Bazen milyonlarca dolara mal olmuş propaganda filmlerinin seyirci rekorlarını kırdığını gördüğümde, çok yetenekli sanatçıların çok adi propaganda filmleri yaptıklarını ve bunların da başarılı olduğunu gördüğümde içim burkuluyor. İnsanların, belki eğlenmeye, dinlenmeye giden milyonlarca insanın kendilerinin aptallaştırılması, sisteme bağlanması, savaşa kışkırtılması vb. işlevlere sahip filmleri finanse etmelerine kızıyorum. Bunun nedenlerini bildiğim halde, ve kızmanın bir şey değiştirmediğini bildiğim halde kızıyorum. Bazen seyirciyi düşündürmeye, aydınlatmaya çalışan çok iyi yapılmış kimi filmleri ancak belli sinemaseverlerin gittiği küçük sinemalarda 3-5 seyirci ile seyrettiğimde ve bu filmler bir hafta sonra piyasadan yok olduğunda umutsuzluğa kapılıyorum. Emeğe yazık diyorum kendi kendime. Sonra fakat geçiyor umutsuzluğum.
Aklıma Santiago Alvarez‘in Vietnam savaşı üzerine; Kamboçya üzerine; ABD’de siyahların ırk ayrımcılığına direnişleri üzerine filmleri, bunları seyrettiğim ortam geliyor.
Aklıma Yılmaz Güney‘in “Seyit Han”ını ve “Umut”unu ilk gördüğüm ortam geliyor.
Aklıma Glauber Rocha‘nın “Antonio Das Mortes”i ve onu seyrettiğim ortam geliyor.
Aklıma Arthur Penn‘in “Bonnie and Clyde”ı ve onu seyrettiğim ortam geliyor.
Ve daha nice film, nice resim, o filmleri gördüğüm ortam, o ortamın dünyayı değiştirebiliriz, hem de hemen şimdi diyen insanları geliyor. Aklıma sinemanın “hemen şimdi”de oynadığı rol geliyor. Geçiyor umutsuzluğum. Böyle baktığımda, andaki durumun da geçici olduğunu bilince çıkardığımda, umutsuzluk buharlaşıyor. şimdi bencilliğin, köşe dönmeciliğin, evet efendimciliğin, gemisini kurtaran kaptancılığın, milliyetçiliğin, ırkçılığın, dinciliğin, obskürantizmin, bilimdışılığın, falcılığın, esoterizmin vb. vs. egemen olduğu; aydınlanma düşüncesinin ve eyleminin dibe vurduğu bir ortamdan geçiyoruz. Geçecek bu da. Tarih olacak. Yerini tarih olmaya aday başka ortamlara, insanların yine gelecek umutları ve düşleri olduğu, bunun için birlikte mücadele ettiği ortamlara bırakacak.
Hiçbir şey boşa değil. Hiçbir emeğe yazık değil!
Neden mi anlatıyorum bunları?
11’09”01 filmini gördüm.
Ve bence bu yılın en önemli film olayı olan 11’09″01 bende yukardaki duyguları uyandırdı.
Film önce Venedik Film Festivali ile ilgili yazılardan merakımı çekti.
Venedik’te değişik ülkelerden 11 rejisörün çektiği bu film oldukça beğenilmiş, film eleştirmenlerinden oldukça övgü almıştı.
Bir dizi ünlü yönetmenin imzasını taşıyan bu filmin kitlelere ulaşma açısından zorluk çekmeyeceğini düşünüyordum.
