“Onları neden öldürdün?”
Çürümüş et ve donmuş kan kokusunu alıyorum; üç gündür bu soruyu her işitişimde. Kedi bıyıklı genç komiser sosisi andıran parmaklarını kefen beyazlığındaki masaya bir şarkıya ritim tutarcasına vurarak öfkeli öfkeli yineledi soruyu: “Onları neden öldürdün?”
Bu oda devasa bir kefen, plastik masa, sandalyeler, duvarlar, floresanın ışığı… Kefen beyazı. Rahimden tepetaklak düşer düşmez ağzımıza sokulan memeden emdiğimiz süte kadar… Süt beyaz, kefen de beyaz; sırtında mezarını taşıyacaksın ölene dek. Ne gizem ama bilir mi kedi bıyıklı komiser; hak getire, nerden bilecek. Doğuştan beratlı bu; sillesini yemeden hayatın serpilip büyümüştür. Akademilidir de bu, otuzuna varmadan pırpırları taktıklarına göre. Akademide ne öğretmişlerdir buna, olay yeri incelemesi, delillerin toplanması, katil profilleri ve suç kategorileri, tanıklar nasıl dinlenilir, rapor nasıl tutulur… Falan feşmekân işte. Buradan çıkıp arabasına binecek, yolda karısını arayıp bir ihtiyacının olup olmadığını soracak, ölüleri ve katilleri arkasında bırakarak karısıyla sevişecek ve yan odada uyuyan üç yaşındaki kızının günün birinde karşısında sanık sandalyesinde oturma ihtimalini gütmeden uyanıp duracak her güne. Sen planlayıp inşa et binanı kedi bıyıklı, günün birinde hiç beklemediğin anda biri çıkacak; kurduğun binaya bir taş atıp yıkacak ve sebebini hiç bilemeyeceksin.
“Üç gündür tek kelime etmiyorsun, onları neden öldürdüğünü anlatmazsan sana yardımcı olamayız” dediğinde kedi bıyıklı, masanın başında oturan pedagoga göz ucuyla bakış attı, devreye gir dercesine. Masanın üzerinde tuttuğum uzun ince parmaklarıma odaklandırdım gözlerimi. Aniden titremeye başladım, karnım içime çekildi, kemiklerimi birisi kırıp beni topaç vaziyetine getirircesine bükülüyordum. Ağzımda tıkaç vardı sanki nefes almakta güçlük çekiyordum; ateşimin çıktığını, gözlerimin yerinden fırlayacakmışçasına yandığını, şiştiğini hissediyordum. Parmaklarımı oynattığımda, odada fır dolanan çığlığım ağzımdan girip içimde patladı. Paramparça olmuş organlarımın kan gölünde cebelleşiyordum; her kulacım dibe, keşfetmediğim derinlere çekiyordu beni. Tanıdık, yılların değmediği o korku damarlarımda dolanıyordu; Annem gece eve geldiğinde, yatağımda parmaklarını saçlarımın arasında dolandırdığında yüreğim ağzıma gelir, korkudan moraran dudaklarımı ısırarak kanatır, birazdan o parmakların ağzımın üstünde yastığa dönüşerek kapanacağının korkusuyla içim titrerdi.
Annem odadan çıktığında korkum odanın çatlaklarına sığınırdı, ta ki bir sonraki geceye değin. Her gece tavan arasında ölümü bekleyen bir kuşa dönerdim. Bazı geceleri teslim olurdum ölüme, annemin ayak seslerini duyduğumda sırt üstü uzanır, yüzümü okşayan zarif parmakların ince dudaklarımın üstünde olmalarının arzusuyla içimden anneme yalvarırdım. Nefesiz kaldığımda çırpınır mıydım? Çırpınsam ne fayda, vazgeçerse utancından canına kıyardı. Ölmek istediğim gecelerde, ölüm gelmezdi, annemin tuzlu gözyaşları alnımdan beynimin dehlizlerine sızar, orada ölülerin yaşayanlardan hesap sorduğu Kabil’in ıstırabıyla mühürlü kuzgunlar diyarına can olurdu. Annemin kurtuluşu olurdum öldüğümde, dinerdi ıstırabı. Öldüğümde çile dağarı boşalacak, sabahları yataktan dirhem dirhem eksilerek kalkmayacak, kanla yıkanmış acı ve gözyaşı kokmayacak, teni susuzluktan çatlamış çorak toprağa benzemeyecek ve gözlerinde kabrim silinecekti.
“Anne ne olursun beni öldür” ile “Anne ne olursun beni öldürme” arasında, iki harften ibaret bir hece var; “me”. Nihayetinde karanlık da ışıksızlık değil midir? Annem beni sevmediğinden değil, çok sevdiğinden öldürmek istiyordu. İkbalimin geçmişimin iplikleriyle örülü olduğunu biliyordu. Babamı hiç tanımadım, fotoğrafını dahi görmedim. Annemin hayal sandığından çıkardığı bütün iyi adamların özelliklerinden mürekkep, kara kutusu olmayan bir adamdı ve tek kusuru bağlanmazmış hiçbir şeye, nereye çağrılsa orada bitermiş.
Kedi bıyıklı ayağa kalkarak sağ yumruğunu sıktı, etrafımda dört tur attığında aniden sol elini omuzuma koyarak sıktı ve boştaki elini masaya sertçe vurdu. Kulağımın dibinde bağırdı; “Onları neden öldürdüğünü söylemeden buradan çıkış yok sana!” Oda yine çürümüş et ve donmuş kan koktu.
Pedagog bacak bacak üstüne atmış gözaltında beni izlerken önündeki ajandaya bir şeyler karalıyordu. Parmak liflerinde bir böcek gibi dolaştığımı hayal ettim. Kedi bıyıklı burnundan soludu; “Anlatacaksın!” bağırışıyla kapıyı çarparak çıktı odadan. Pedagogun yüzünde müstehzi gülüş belirdi, göz kırptı bana. Oyunbaz ve dili sürgülü birisine benziyordu, ellerini masanın üstünde birleştirdi, başını da ellerinin üstüne koydu ve tıslarcasına; “Anlatmak zorunda değilsin. O üstlerinden papara yememek için raporuna yazacağı hikâyenin peşinde” dedi, başını kaldırarak devam etti: “Seni yıllarca aramamışlar, sen de onları. Niye geldin, gelmeseydin, onlara gitmeseydin burada olmayacaktın.”
