkaç gibi süzüldüğüm sakallarına doğru. Karasıyla yanan yüzüm kızarmaktan bile korkuyordu onu her gördüğümde. Bir hayat daha kaybetmekti beni onun uzağına savuran. Ama mecburi bir güzellikti benim burada oluşum ve onun “uzaklık belirten sözcükler”de asılı kalışı. O acınası bakış şimdi de beni sarmıştı emindim. Ellerim iyi ki varsınız! Oyuncağım oluyorsunuz böyle zor zamanlarımda! Kafamı önüme eğdim ellerime bakıyordum. Onları şekilden şekle sokup nefret ediyordum. Ellerim az daha güçlü olsaydınız! Gözlerimi avuçlayacak kadar, bakışlarımı cesaretlendirecek kadar! Hayır, gitmeliydim; “Geceler ne denli sıcak olursa olsun, gidememek donmak demektir. Gitmeliyim, çünkü gidememek, olduğu yerde taş kesilmek ve uysallaştırılmış bir toprağa çakılıp kalmak demektir.” Gitmeliyim çünkü ikimiz de biliyoruz ne kadar korkak ve çirkin olduğumuzu.
Karanlık çökmüştü. Kendinden emin hızlı adımlarım acelem varmış gibi sürüklüyordu beni evime doğru. Gözyaşlarım ayaklarıma dolaşıyordu. Çocukluğum anlaşılamamaktan mızmızlanıyordu. Parça parça edesim geliyordu bütün özlemleri. Yollara düşemeden bir gece daha bitmek üzereydi. Oysa tek dermanım olacaktı biliyorum rüzgarla bir olmak ve bir deniz kıyısında dalgalarla oynaşmak. Ne yazık ertelendi kendiliğinden yine bütün arzularım. Ve yalnızlık… Benim tecrit odam… Başımı koyduğum yastık beni uykunun ve düşün cennetinde sarmalamak üzere sarıyordu. Işığı kapattım ve uyudum…
Ertesi sabah kapımın gürültüyle çalınması sayesinde uyandım. Açtım; Nebahat teyze… Yaşının ilerlemişliğine rağmen her zaman gülen gözleri bu sabah ağlamaklıydı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu ve sözcükler ağzından boğuk bir iniltiyle çıkıyordu. Bedenimi sabah sabah karşılaştığım bu hüzün selinden sakınmakta güçlük çekiyordum. Gece gördüğüm rüyanın etkisinden sıyrılmaya onu dinlemeye çalışıyordum. Bitişik evdeki komşusuna lanetler yağdırıyordu:
-Kanser olasıca! Geberesice! Vicdansız!
Hâlâ rüyamdaydım. Kaybolmuştum. Bir kurşunla yere serilmiştim Hiçbir şey yerli yerinde değildi. Beni vuran kimdi? Üstüme battaniye atıp beni kaçıran kimdi? O koca salona o kadar duvarı kim eklemişti? Durup dururken o bahçe nereden çıkmıştı? O sevgili beni neden yalnız bırakmıştı?
-Efendim Nebahat teyze?
– Kızım o kedi benim çocuğumdu. Çok güzeldi. Bembeyaz, uzun, yumuşacık tüyleri vardı. Biliyor musun çok da akıllıydı. Çok güzel gözleri vardı. Gelmedi! Bak kaç gün oldu gelmedi! O adam öldürdü onu biliyorum. Kuşları var onun! Ama benim kedim onun kuşlarına bir şey yapmaz! Zarar vermez! Kuşlarını korumak için öldürdü! Mahkemeye vereceğim onu! Biliyorum o yaptı! Katil! Gözyaşları içinde yığılırcasına merdivenlere oturdu. Bu üzüntü karşısında duyduğum şaşkınlık onu teselli etmeme fırsat vermiyordu. Sadece dinledim. Yakınması bitince yatışacaktı. Bana gerek yoktu aslında. Üzüldüm solunca acınacak hale gelen çiçeklere. Üzüldüm, ölüm gerçeğini algılayamadan, yaşayamadan ölenlere. Ey insan kardeşlerim! Biz güvercin olma onuruna erişemedik! Cehalet kumaşıyla dikilmiş elbisemiz! Korkaklığı tanımlayan cesaretimiz! Sevmiyorum sizi!