Sonra filmin ABD’de dağıtıcı bulmakta güçlük çektiği haberleri gelmeye başladı. Rejisörlerin ünlü olması, filmin kalitesi vb. belirleyici değildi. Dağıtıcılar iki şeye bakıyordu: Birincisi film konu aldığı 11 Eylül’e gerekli bir patriyotizmle yaklaşıyor muş. İkincisi, geniş seyirci kitlesinin alışmış olduğu seyir kalıplarına uygun mu… Kasa yapar mış
Film herhalde bu iki kıstasa da uymadığından, hiçbir büyük dağıtım şirketi filmin dağıtımını üzerlenmemişti! Bu en baştan filmin ulaşacağı seyirci kitlesini – dolayısıyla etkisini – olağanüstü sınırlamak anlamına geliyordu. Sansürün resmi olmayan biçimi yani:
Üç aşağı beş yukarı, egemen sistemde patronların ağzından şöyle işliyor bu sansür: Tabii ki ‘fikir özgürlüğü’ var! Tabii ki siz istediğiniz gibi düşünebilirsiniz! Düşünceler hürdür! Bu konuda hiçbir sınır yoktur! Hatta hatta düşüncelerinizi ifade etmede de serbestsiniz! Konuşmak isterseniz size parklarda bir konuşma köşesi bile açarız mesela! Bize zarar vermeyecek boyutlarda olduğu ölçüde konuşabilirsiniz. Ötesine yasalar karışır! Yazmak isterseniz yazınız. İstediğiniz kadar yazmakta serbestsiniz! Fakat yazdıklarınızın kitlelere ulaşması bizden sorulur. Tabii ki ‘zararlı fikirlerle’ halkın kafasını karıştırmanızı istemeyiz. Neyin ne ölçüde basılabileceğini, yaygınlaştırılabileceğini yasalarla belirleriz. Ya da mesala sinemacı iseniz, buyrun film yapın. Bulun bir yerlerden parayı, istediğinizi istediğiniz biçimde anlatın! Sınır yok! Yalnııız…. İş seyirciye ulaşmaya geldi mi, o zaman bize gelmek zorundasınız. Biz de tabii istediğimiz ‘mal’ı satın alıp almama, piyasaya sürme veya sürmeme hakkına sahibiz. Sinemalar – onların kitlelerin gittiği çok büyük çoğunluğu – bizim elimizde, bize bağlı, bizim malımız! Mal bizimse, tabii orda ne gösterileceğine de izin verin de biz karar verelim… Değil mi ya!
Kısacası film sonunda Avrupa’da piyasaya çıktığında, büyük dağıtım şirketlerinin ve onların elindeki sinemaların dışında, ancak çok az sayıda kopyayla, “program” -sanat- sinemalarında, sinemateklerde gösterilebilir bir biçimde geldi seyircinin önüne.
Önce filmi küçük bir sinemada, çok az bir seyirciyle birlikte gördüm. İnsan istediği kadar sistemin nasıl işlediğini bilsin; insanların bilinçlerinin nasıl esir alınmış olduğunu bilsin, ancak küçücük sinema salonlarında gösterim şansı bulan böyle bir filmi, küçücük bir sinemayı bile doldurmayan azlıkta bir seyirciyle görünce, hayal kırıklığına uğruyor, kızıyor. Halbuki böyle büyük şirketlerin açıkça boykot ettikleri, engellemeye çalıştıkları filmler bağlamında seyircinin vereceği bir cevap var: Filmin oynadığı sinemaları -büyük şirketlere inat- doldurmak! Filmi ticari olarak başarılı kılmak. Dini imanı para olanların anlayacağı dil budur. Böyle filmleri yapan filmcilere en iyi destek de budur. Umarım film Türkiye’de gösterime girer ve girdiğinde de Türkiyeli sinema seyircisi bu filmin oynadığı salonları doldurarak büyük şirketlerin gizli sansürünü kırar. Bu film seyircinin desteğini -bu yıl bence en fazla- hak eden film çünkü.
Çıkış noktası: Düşünce…
Ben bu filme, bu filmin çıkış noktasındaki yaklaşıma, düşünceye, daha filmi görmeden, film üzerine Venedik Film Festivalinden ilk haberler, yorumlar gelmeye başladığında vurulmuştum.
Filmin “sanatsal yapımcı”sı, yani hem temel fikrinin üreticisi, hem de bu fikrin pratiğe geçirilmesinde parayı ve rejisörleri bularak baş rolü oynayan kişisi Alain Brigand.