Buz çatlar, göle düşer çocuk. Hasbelkader oradan geçen yolcunun gölün kenarında ateş yakmasıdır hesapta olmayan. Ne yolcu çocuğun farkındadır ne de çocuk ateşi görmüştür. Pedagoga bunları anlatmak istedim, sustum, doğduğumda dilime kırk kilit vurulmuştu, kırkının da anahtarı gömülmüştü yokluk diyarına. Gözlerimi gözlerine verdim pedagogun; mavi gözlerinin etrafını kaplayan nefti halka, ormanda tek başına avlanan yabani bir hayvanın sezgi gücünü katıyordu ona.
Her şeyin kokusundan ne olduğunu anlayan yabani bir hayvandı pedagog, sezgiyle okuyordu. Bakışıyla derimi yüze yüze okumaya başladı kelimelerimi; teslim olmasaydım, bugün Atina’da Tamara’nın yanındaydım. Atina’da yaşıyordu Tamara, babası Rum, annesi Rus’tu. Toprak ve kül kokuyordu Tamara, dili palim sestatikti, her katmanında seyyahların ayak basmadığı diyarların alfabesinden ibraz kelimeler. İzmir’de salaş bir barda tanıştık bir yıl evvel. Dolu dolu iki ayı birlikte geçirdik, bisiklet pedallarına Ege’nin tozunu kattık. Geçmişin sandığının kapağını hiç açmadık, onun enkazı altında kalacağımızdan ya da birbirimize gardiyan düğümleriyle bağlanacağımızdan korkuyorduk. Sırtında çarmıhını ve karnında felaketin bedbaht kelimeleriyle neşredilmiş defterler taşıyanlar, susar, biz de susuyorduk. “Geçmişi arkanda bırakarak başka türlü olabileceğini görmek ve yaşamak istiyorsan, Atina’ya yanıma gel” teklifinde bulunmuştu Tamara, gemiye binerken yolcu ettiğimde.
Bir yıl boyunca dönenip durdum Tamara’nın önerisi etrafında; on altı yıllık hayatımın yıllarını tek tek teşbihin taneleri gibi saydım, günü güne vurdum, geride elimde, kan, gözyaşı, aşağılanma ve ayda en az bir kere gittiğim annemin kabri kalmıştı. Tutan neydi beni burada, o güne değin gitmeyi ne arzulamıştım ne de düşünmüştüm. Yetimhaneden kaçtıktan sonra, bana evini açan Esma’da evlenip Muğla’ya yerleştiğinde kararımı verdim, Atina’ya Tamara’nın yanına gidecektim. Tamara pasaport, turistik vize ve yol masraflarını ayarladı. İstanbul’a gitmemi, orada bir turizm şirketinde rehberlik yapan arkadaşı Gökmen’in kolaylıkla belgeleri çıkartacağını ve en geç bir hafta içinde Atina’da olacağımı söylediğinde, yola çıkmadan kimliğimin fotokopisini Gökmen’e ulaştırdım. İstanbul’a varır varmaz Gökmen ile buluştum; pasaport ile birlikte beş yüz Euro verdi. Üç gün sonra vizeyi alacağımı, dördüncü günde uçacağımı söyledi. Beni otele yerleştirmek istedi, kalacak yerim var dedim. Kalacak yerim yoktu; hayatımda epitopu iki kez gördüğüm, yedi yaşımdan bu yana görmediğim, bildiğim tek akrabam olan, dedem Sami Albay ve nenem Ayşe Hanım’ı görüp onlardan annemin fotoğraflarını almak ve annemi bana anlatmalarını tasarlamıştım.
Kapıyı Ayşe Hanım açtı, üstünde fileli kahverengi etek, üstten iki düğmesi açık gri renk gömlek vardı. Tiril tirildi, kapının sövesini tutan elinde pul pul mor noktalar belirmişti. Görür görmez tanıdım, aklaşmış saçlarını yine örmüştü. Ellerindeki pul pul mor benekler haricinde, on bir yıl evvel kış günü; annem ve benim arkamdan kapıyı kapatan kadındı. O zaman da yaşlı, içi geçmiş, nevale suratlıydı. O gün bizi kapının önüne koymasalardı, başka türlü, belki de çok mutlu ve güzel bir hayatım olacak, üniversiteyi de bitirecek ve annem de yaşıyor olacaktı. O gün, bu kapıdan ilk kez kovulmamıştık. Beş yaşımdaydım, annem elimden tutup getirmişti, onları ilk kez o gün görmüştüm. Annem, “bir iki ay burada kalalım, iş bulup ev tutana kadar. Lütfen, yalvarırım size, gidecek kimsem yok. Bana acımıyor sanız, Lavin’e acıyın, o daha çocuk, sokaklarda perişan olur.” Demişti de, vicdanı taşlaşmış Sami Albay, yengeçvari elleriyle annemin kolundan tutarak kapıya doğru sürükledi ve “Sana buraya gelmemeni söyledim. Defol! Al piçini de çek git!” dediğinde, annem, ağlak ve şefkat arayan gözlerle Ayşe Hanım’a bakıyordu. Sırtını bize dönmüştü, kaskatıydı. Göğsündeki hırıltı o günden yadigâr, iki geceyi metruk bir evde ve üç geceyi de bir ATM’nin için de geçirdik. Annem, beni kucağında hastaneye götürdüğünde, tek anımsadığım hastane koridorunda annemin yankılanan çığlığıydı; “Kızım ölüyor, yardım edin lütfen!” Hastanede bir ay yatırıldım, zatürre kuluçka yapmıştı göğsümde. Bu eve ikinci gelişimde; annem, ortağıyla yüklü bir kredi çekmişti bankadan, ortağı parayı alıp sırra kadem bastı ve geride de borç batağı bıraktı. Annem tekstil atölyesini kapattı, makineleri sattı yine de eve haciz gelmesinden kurtulamadık. Evimizden olmuş, beş parasız kalmıştık, bankaya da borç cabası. Çaresizlik gururu paçavraya dönüştürüyordu. Kendi kendine yeminler etmişti annem, bir daha asla her ne olursa olsun; babasının ve annesinin evine gitmeyeceğini, onların aşağılanmalarına maruz kalmayacağına yeminler ediyordu hep. Tek başına olsaydı asla onlara gidip minnet ve şefkat dilemezdi. Ben, annemin sırtındaki kamburdum. İkinci gelişimiz de, annem onlardan tek bir ricada bulundu, “Üç dört gün burada kalmamıza müsaade edin” der demez, Sami Albay hakaret yağmuruna tuttu annemi, “Seni burada istemiyorum. Başımıza hep bela getirdin, adi bir sürtüksün, sürtük. Bizi çiğneyerek, o adamın peşine takıldın. Rezil rüsva ettin el aleme. Kimsenin yüzüne bakamaz olduk sayende. Şimdide gelmiş şefkat dileniyorsun, defol evimden.” Ayşe Hanım ellerini dizlerinde birleştirerek bir köşeye sinmiş. Sami Albay’ın ağzından köpükler çıkartarak bizi hırpalamasını izliyordu.