Alain Brigand bu filmin fikrini, bu fikrin ortaya çıkışını şöyle anlatıyor:
“11 Eylül 2001, birçoğumuzun gerçekleşebileceğini hayal bile edemediğimiz bir olaydı. Bu felaketin resimleri olayın anında ‘canlı’ olarak ve bütün şiddetiyle odalarımıza taşındı. Böylece bir anda ortaya üzüntünün, matemin de küreselleştiği bir durum çıktı. Ölümle yüz yüze olan insanların acılarının canlı olarak dünyanın her köşesine taşındığı bir ortamda, bu resimleri görenlerin, acıma duygusuna kapılmaması mümkün müydüş Bu olaya dünyanın her köşesinden gelen tepkilerin odalarımıza taşınan korkunç resimler dışında bir şeylerle de tespit edilmesi gerekliliği, bende olayın hemen ardında bizim olayı değerlendirme ve yansıtma yükümlülüğüne sahip olduğumuz düşüncesini doğurdu. Bu yansıtma fakat yaşadığımız zamana bağlanıp kalmamalı, yüzünü açıkça geleceğe dönmeliydi. O dünyanın bütün bölgelerinde ve ülkelerinde anlaşılır ve duyumsanabilir olmalıydı. Kafamızdaki -odalarımıza taşınmış- felaket resimlerini başka resimlerle yanıtlayan bir yansıtma. Bu düşünceyle 11 kadın ve erkek yönetmene bir katkıda bulunmaları ricasını götürdüm. Bu katkı onların kendi kültürlerinin, kendi anımsamalarının, kendi öykülerinin, kendi dillerinin ürünü olacaktı. Bağlayıcı olan tek talebim şuydu: 11 Eylül olayları ve onun sonuçlarına ilişkin 11 dakika, 9 saniye, ve 1 resimden oluşan bir film. Kadın ve erkek yönetmenler konuyu aldılar ve olayları kendi bakış açılarından yorumlayan, bulundukları ülkelerin ve bizzat kendilerinin sorun ve endişelerini de dile getiren filmler ürettiler. Film değişik öncelikleri ve değişik düzeyde angajmanları gösteriyor. Filmde her düşünce bütünüyle özgürdür ve eşit haklara sahiptir. Bu film mozaiği için önceden tespit edilmiş, üzerinde anlaşılmış bir ortak fikir yoktur. Bu yüzden de filmde birçok uyumsuzluklar, evet zıtlıklar kaçınılmazdır. Öyle ki hatta birbirinden değişik yönetmenlerin kendileri için koyduğu ahlaki ve estetik kimi standartlara uymayan katkılar da söz konusu olabilir.”
Bir yapımcı, 11 değişik ülkeden 11 kadın/erkek rejisöre 11 Eylül’ü kendi bakış açılarıyla istedikleri gibi anlatmalarını öneriyor. Hiçbir sınırlama yok.
Tek sınırlama zaman!
Öykünüz 11 dakika, dokuz saniye ve bir resimden oluşacak! İşte daha filmi görmeden vurulduğum düşünce bu. Birbirinden değişik, değişik kültürlerden gelen, her biri başka bir sinema deneyimine. diline, anlaşıyına sahip 11 rejisör, bütün dünyaya aynı resimlerle taşınan bir olayı birbirlerinden bağımsız olarak 11 dakika 9 saniye ve bir resimle anlatacaklar.
Ortaya çıkacak yapıtın, çok değişik bakış açılarını, çok değişik sinema dillerini yanyana getirip, seyirciye andaki dünya sineması / sinemacıları konusunda mükemmel bir malzeme sunacak bir yapıt olacağı, ayrıca filmlerin aynı formal sınıra -çok kısa bir zaman sınırı- sahip olmaları sonucu, çok disiplinli bir çalışma gerektiren, gevezeliği, fazlalılığı en baştan dışlayan bir yapıt olacağı bellidir. Alain Brigand gerçekten çok iyi ‘sanatsal yönetmen’lik yapmıştır.
Ve Uygulama…
Perde açılıyor. Siyah zemin üzerine birinci karede 11’09”01, 11 Eylül yazısını görüyoruz. İkinci karede kollektif bir film.
Değişik ülke ve kültürlerden 11 kadın ve erkek yönetmen. New York City’de 11 Eylül’de 2001’de olan trajik olaylar üzerine 11 vizyon. Bireysel vicdana bağlı 11 bakış açısı yazılarıyla başlıyor film.
Perde kararıyor ve hemen ardından kendimizi bir dünya haritası ile karşı karşıya buluyoruz. Haritada New York işaretlenmiş. Sonra ordan çıkan yangına önce İran’dan yayılan radyo dalgalarıyla cevap geliyor. Bu harita bundan sonraki tüm filmlerde 11 Eylül’e bir başka ülkeden, bir başka bakışın ilk habercisi oluyor.
* Kendimizi 11’lik dizinin ilk filminde, Samira Makhmalbaf‘ın 11 Eylül’e bakışında buluyoruz. Makhmalbaf 12 Eylül’de, İran’daki Afganlı mültecilerin arasında anlatıyor 11 Eylül’ü. İnsanlar acımasız, ilkel şartlarda harıl harıl kerpiç döküyor. Bir genç kadın öğretmen kerpiç dökenlerin arasında dolaşarak, bir yandan kerpiçten koruganların bir atom bombası saldırısında hiçbir işe yaramayacağğnı anlatıyor, bir yandan da çocukları okula çağırıyor.
Sonra ilkel bir derslikte bu kadın öğretmenin çocuklara 11 Eylül’ü anlatma ve onları 11 Eylül’ün kurbanları için bir dakikalık saygı duruşuna kazanma çabalarına, çocukların kendi dünyalarındaki dertlerin başka olduğuna tanık oluyoruz.
Çocuklar için “bir gün önce gerçekleşen, bütün dünya açısından çok önemli olan büyük felaket” olsa olsa alanın tek kuyusuna düşen iki kişinin ölmesi olabilir. Ya da bir çocuk için bir akrabasının ölmesidir.
Onlar için DTM’nin muazzam yüksek iki kulesinin yanıp yıkılması çok soyut bir şeydir. Kavranması çok zordur. Ayrıca eğer bu kulelere uçak çarptıysa, bu olsa olsa Allahın işi olabilir. Bu bağlamda çocuklar arasında yürüyen, Allahın kendi yarattığı insanları öldürmesinin mantığının tartışması aslında ‘global’leştiği söylenen dünyada çok değişik dünyaların yanyana olduğunu çok yalın gösteren bir tartışma.
Derslikte bir dakikalık anma sessizliğini gerçekleştiremeyen öğretmen, bu kez çocukları alanın en yüksek yapısı olan, olsa olsa 20 metre yükseklikteki kerpiç fırını bacasının önüne götürür. Yıkılanlar işte bundan çok daha büyük kulelerdir. Çocuklar neden olduğunu anlamasa, bazıları konuşsak ne olur dese de, film bu kulenin önündeki saygı duruşuyla biter. Samira Makhmalbaf İran’dan, Afganistanlı göçmen çocukların bakış açısından 11 Eylül’ün ne kadar “önemli” olduğunu, göründüğünü mükemmel bir sinema diliyle anlatıyor. Daha ilk filmde 11 Eylül’ün evlere taşınan yanan/çöken ikiz kule resimlerinden başka resimlerle de belirlendiğini ve evet insanların büyük çoğunluğu için durumun ABD ve Avrupa’daki metropollerden değişik olduğunu, değişik göründüğünü görüyoruz.