Sami Albay’ı teskin edebilirdi, hatta orada kalmanızı da sağlayabilirdi. Korkusuna teslim olmayı yeğledi. O akşam, onlar, karanlığın ve çaresizliğin kuyusuna attı bizi. Bir saatin hükmüyle örüldü hepimizin hayatı. Bir saat onlarca yılı, bazen de tarihi tayin edebilir, bir yoldan alıp başka bir yola sokabilir. Hayatta birkaç adım geri çekilip esneyeceğiniz ya da ayağınıza kadar gelen fırsatı kaçırmayacağınız anlar olur. Korkaklar ve Ortodoks prensipliler anın yazgısını, geleceğin üstüne nasıl çullandığını okuyamazlar. O akşam onlar bizi kapının önüne koymasaydı, annem elimden tutup apar topar İzmir otobüsüne bindirmeyecek, mola yerinde gözüm pelüş bebeğe dokunmayacak ve yoksulluğumuzu fırsat bilip pelüş bebeği elime tutuşturan Şenol ile annem hiç tanışmayacak, İzmir’e vardığımızda annemin arkadaşı terminalde bizi almaya gelmediğinde annemin katili olacak Şenol’un evine gitmeye mecbur olmayacaktık. Annem yaşıyor olacaktı ve ben, kefene benzeyen bu odada olmayacaktım.
Tanımadı Ayşe Hanım beni, kendimi tanıttığımda, yüzüne umarsız soğuk bir gülümseme yayıldı. Öğretmen emeklisi Ayşe Hanım’ın tedrisatından geçmiş herhangi bir öğrencisinden farksızdım.
Uzattığım bir demet çiçeği, çikolatayı ve keki aldı, içeri buyur ederek seslendi, “Sami Bey, gel gel bak kim bizi ziyarete gelmiş.” Arkasından içeri girdim: Bulut mavisi üzerine kavun sarısı papatyalar serpiştirilmiş duvar kâğıtları eriyip solmuştu. Vestiyerin dolap kapısındaki çizik zamanın tozunu yutuyordu. Vestiyerin karşısındaki duvarda annemin çocukluğundan yadigâr ağlayan çocuk posteri hâlâ masum ve kırılgandı. Oturma odasına girer girmez kurumuş ağaçların tortu kokusunu aldım. Yüzleri eprimiş hantal koltuklar, havı solmuş, çürümüş vişne rengindeki kalın perdeler, çöl kumu rengindeki devetabanı avize, dantellerle, biblolarla ve kristal bardaklar ile porselen fincanlarla bezeli vitrin, o vitrinin camekânlı sol köşesindeki üç şişe viskiyle hafızamdaki yerlerini koruyorlardı. Uğursuz zangocun çektiği iple çınlayan çan sesleri eşliğinde anılar belleğimden damarlarıma aktı, oradan da parmak liflerime. O günün içine düşmüştüm
, dokunduğum her yerde, tarçın ve ıhlamur karışımı kokulu annemin kokusunu alıyor, yalvaran gözlerini görüyordum. Ürperdim, ufaldım, göbek çukuruma saklanmak istedim, orada kimsecikler bulamaz beni. Kuyruk sokumumdan omuzuma tırmanan bir hamam böceği hissettim, derimi kesiyordu ayakları. Tuvaletten çıkan albay emeklisi Sami, başarısız bir darbe girişiminin kesifligiyle selamladı beni. Kifayetsiz muhterisliğinin hıncı yuva kurmuştu, kışla usturasıyla terbiye edilmiş kırışınmış yüzünde ve kanlı geçmişini anımsatan beş ben peydahlanmıştı yanaklarında. Derisi kemiğine yapışmıştı. Ayşe Hanım, asker selamıyla getirdiğim keki tabaklara bölüştürüp mermer sehpanın üzerine çay fincanlarıyla birlikte tepsiye koyduğunda, Sami Albay “Hangi otelde kalıyorsun?” dedi, başını öne gözlerini yere odaklandırdı o an Ayşe Hanım.
Dokuz ay karnında taşıdığı kızını, doğum sancılarını. Kızının elini tutup okula götürdüğü ilk günü, onunla kıvanç duyduğu başarılarını korkusunun altında bırakmıştı. Polisler beni, annemin cesedinin başında bulup karakola götürdükten bir gün sonra, genç bir kadın polis, elinde bir poşetle yanıma geldi; döner ve ayran almıştı bana, yemedim, yiyemedim, annemin kanına bulanmış parmaklarıma baka kalırken. Kadın polis elimi tuttu, “Ne talihsiz bir kızsın, deden ve nenen istemiyorlar seni” demişti utanarak. Yine istemiyorlardı beni, “Hangi otelde kalıyorsun?”muş. Oracıkta yolda gözüme çarpan ilk oteli söyledim gülerek, ardını da getirdim. Mutlu ve başarılı bir hayat hikâyesi ördüm, yetim hanenin ilk yılında beni zengin bir ailenin aldığını, öz kızları olsam ancak bu kadar sevileceğimi, her ihtiyacımı karşıladıklarını. Özel okullarda okuttuklarını, şimdi de yabancı dilimi geliştirmem için yurtdışına gönderttiklerini söyledim. Kılçıksız yalanlarım onların gözlerini fal taşı gibi açtırdı. Eslerimin arasına, “ne güzel, ne güzel” nidalarını serpiştiren Sami Albay utanmadan, “Ailenin yazlığına artık, dedeni ve neneni de davet eder, biz de ailenle tanışır, yazlık sefası çekeriz” dediğinde, Ayşe Hanım pişkin pişkin sırıtıyordu. İkisi de midemi bulandırıyordu. Onlara yalan söylemekten hicap duymadım. İçimden, sık dişini Lavin fotoğrafları aldın mı kurtuldun, bir daha da bunların yüzünü görmeyeceksin, diyordum. Bir müddet sonra, “Benim şekerleme saatim geldi, uyumazsam gün boyu başım ağrıyor. Siz, dede torun konuşun” diyerek ayrıldı Ayşe Hanım. Dağarım dolmuştu, Sami Albay kancayı hayali aileme, hayali yazlığa atmıştı, dili yapışıp kaldı onların üzerinde. Yorulup elini sehpanın üzerindeki keke atınca, annemin fotoğraflarını rica ettim. Tadı tuzu kaçtı aniden, yüzü düştü, tiksintiye gözlerini gözlerime dikti, dilini morumsu dudaklarında gezdirdi ve dikildi ayağa, “Ne yapacaksın o orospunun fotoğraflarını, beladan başka bir şey getirmedi bize. En sonunda kendi başını da yedi, öldürüldü. Öldü de kurtulduk” dedi ve hışımla tuvalete gitti. O anda kâbusumun içine düştüm, sessizliğe gömülmüş karanlığın ortasında yere düşen metal paranın çınlayışı beynimde patlıyordu. Şenol’un afyonunun ve dağdarasının metal sesiydi, yanından hiç ayırmadığı 1 Mark’ın çınlayışıydı. Önce annemin ayaklarına kapanır, “Ne olursun beni sev, bir kerecik olsun elimi tut, sevdiğini söyle” diyerek yalvarır yakarır, annem, kapkara bir cümleyle kandilini söndürünce, Şenol’un başarısızlıkları, yenilgileri ve mutsuzluğu dipten dalgalarla patlar, o birikmiş katman katman öfkesi annemin yüzünü dağlardı. Yorganı başıma çeker, karanlıkta her darbenin ardında annemin çığlıklarıyla içim kopardı. Yorulduğunda sürüne sürüne hole çıkar, ağır aksak tahta sandalyeye oturur, derin derin nefes aldıktan sonra cüzdanından çıkardığı metal parayı parmaklarının arasında çevirdiğinde kendi kendine konuşur, güler ve hıçkırıklarla ağlardı. Yeniden öfke artıcıları beynine vurduğunda kendini yatıştırırcasına başparmağıyla metal parayı havaya fırlatırdı. Havada dönen metal para yere düştüğünde çınlardı. O çınlamanın evde yankılanmasıyla eşyaların titrediğini duyardım ve her çınlayış beynimde patlardı. Teskinleşene dek defalarca tekrarlardı Şenol. Çıktığı yere kapattığında öfkesini, annemi bıraktığı yerden bir çuval gibi kaldırır, gözyaşları eşliğinde ayinde zikir cümlesini tekrarlarcasına; “Ben ne yaptım böyle, nasıl kıydım sana” diyerek yaralarını pansuman ederdi. Ardından geceliğini giydirip yatağa yatırır, kapısının önünde sahibini kollayan bir köpek gibi kıvrılıp yatardı. Annem ve Şenol hiç birlikte olmadılar, ayrı ayrı odalarda uyurdular. O gün, Sami Albay; “Ne yapacaksın o orospunun fotoğraflarını“ dediğinde, Şenol’un 1 Mark’ın çınlayışını duydum; her kelimede o metal para havada dönüp yere vuruyor, çınlayışlar art arda beynimde patlıyordu. Tuvaletin kapısının sertçe kapandığını işittim, sehpanın üstündeki bıçağı kapıp kavradım. Tuvalete girer girmez, korku ve şaşkınlıktan dilini yutan Sami Albay’ın kendini savunmasına fırsat vermeden boğazını kestim. Kan fışkırdı fayanslara, lavaboya, aynaya… Bedeni kollarımın arasına gerilip boşalıyor, ayaklarını ağır çekimde hareket ettiriyordu. Yavaşça yere bıraktım, kanlı bıçağı da koydum göğsüne. Ayşe Hanım’ın yatak odasının kapısını araladım, boylu boyunca uzanmıştı yatağın üstünde, kulaklarında tıkaçlar. Yatağa yanaştım, ikinci yastığı alıp ağzının üzerinde kapattığımda can havliyle çırpınmaya başladı, ayaklarını savuruyor, ellerimi tırmalayıp tutmaya çalışıyordu. Gözlerimi kapattım, var gücümle bastırdım yastığı. Çırpınışı durduğunda ellerimi yastığın üzerinde bir müddet daha beklettim. Öldüğüne emin olmak için kalbini dinledim, ölmüştü. Ellerimi yüzümü banyoda yıkadım, kanlı elbiselerimi çıkarıp çamaşır makinesine koydum. Çantamdan çıkardığım elbiseleri giydiğimde beynimin içindeki çınlama da durdu. Koltuğa oturdum, fincanı kulpundan tutup yudumladım, çay çok soğumuştu. Sehpadaki kek tabağını kucağıma aldım ve uzandım koltuğa, dilim dilim kekleri yediğimde sakinleşmiştim iyice, ne yaptığımın farkında o on vardım, dedemi ve nenemi öldürmüştüm. Hayatımda nefret ettiğim, tiksindiğim, midemi kaldıran, gördüğümde öfkelendiğim insanların hiçbirini öldürmeyi arzulamamış, düşünmemiştim. Canlarının yanmalarını, acı çekmelerini yoksun ve muhtaç kalmalarını dilemiş, belki o zaman, gaddarlıklarını, zorbalıklarını, iğrençliklerini anlayabilecek ve yüreklerinde, sevgi ve şefkatin yeşerebileceğini, vicdanlı olacaklarını ummuştum. Öldürmek veyahut ölmelerini istemek başkaydı. Sami Albay ve Ayşe Hanım’dan nefret ediyordum. Onları anımsadığımda, bende uyanan ilk duygu nefretti. Yine de öldürmek aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Onlara gittiğimde tek isteğim annemin fotoğraflarını almaktı. Günün birinde öldüklerini hasbelkader öğrendiğimde, hiç üzülmeyecektim. Gazetelerde okuduğum ölüm haberlerine üzüldüğüm kadar bile üzülmeyecektim, bunu biliyordum ve geçerli sebeplerim vardı. Biri yatağında, biri tuvalette, öldürdüm onları, yine üzülmüyordum, tek gözyaşı dahi dökmedim. Bu kutu gibi evde içleri geçmiş, çürümüş, yüreklerinde sevgi ve şefkat bulunmayan, başkaları için emek sarf etmeyen ve hayatlarında bir kez olsun elini taşın altına koyarak risk almayan bencil ve korkak bu insanlar için üzülmüyorum. Bacaklarımı içime çektim, dertop oldum, kendime ağlamaya başladım. Sessizce gözyaşı döktüm, mezarımın başında karalar içinde gördüm kendimi. Uyuyakalmışım öylece, gecenin ortasında bi ara gözlerimi açmadan uyandım, tahtakurularının ve sineklerin sesini duydum, evin sesiydi bu. Ayak parmaklarıma tahtakurularının dadandığını hislercesine iyicene içime çektim ayaklarımı.