* İkinci yankı Fransa’dan geliyor. “Bir Kadın / Bir Erkek”ten (1966) bu yana Avrupa orta sınıf insanlarının romantik aşk öykülerini, yer yer polisiye kalıpları içinde de anlatma konusunda adeta bir okul oluşturmuş, bir ‘marka’ olmuş Lelouch11 Eylül’ü anlatıyor. O 11 Eylül’ü anlatırken, New York’ta yaşayan genç “bir kadın ve bir erkek”in öyküsünü araç olarak seçiyor. Kadın görme ve işitme özürlü bir Fransız. Erkek New York’lu bir görme/işitme özürlü rehberidir. Bir yıldır birlikte yaşamaktadırlar. Kadın erkeği kıskanmaktadır. Kavgalıdırlar. 11 Eylül sabahı, erkek ikiz kulelerde bir buluşma için yola çıkar. Kadın sıkıntı içinde bilgisayarının başına geçer. Ve ayrılık mektubunu, ayrılık gerekçelerini yazar. Ancak bir mucize birlikteliğimizi kurtarabilir yazar. Bu arada biz açık olan televizyondan -kadının görmediği ve duymadığı- kulelere uçak çarpma olayını yaşarız. Erkek kapıda belirir. 11 dakika 9 saniyeye ek olarak istenen ‘bir resim’de, tozdan tanınmaz halde ağladığı mı güldüğü mü belli olmayan adamı ve ona şaşkınlıkla bakan kadını görürüz.
11 Eylül acaba bu çiftin bireysel mutluluğunu sürdürmek için kadının umutsuzca beklediği mucize olabilir miş 11 Eylül erkeği tesadüfen yaşayan bu çift için bir başlangıç olabilir miş
Samira Makhmalbaf 11 Eylül’e metropoller dışındaki bir toplumun bakış açısıyla yaklaşırken, Lelouch metropolün bir bireyinin çok özel bir bakış açısından bakmayı yeğliyor. Daha bu ilk iki filmde Brigand’ın sözünü ettiği “uyumsuzluklar/zıtlıklar” apaçık ve fakat film açısından bir zayıflık değil, tersine bir üstünlük, bir zenginlik olarak gösteriyor kendini.
* Sonra Mısırlı rejisör Youssef Chahine‘nin 11 Eylül’e bakışı geliyor. Youssef Chahine 11 dakika dokuz saniyeyi iki kişiyle hayali buluşmasını anlatmak için kullanıyor. Buluştuğu ve konuştuğu kişilerden biri Beyrut’taki bir Hizbullah intihar saldırısında ölen bir Amerikan askeri; diğeri Filistinli bir intihar komandosu. 11 Eylül bu hayali buluşmaların gerçekleştirilmesi için itki oluyor. Her ikisi de ölmeseydi daha iyi olurdu biçimindeki yaklaşım Filistinli gerillanın haklı/haksız ayrımı talebiyle karşılanıyor.
Youssef’in kendi kendini oynadığı film, bana kendini çok öne çıkartan ve çok öğretmen havasında olan bir film olarak göründü.
* Dördüncü yankı Bosna-Hersek’ten geliyor. İki yıl önce “No Man’s Land” ile büyük övgüler alan ve ödüller kazanan Danis Tanovic, 11 Temmuz 1995’de Srebrenica’daki katliamı hatırlatmak için her ayın 11’inde yürüyüş yapan Srebrenicalı kadınların 11 Eylül 2001’i nasıl yaşadıklarını anlatıyor. Bütün dünyanın dikkatinin merkezinde New York’un durduğu bir günde Srebrenica’daki bir katliamı anmanın anlamı olabilir miş Kadınlar bu soruya yürüyüşlerini yaparak cevap veriyorlar.
Danis Tanoviç bir tek 11 Eylül yok ! diyor. Başka 11 Eylülleri unutmama yönünde bir çağrı onun filmi.
* İdrissa Quedraogo, 11 Eylül’ün kimi sonuçlarına -ve evet nedenlerine de- Afrika’nın bir ülkesinden bakıyor. Okula giden 5 genç erkek. Bunlardan birinin hasta annesi. Annesinin yaşayabilmesi için gerekli ilaçlar, doktor parası vb. için gençlerden biri çalışmak, okulu bırakmak zorundadır. Gazete satar. Gençler gazetede 11 Eylül’ün sorumlusu olarak aranan Bin Ladin’in başına 25 milyon dolar ödül konduğunu öğrenirler. Bu arada çalışmak zorunda kalan genç tesadüfen Bin Ladin’i görür. Bütün sorunların -açlık, yoksulluk, hastalık, okulsuzluk vb.- çözümü için çare ortadadır. Bin Ladin yakalanacaktır. Gençler gençlerin birinin babasının kamerasıyla Bin Ladin’in peşine düşerler. Fakat Bin Ladin uçar gider.