Ertesi sabah uyandığımda kaskatı kesilmişti bedenim, annemin rahminde nefessiz kalarak öldüğümü gördüm rüyamda, meme uçlarımın morumsuna bezenmişti, dudaklarım, ellerim bacaklarım. Ölen onlar değil de bendim, içimi yokladım, çantamda sigara paketini çıkarırken. Dumanın bronz, tabaklamış süt beyazı, açık gri karışımı renginden halkalarını koyu kestane gözlerimle izledim. Sehpanın üstünde kurumuş iki dilim keki peş peşe ağzıma attım. Porselen fincanlar ve çaydanlık sehpanın üzerinde sahiplerini bekliyorlardı. Gözlerim anız dumanına maruz kalmışçasına yanıyor, beynim uğulduyor, bedenim yorgun ve gergindi. Kalktım, onların yatak odasının bitişiğindeki misafir odasındaki yatağa girdim, yorganı başıma çektim. Uyandığımda sokak lambasının limon sarısı ışığı perdenin aralığında partallaşmış pas renkli halıya vurmuştu. Ayşe Hanım‘ın odasına girdim, yastığı kaldırdım, grotesk bir tablodan çıkmışçasına, ağzı, yüzünün önüne geçmiş biçimde açılmıştı; birazdan kalkıp ömründe söylemediği ne varsa kusacakmış gibi görünüyordu. Burun delikleri bütün kokuları alırcasına bir kovanın ağzı kadar büyümüş, teni yeşile çalar sarıya bürünmüştü. Ağzını kapatıp geçtim mutfağa, sucuklu yumurta yapıp yedikten sonra tavayı öylece masanın üzerine bırakarak yeniden yatağa girdim. Uyandığımda kabak içi rengindeki güneş tepedeydi, gerindim yatakta, ruhumdaki kisleri ve habis urları atmışçasına hafiflemiş, rahatlamıştım. Duş aldım, kurulanıp banyodan çıktığımda üstümdeki çivit mavisi bornozla annemin fotoğraflarını aramaya koyuldum. Salondaki vitrin dolaplarında albümleri buldum, yedi albümde de annemin fotoğrafları yoktu Sanki bu evde doğmamış, onlarla yaşamamış, hiç yokmuşçasına çıkarıp atmışlardı albümlerden. Çekmeceleri tek tek taradım, yoktu. Sami Albay’ın çalışma odasını alt üst ettim, anneme ait bir tek fotoğraf bulamadım.
Bi ihtimal ile yatak odasına daldım gardırobun içini, çekmeceleri taradım, annemin fotoğraflarından eser yoktu. Gardırobun üstünde kavuniçi renkli gümüş tokalı valiz gözüme çarptı. Çekip indirdim valizi, annemin bebeklik, çocukluk ve gençlik elbiseleri müzesiydi. Elbiselerin altında kapağı gül işlemeli sedef kutu buldum. Sedef kutuyu aldığım gibi çıktım odadan, annemin kara kutusuydu. Öyle miydi, fotoğraflar sırlarını, benliğindeki gedikleri, marazın altındaki kuvveti, yapısının yol ayrımlarını söyleyebilir miydi? Belki de oldum olası abartıyor, eldeki nedenlerin tabiliğine tatmin olmayıp gizemli hikâyeler yakıştırıyordum. Hikâye göründüğü kadar sade ve olağanda olabilirdi; kendisi olmaya çalışırken yaptığı talihsiz seçimin amforasına sıkışıp kalmıştı. Sedef kutuda annemin arkasında bıraktığı hayatının fotoğrafları, kundakta şaşkın ve belirsiz bakışları, yanmış odun rengindeki önlük içinde gözlerinin akının badem sütünü andırırcasına parlayışı ve mutluluk gülümseyişi Lavin dışındaki fotoğraflarda yalnızca gülümsemiş ve yüzüne mutluluğun aydınlığı yayılmıştı. Düğünlerde çekilmiş cicili biçili halleri öğretmenleriyle çektirdiği fotoğraflar.
Fotoğrafları çantama koyup giyindim. Vestiyerden anahtarları aldım, çıktım evden. Onların dairesi apartmanın ilk katındaydı yüzü sokağa dönüktü. Girdiğimi ve çıktığımı gören olmadı. Tenha sokaktan ağır ağır adımlarla yürüyüp caddeye vardım. Sırt çantamı onların evinde bıraktım. Elbiselerim ve defterlerim vardı çantada. Defterlerim, annemin vedasız gidişiyle açıldı ilk sayfası, günü gününe yazmaya başladım önce, sonra hayatımın değişim kesitlerini ve damıta damıta aktardığım duygularım ve düşüncelerimle doldurdum sayfaları. Yedi kocaman defter, nereye gitsem yanımdaydılar. Defterler yetimhanede, sokakta, uçurumun kenarına geldiğimde, boşlukta debelendiğimde yanımdaydılar hep. Bu kirli riyakâr, sahtekârlıklarla dolu dünyanın içimde oluşturduğu öfkeyi ancak yazarak dindiriyordum. Anneme günün birinde; “Sen ölürsen ben ne yaparım?” demiştim; sormamıştım, onsuzluğun yaratacağı çaresizliği ıstırabı ve ıssızlığı yalvarışa dönüştürmüştüm. Annem; “Anılara sarılacaksın önce. Zorluklarla mücadele ettikçe güçlenecek, güçlendikçe birer birer bırakacaksın anılarını. O vakit, ben senin için bir mezar taşı, albümündeki fotoğraf ve künyede bir isim olacağım” demişti. Belleğimin çatlaklarından zamanın vakumuyla yutulmasına mani olmak, annemin kelimelerini derimin altına kazımak ve başka türlü yaramın sızısını dindirmesini bilemediğimden yazıyordum. Dönecektim geriye, defterleri onların evinde bıraktığımdan. Zamanın değdiği hiçbir şey yok olmazdı. Caddeye vardığımda güneş geometrik bir çizgiyle caddeyi ikiye ayırmış, gölgede kalan kısım çimen yeşili ile köpük beyazı karışımı renge bürünmüş, güneşin aydınlattığı kısım ise papatya sarısı ile gürgen kahvesi karışımı tona bezenmişti. Gölgeli güzergâhta sırasıyla; kaymakamlık, cami, kilise, havra ve en sonunda da karakol vardı. Gölgeyi sırtıma aldım çavdar tarlasında başında vişneçürüğü şapkayla kuyruklu uçurtma uçuran sergeşt bir kıza dönüştüm o an.