Umutlar bitmiştir. Bin Ladin ne olur geri gel, umudumuz sensin sözleri yükselir çocuklardan. Ve Bush’un yapacağı ziyarette onu kaçırmanın nasıl olacağını tartışırlar.
Şimdilik ellerindeki kamerayı satarak, çalışan gencin okula dönmesini sağlamakla yetinirler.
Tek resim, birbiriyle dayanışan beş gencin grup fotoğrafıdır.
Quedraogo da, Samira Makhmalbaf gibi, dünyanın Batıdan ibaret olmadığını gösteriyor. Yoksulluk içindeki insanların kendi aralarındaki dayanışmalarıyla, gülen tavırlarıyla iyimser, umutlu bir film. Çok sevdim.
* Sonra İngiltere’den bir yankı geliyor. Ken Loach Londra’da yaşayan şilili bir göçmen, Vladimir Vega’nın gözünden bakıyor 11 Eylül’e. Vladimir Vega’yı 11 Eylül’ün New York’taki kurbanlarının yakınlarına bir mektup yazarken izliyoruz filmde. Vladimir Vega, New York’ta yakınlarını, eşlerini dostlarını kaybedenlerin acılarını paylaşıyor. Ve onlara bir başka 11 Eylül, ve bu 11 Eylül’de yakınlarını kaybedenler olduğunu, kendi yaşadıkları somutunda şili’de 11 Eylül 1973’te seçilmiş Allende hükümetine karşı gerçekleştirilen CIA markalı kanlı askeri darbeyi ve sonrasını anlatıyor. Filmin büyük bölümü bu darbe sırasında çekilmiş siyah beyaz dokümanter film parçalarının montajından oluşuyor. Bir yerde Bush’un yaptığı konuşma giriyor araya. Bush, ikiz kulelere uçaklarla terörist bir saldırı olduğunu anlatıyor. Bu saldırının özgürlüklere karşı bir saldırı olduğunu söylüyor. Onun konuşması ertesine Allende’nn öldürüldüğü başkanlık sarayının uçaklarla bombalanmasının resimleri monte edilmiş.
Loach terörizm, terörizme karşı savaş vb. konusunda konuşan Bush’un ikiyüzlülüğünü, sahtekârlığını gösteriyor.
11 Eylül 2001’de ölenlerin acısını paylaşanları, şili’yi unutmamaları konusunda uyarıyor.
O da Danis Tanoviç gibi, başka 11 Eylüller olduğunu söylüyor. Ve onun ötesine geçip hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek bir açıklıkta, şili somutunda gerçek suçlu ve sorumlunun adını da veriyor: ABD emperyalizmi, onun uşakları!
* 7. yankı Meksika’dan geliyor. “Ameros Perros” ile önemli bir çıkış yapan Alejandro Gonzalez İnarritu biçimsel olarak en yenilikçi, deneyci katkıyı sunuyor bu yankıda. O 11 dakika 9 saniyeyi bir öyküyü bilinen film formatında anlatmak için kullanmıyor. Filmi bildiğimiz anlamda bir film değil. Film resimsiz bir beyaz perdeyle, hangi dilde olduğunu bilmediğiniz monoton konuşma sesleriyle başlıyor. (Bu sesler Chamula yerlilerinin kollektif duası imiş). Sonra yine boş beyaz perde. İlk sesler azalırken, başka sesler ilk seslerin önüne geçiyor. İkiz kulelerin yandığını gösteren canlı yayın resimlerinden tanıdığımız sesler. Sonra ikiz kulelerden ikincisine uçak çarptığı sırada duyulan sesler, “Aman allahım” çığlıkları. Burda çok ilginç bir şey oluyor. İnarritu size hiçbir resim göstermediği halde, yalnızca belli sesleri monte ettiği halde, siz kafanızda yerleşmiş olan resimlerle sesleri tamamlıyorsunuz.