Baykuşların kanat çırptığı vakitte onların diş kapısının kilidine anahtarı soktuğumda küfeliktim. Gökmen‘in verdiği beş yüz Euro’nun yüzünü bozdurdum; nezih bir kafede sepme kahvaltının ardında sinemaya gidip üst üste iki film izledim, sinemadan çıktığımda sokakta gördüğüm ilk bara daldım. Kapıyı açar açmaz, çürümüş etin ve kanın kesif kokusu burun deliklerimi doldurdu. Karanlıkta parmaklarımı seyre dalarken, ötüşünü Kabil’in çığlığına benzettiğim kuzgunun çığlığı çınladı kulaklarımda. Kuzgunun tuvalette gagasıyla Sami Albay’ın göğsünü parçalayarak kalbini aradığını gece gözüyle gördüm. “Onları ben öldürdüm” mırıltısını saldığımda eve, elbiselerimle yataktaydım. Şafağa yakın kan ter içinde uyandım, rüyamda, annem gece mavisi havlı bir elbise içinde başımda oturuyordu. Başımı okşadığında; “seni doğurduğum yaştasın, o büyük sırrı sonunda keşfettin, yalnız sevdiklerimiz hayatımızı cehenneme çevirir” dedi. Perdeyi araladım terli terli sokak lambalarının ölgün sarı ışığına karışan küf yeşili rengin karışımına bürünmüştü dışarısı. Nefesim camda buğu oluşturdu, çehremin aksı gölgeli kalemin çizimiyle karşımdaydı; donuk, çatık alınlı, yorgun bakışlı genç bir kadın. Ayşe Hanım’ın, odasına yürüdüm, kapı kolunu indirip işaret parmağımla hafiften ittim kapıyı, gıcırtıyla açıldı. Oturdum başucuna Ayşe Hanım’ın metal soğuğu yüzü olgunlaşmaya yüz tutmuş küf moruna kesmiş, yanaklarına yayılan ince damarlar belirginleşmişti. Parmak uçlarımı yüzünde seğirtirken; “Hayatımızın önemli kararları sonradan açığa çıkar hep. Olup bittikten sonra her şey, olan olmuştur artık, hayıflanmanın, dövünmenin, uğunup durmanın ne faydası olur. Sen bir kerecik olsun toplayıp cesaretini dikilseydin kocanın karşısına, ‘kızım ve torunum hiçbir yere gitmeyecek’ deseydin; o gün, öyle sefil, çaresizce koymasaydınız kapının önüne, bütün bu olanlar yaşanır mıydı? Önemsiz gördüğün, belki de hayal meyal anımsadığın o birkaç saat; annemin ve benim peşimizi hiç bırakmadı. Hayatımın cümlelerini yazan kalemin mürekkebinde, senin, şefkatsizligin, ferasetsizligin, korkaklığın var” diyerek mırıldandım. Komodinin üstündeki yarılanmış sürahiye uzandım, kokladım parmak uçlarımı, çürümüş et kokusu sinmişti. Daldırdım parmaklarımı sürahiye, çıkardım, gezindirdim ıslak parmaklarımı yüzünde. Altı kez tekrarladım. Bi ara banyoya götürüp yıkamayı geçirdim aklımdan. Küveti suyla doldurup ikisini koymayı da düşündüm, sabah akşam değiştirirdim sularını. Vazgeçtim günlerce kalmayacaktım burada. Çekip gidersem iyice çürür bedenleri, elbet biri çalar kapılarını, ortalıkta görünmeyince merak edenleri olur avuntusuyla savuşturdum kaygılarımı.
Öğleyin çıktım onların evinden, ertesi gün. Yine kimseyle karşılaşmadım. Onları tanıyan birilerince fark edilmeyi yolumu kesip; “Nesi oluyorsun?” demelerini ve onların dışarıdan nasıl bilindiklerini ele verecek birkaç cümle, kırık dökük kelimeler işitmeyi, gözlerimle okumayı arzuluyordum. Kapıyı kapattığımda gri bulutların ardında görünen güneş gibi onları tanıyan birisiyle karşılaşma arzusu kımıl kımıl uyanıp büyüyordu içimde. Bedmestliğimi dizginlemeseydim, apartmanda tek tek dairelerin zilini çalıp kendimi takdim ederek akşama, Sami Albay ve Ayşe Hanım’ın evlerine (sadece Sami Albay mı deseydim, Ayşe Hanım, o evde ney diki, adi bir süs eşyasından, portmantodan, kanepeden, gümüş şamdanlardan, cezveden farksızdı), davet ettiklerini, gelirlerse müteşekkir kalacaklarını söyleyip akşama iki cenazeli sürpriz yapabilirdim. Epiloğu başa alarak perdeyi açabilirdim: “baylar ve bayanlar, bendeniz; apartmanınızın değerli sakinleri, sizlerin, sevecen, müşfik, inayetli, alicenap, kadirşinas, şefkat ve şecaat timsali, misafirperver ve sarih vatanperver, dost canlısı, iyi komşu… Sami Albay ve Ayşe Hanım’ın, bu çirkin ve lanet dünyada, evet evet, yanlış duymadınız, çirkin ve lanet dedim, hani sevgi için yaltaklandığımız, kendimiz dışımızda her bok olduğumuz, zaferlerimizin de yenilgilerimiz kadar kanlı ve biraz da soysuz olduğu, başarmak için birilerin omuzlarına basmaktan imtina etmediğimiz, çağlar öncesi geleneklerle kuşatıldığımız, paranın ve gücün hâkim olduğu bu dünyada, Sami Albay ve Ayşe Hanım’ın torunlarıyım. Gözleriniz pörtledi, şaşkınlıkla bir birinize bakar oldunuz, oldu mu şimdi! Küçük dilinizi yutarak hayret etmenizden hicap duydum. Onlar kadar riyakâr ve rezilsiniz” demekle yetinir miydim? Onları da bir güzel sıvardım. Ne olurdu sonra, hiçbir şey, arkamdan, hayâsız, saygısız, cani diyerek pisliğe batmış hayatlarına devam ederlerdi. Sokağı geçtiğimde geride bıraktım bu düşünceleri de. Vurdum kendimi kalabalıklar arasına. Yanımdan geçip giden, bir birileriyle konuşan, homurdanan, elleri telefonlarına yapışık, ürettikleri dertlere ve beklentilere tutunarak yaşayanlara aldırış etmeden yürüdüm. Aniden durakaldığımda durağa üç adım yakındım. Verimli otlak arayışına çıkan bizon sürülerini andıran insanlara, egzoz kokusunu barakan otomobillere (hepsi gözümde metal tabutlara döndü), sevimsiz ve çirkin betonarme binalara bakar buldum kendimi. Pusulasını kaybetmiş yönsüz ve rotasız kâşifin çaresizliği sardı bedenimi. Gerisin geri yürüyerek başladığım yeri bulabilir, kendime ve onlara bir şans verebilir miydim? Son günümdü İstanbul’da, annemle mutlu olduğumuz yıllardaki evimize gitmeye karar verdim. Bostancı da lunaparkın bir sokak arkasında, afili umut var ve direngen kelimelerin