Sonra seslere çok kısa aralıklarla gökdelenden aşağıya atlayan, düşen insanların boşlukta düşüşünü gösteren resimler monte ediliyor. İnarritu’nun gösterdiği tek resim -onlar da çok kısa süre ve kısa aralıklarla- bunlar. Filmin esası boş beyaz perde. Sesler. Ve sizin resimleriniz.
Fakat onlar sizin resimleriniz değil ki. Sizin resimleriniz haline gelmiş olan resimler. 11 Eylül deyince hemen aklınıza gelen resimler!
İnarritu filmini başladığı gibi, boş beyaz perde ve dua sesleriyle bitiriyor.
İnarritu’nun bu cesur filmi bizi aslında kendi 11 Eylül resimlerimizi sorgulamaya da çağırıyor. Belki 11 Eylül’ü anmanın en iyi yollarından biri bu olsa gerek diye düşünüyorum.
* İsrailli rejisör Amos Gitai 11 Eylül’e Tel Aviv’den bakıyor. 11 Eylül 2001. Tel Aviv’de, Kudas caddesi üzerinde bir intihar komandosu eylemi. Tam bir kaos. Bir yandan yaralıların hastaneye yetiştirilmesini, diğer yandan patlamamış bomba arama işini örgütlemeye çalışan polis ve askerler. Meraklılar. Ve iki cadde ötede patlamayı duyup gelen ve “önemli haber”in üstüne atlayan bir televizyon ekibi. Polis ve askerlerle, “hür habercilik görevi”ni yerine getirmek aşkı içindeki televizyon ekibi arasındaki komik-anlamsız tartışmalar. Haberin üzerine atlayan ve çok önemli bir iş yaptığı inancındaki kadın televizyon spikerinin merkezdeki yayın ekibi ile konuşmaları. Onların New York’taki olaylar daha öneml olduğu için, Tel Aviv haberini canlı yayında vermeyecekleri mesajı. Kadın spikerin protestoları. ” Ne yani, bizimki de terörist saldırı değil mi” yakınmaları!
Amos Gitai de 11 Eylül’e, bir tek 11 Eylül yok diyerek yaklaşıyor. Filminde oldukça açık bir medya eleştirisi de var. Aslında trajik olan bir olayı, bütün anlamsızlığı ve komikliği ile de göstermeyi becermiş Gitai.
* Geçen yıl “Muson Düğünü” ile Venedik büyük ödülünü kazanan Hindistanlı kadın yönetmen Mira Nair, 11 Eylül sonrasında ABD’de müslüman ABD yurttaşlarına karşı gelişen cadı avı / cadı kazanı atmosferinde gelişen gerçek bir olayın anlatımına ayırmış 11 dakika 9 saniyesini. New York’ta yaşayan Pakistanlı bir ailenin büyük oğlu 11 Eylül sonrasında kayboluyor. Aile oğlunu arıyor. FBI da. Pakistanlı ve müslüman olduğuna göre, olsa olsa teröristtir! Ve Pakistan’a / Afganistan’a savaşmaya gitmştir! Birkaç sorgu sualden sonra Hamadi’nin terörist olduğu resmen ilan ediliyor. Aile eskiden dost olduğu Amerikalı beyaz aileler tarafından “terörist ailesi” olarak muamele görmeye başlıyor. Daha sonra fakat sıfır noktasında toplanan kemiklerin DNA analizlerinden terörist ilan edilen Hamadi’nin de enkaz altında kalmış olduğu ortaya çıkıyor. Onu yanan kulelere içeridekilere yardım için girerken gören tanıklar çıkıyor. Ve dünkü terörist Hamadi bu kez kahraman ilan ediliyor. Amerikan bayrağına sarılı tabutu törenle gömülüyor.
Mira Nair, ya kemikler bulunmasa idi ne olacaktı sorusunu yerleştiriyor seyircinin kafasına. 11 Eylül sonrasını bir kez daha düşünmeye çağırıyor seyirciyi.