pütürlü duvarlarda canlandığı zamanlarda inşa üç katlı binaydı. Bostancı’ya varıp otobüsten indiğimde ıslak bir halının ağırlığındaydım. Lök lök adımlarla yolun karşısına geçtim. Lunapark, renkli ışıkları, gondolu, çarpışan arabaları, dönme dolabı ve baleriniyle yerli yerindeydi. Solmuş, boyası dökülmüş korkulukları tuttuğumda maymunlaştım, gözlerim buğulandı. Zemheride donuyormuşçasına parmaklarımı hohladım istemsizce. Belleğimin gizli mahzeninde, annemin içime düşürdüğü anılar diriliyordu. Ne zaman dişlerim birbirine çarparak zangırdamaya başlasam, annem, ufarak ellerimi avuçlarının arasına alır, tarçın kokan nefesiyle hohlardı. Çocukluğum şimdi avuçlarımdaydı. Dönme dolaba bindiğimde, kollarımda kanatlar çıkar, kendimi semada rüzgâra bırakır ve İstanbul’un tepesinde süzülürdüm. Anneme vurgun Sadık, benimle dönme dolaba binerdi, yaz gecelerinde ve sabahın tenha saatlerinde. Lunaparkta çalışan arkadaşları, Sadık’ın tembihiyle dönme dolabı göğe başımı uzattığımda durdururlardı. Dikilen kollarımdaki sarı sarı tüylerin kanat teleklerine dönüştüğünü düşlediğimde, semada bir martıydım. İstanbul’un tepesinde Sadık’ın kılavuzluğuyla süzülürdüm; Galata’da kuşbaz Hezarfen’in çılgın gülüşüyle doruğa yükselir, Kuyudibi’nde serkeşlerin hovarda iç çekişleriyle Balat’a vururdum. Sadık ismiyle müsemma, bağlandığına tutulan, nerede olursa olsun yolu hep ona çıkan, bu kirli ve öfkeli dünyaya fazla biriydi. Vurgundu anneme, fitilsiz bir kandildi Sadık, karşılık beklemeden seviyordu annemi. Bir gün sordum anneme, “Sadık, abiyle niye evlenmiyorsun? O çok seviyor seni.” Durdu annem, utandı kendisinden, menzilsiz karanlığına daldı aniden. Topraktan fışkıran suyun gürlemesiyle uyandığında, neşe ve pürüzsüzlüğe kesti. Dupduru bir sesle; “Asırlık bir olaydır Sadık gibiler, yüzyılda bir gelirler dünyaya. Onlarla karşılaştığında kendinden utanırsın. Sadık gibiler, anlamaktan ve güzellikten ölürler. Birde vicdan sızısından. Zansız bakarlar insana, yani yargısız. Sadık’ı çok seviyorum ama bir koca olarak sevmiyorum” dediğinde eğildi, ellerimi tuttu: “Biliyorum, anlamıyorsun beni, bazen birini çok seviyor ve değer veriyorsan, ondan uzak durmalısın. Bunu başaramıyorsan, gitmelisin.” Ertesi yazın başında, Sadık, uluslararası yük taşıyan bir gemiye işçi yazıldı ve kırık aynalardan bakarak gitti.
Lunaparkın sırtına vardığımda Sadık’ın dönme dolabın başında beni beklediğini gözlerimin önüne getirdim. Çocukluğumun ürkek adımlarıyla yitirilmemiş masumiyetimi ve mutluluğumu sedef sandıklarda koruduğum evimize yürüdüm. Balkon duvarındaki yılankavi çatlak yaralarım gibi yerli yerinde duruyordu. Sırtımı kaldırım duvarına verdim, vakanüvislerin kayda almadığı bütün günahlardan mürekkep kelimeler ayasında yürüdü. Suretini dahi görmediğim babamdan geride bir kelime bile yoktu. Belki o kelime yol verirdi bana da, hayatı yeniden yazacak kelimeler bulurdum. Yere çömeldim, pürüzlü duvarın pürtükleri sırtıma değdiğinde pencereden annemin, menevişlenen denizi ve denizi seyredişi hüzünkâr bakışlarıyla anımsadım. Keşke pencere önünde öyle kala kalsaydı, bir çiçek gibi her gün sulasaydım onu. Zamanın dışına çıksaydım, ne geçmiş ne gelecek güne yapışıp kalsaydım. Bir saatten fazla duvarın dibinde çöktüğüm, yerde durdum. Kalktığımda geçmiş külçe külçe ağırlığıyla üstümdeydi. Savurdum kendimi yollara, önüme gelen barlarda sokuldum şişelerin kenarlarına. Eve geldiğimde dut gibi sarhoştum, vurdum kafayı yattım. Kan çürümüş et ve nem kokuları arasında.
Uyandığımda duvarların üstüne yapışan geçmişin kalıntılarını çığlıklarını duydum. Apar topar atmak istiyordum kendimi dışarıya. Gökmen ile buluşup pasaport ve vizeyle birlikte uçak biletini alıp Atina’ya Tamara’nın yanına gidecektim. Her şeyi geride bırakacaktım, çocukluğuma sinen yoksulluğu, Sami Albay’ın annem ve beni evlerinden kovdukları günü, 1 Mark‘ın metal tıngırtısı arkamda kalacaktı. Giyindim, eşyalarımı çantama koydum, ölülerin kapılarına baktım, kanalizasyon borusunda yürüyen farelerin ayak seslerini işittim. İkisini öldürdüğüm anları yeniden yaşadım, ama bu sefer farklıydı: Tuvalette boğazını kestiğim kişi bendim, kesilmiş damarlarımda oluk oluk kan akıyordu. Yatak odasında ağzının üstüne yastığı koyan da çırpınan da bendim. Öldüren de, ölen de bendim. Katilde maktul de aynı kişiydi. Onları öldürdüğümde, her şeyi geride bırakıp yeni bir hayata başlama olasılığımı ve özgürlüğümü de ortadan kaldırmıştım. Zamanın gerisine gitme olanağım yoktu. Onları öldürmeyi ne planlamış ne de istemiştim; mazime yapışan kapkara hüznün yıllarca büyüttüğü öfkenin anlık dışavurumuydu. Olanlar olmuştu, geriye dönme olanaksız, ölüleri içime gömerek, ellerime yapışan kanın ve çürümüş bedenlerin kokusunu duyumsayarak yaşamak da olanaksızdı. Sezinliyordum, nereye gidersem gideyim o kokuyu alacağım, tenimde, dilimde, gülüşümde, kelimelerimde olacak o koku. Kapıya yanaştığımda, ayaklarım künt vari ağırlaştı, bedenim gerildi ve enkaz altında nefes almakta zorlanan depremzedenin kesik kesik nefes alıp vermesi gibi hırıltıyla nefes alıp verdim. Saman torbası vari bıraktım kendimi yere; sırtımı kapıya dayayıp saldım ayaklarımı. Boğazım düğüm düğümdü, küflü yaralı, kanlı, ıslak kelimeler boğazımın önünde yığınak yapmıştı. Tuzlu gözyaşlarıyla kelimelere azıcık hava aldırdım. Usul usul ağladım yerde, aylaya ağlaya epriyip solmuş halının üzerinde uyuya kalmışım.