* ABD’den Sean Penn 11’09”01 filmine katkısıyla resmi ABD 11 Eylül bakışının dışında bir bakış sergiliyor.
İkiz kulelerin gölgesindeki bir evde, güneşsiz, yalnız ve aslında geçmişte, anılarıyla yaşayan bir yaşlı adam. (Ernst Borgnine mükemmel oynuyor.) Çoktan ölmüş olan karısıyla konuşuyor sürekli. Onu giydiriyor. Yanında yatırıyor. En çok istediği şey, güneş ışığı görmeyen penceredeki çiçeklerin yeniden açması.
Hayatı tekdüze.
Bir gün -on yıllardan sonra ilk kez- güneş ışığı vuruyor pencereye. Evi kapayan gölgenin çöktüğünü, güneşin önünün açıldığını görüyoruz. Penceredeki çiçeklerin başlarını kaldırdığını; güneşle uyanan şaşkın ihtiyarın çocuk gibi sevindiğini, bu sevincini karısıyla paylaşmak istediğini görüyoruz. Fakat gün ışığı ona gerçeği göstermektedir. Karısı yoktur.
Film gerçeği kavradığında, güne döndüğünde, ağlayan ihtiyar adamın resmiyle biter. 11 dakika 9 saniyeye ek olarak istenen resimde ise, evin diğer yarısının da güneşe kavuşması vardır.
Bütün Amerika’da patriyotizm adına en kaba şovenizmin kışkırtıldığı, savaş çığlıklarının matem seslerine karıştığı bir ortamda, Sean Penn 11 Eylül’ü, 11 Eylül’ü yeni bir başlangıç için fırsat olarak kullanma, geçmişi sorgulama çağrısı içeren mükemmel bir filmle anıyor. Cesur bir çıkış yaptığı. Aslında bir ABD’li olarak yaptığı, diğerlerinin yaptığından da anlamlı ve önemli. Sean Penn 11’09”01’e yaptığı bu katkıyla ‘umut var’ dedirtiyor.
* Onbirinci ve son yankı Japonya’dan geliyor. Shohei Imamura her türlü savaş düşmanı, pasifist mesajını metaforlar kullanan bir öyküyle anlatarak 11 Eylül’ü anmış. İkinci dünya savaşı ertesinde, köyüne döndüğünde, gördüklerinin korkunçluğu sonucu insan olarak yaşama yerine yılan olarak yaşamayı seçen bir bir Japon askerinin öyküsünü anlatıyor Imamura.
11 dakika 9 saniye sonrasındaki tek kareyi Imamura “Kutsal Savaş Yoktur” sözlerini yazıyla da aktarmak için kullanıyor. Kuşkusuz iyi niyetli ve ABD emperyalistlerinin “Kötüye karşı kutsal savaş”, “terörizme karşı kutsal savaş” vb. ilan ettiği ve bir dizi de müttefik bulduğu bir ortamda da, anlaşılır bir çaba.
Fakat bütün savaşları -evet bunların hepsi insanlar için büyük acılar getirme konusunda bir olsa da- aynı kaba atmak ne kadar doğruş
Çare insanlık böyleyse, insanlıktan vazgeçmekte mi, yoksa insanca yaşamak için her şeyi yapmakta mış
İmamura’nın neden bunca dolambaçlı konuştuğunu anlamış olmadığım gibi, seçtiği yılan metaforunun niye seçildiğini de anlamış değilim.
Sonuç olarak sevmedim bu katkıyı.
Fakat sevdiklerim, sevmediklerim, sevdiklerim içinde çok ve az sevdiklerimle 11’09”11 bir bütün olarak bu yılın film olayı bence.
Sinemanın, filmin salt bir eğlence-dinlenme aracı olduğu iddiasıyla yığınların uyutulmasında, düzene bağlanmasında bir araç olarak kullanılmasına, sinemanın-filmin diliyle cevap bu film. Düşünün çağrısı yapan, düşündüren bir film.
Bu filmi -eğer çevrenize gelir ve gösterilirse!!!- görün mutlaka!
ANUŞ PAZARCIYAN