Uyandığımda kaskatı kesilmiştim. Kalktım yerden, kapının önünde geçmişim duruyordu. Bir kapı arkasında dört kişi, Sami Albay, Ayşe Hanım, annem ve ben: üçü ölü, biri sağ, oradan sağ çıkan bendim; benim de ellerim kanlıydı. Pot pot gerilmiş alnımı ovdum, salona daldığımda. Her şeyin başladığı yerdeydim salonda; bu salonda yıllar evvel kovulmuş, trajedimizin ilk satırını yazmıştık ve yine bu salonda; o meşum kelimesiyle katmanlı öfkemi kaşımış ve aniden, benden köşe bucak kaçıp saklanan Lavin, sehpadaki bıçağı kapıp, o ince geçilmez eşiği geçmişti, kanla doğmuştu, kanla devam ediyordu. İki büklüm kıvrıldım çekyata, takriben iki saat yıllarca didik didik ettiğim geçmişimi evirip çevirdim. Sami Albay’ın göğsünü parçalayan kanatları ıslık çalan kuzgunun sesini duydum. Annemi öldürdükten sonra tutuklanan Şenol’u düşündüm: Polise telefon ederek kendini ihbar etmiş ardında sandalyede taş kesilerek oturmuştu. Polisler bileklerine kelepçeyi vurup götürdüklerinde, kömür sepeti kadar ağırlaşan başını kaldırdı, ağlamaktan ağaç oyuğuna dönüşen yaşlı gözleriyle bana bakarak: “Ölmek istedim, beceremedim, sevdiğimi öldürdüm, böyle olsun istemezdim” dedi. Şenol, çok iyi davranırdı bana hep. Oyuncaklar alır, parka götürür, gezmeye giderdik. Akşamları muhakkak çikolatamı getirirdi. Okula da beni o yazdırdı. Annemi dövdüğü günler utancından yüzüme bakamazdı. O günler de, nefret ederdim Şenol’dan. Sonrasında mahcup bir edayla gelir yalvarır yakarır af dilerdi.
Uğunarak, acı içinde kıvranarak ağlardı. “Neden dövdün annemi?” dediğimde, mezarının başında ona sesleniyormuşçasına, ölgün bakarak, “Bilmiyorum” derdi ve gözlerinin önünde hayaletler peydahlanırcasına, korku ve dehşetle irkilerek devam ederdi; “bi şey oluyor o an, tanımlayamadığım bir şey, mukayyet olamıyorum kendime, ne yaptığımı sonradan anlıyorum.” Şenol sevgisizliğin çıbanıydı. Çocukluğunu anlatırdı bana, babası Şenol’u kucağına alıp başını hiç okşamamış, gözlerinin içine bakarak sevdiğini de hiç söylememiş: “Zaten çok görmezdim babamı evde, haftada iki üç gün ancak, yüzüme bile bakmazdı o günlerde de. Babam, annemi sevmezdi, yüzünde çıkmış bir sivilce gibi bakardı anneme, tiksinerek. Öyle lanet bir bakıştı ki, annemin yüzünde; kendisinden iğrendiğini, teninin bir köpeğin leşi gibi koktuğunu ve babamın topuğu altında ezilen bir böcek olduğunu okurdum. Kapıyı çarpıp gittiğinde babam, öfkesini bize kusardı annem, abime ve bana. Günberi aşağılardı sözleriyle bizi, lağım çukuruna atardı. Yetmezdi, oramızı buramızı kanatana morartana dek döverdi. Abim on dört yaşında evden kaçtı. Gittiği gün, “senin için döneceğim kardeşim” dedi, o hiç dönmedi, ben kala kaldım o evde.” Şenol bunları anlattığında, masum ve hırçın bir çocuğa dönüyordu. Şenol’un o bakışları sonrasında yetimhanede çocukların yüzlerinde karşıma çıktı; sevgiye tutkuyla aç ve elde edemediklerine öfkeli bakışlardı. Şenol, içgüdüsel bir seziyle kendinden korkuyordu: annemi günün birinde öldürebileceğinin ihtimalini sezinliyordu: nerede ve nasıl denemişse kendisini öldürmeyi becerememişti. Annemi öldürdükten sonra onu da başardı. Yetimhanede beşinci ayımda, müdüre beni odasına çağırdı: Annemin dosyasının kapandığını, Şenol’un hapiste intihar ettiğini söyledi.
Çekyattaki iki saatlik geçmiş yolculuğu ardında, ayağa dikildiğimde, kararımı vermiştim: onları öldürmenin sorumluluğunu üstlenmeden, geçmişimle yüzleşip kim olduğumu ve ne yapmayacağıma sınır koymadan yola devam edemezdim. Çürümüş et ve kan kokusu içinden çıktım evden. Caddeye vardığımda, sol köşedeki postaneye gittim, çantamdan, annemin ölümüyle ilk kelimeleri düştüğüm yedi defterimi annemin fotoğraflarını, pasaport ve vizeyi çıkardım. Polisin, savcının ve hapishane görevlilerinin defterlerimi didik didik etmesine, rahmimde büyüttüğüm kelimelerimi parçalamalarına müsaade edemezdim. O kelimelerle kendimi dölleyip yeniden doğuracaktım, hepsi de hafızamın kilitli odalarındaydı. Tamara’dan başkasına da teslim edemezdim. Kargoyu Tamara’nın adresine postalatıp ücreti ödeyerek çıktım postahaneden. Aradım onu, sohbet ettik uzun uzun, gülüştük.
Söylemedim Tamara’ya Sami Albay ve Ayşe Hanım’ı öldürdüğümü. Yapacağı değerlendirme veya önerilerinin beni etkilemesini istemiyordum. Hapiste kendisine mektup yazıp olup bitenleri yazmayı kararlaştırmıştım. Tamara’ya beklenmeyen bir aksilik oluştuğunu, özel sebeplerden ötürü bir hafta gecikmeli geleceğimi söyledim. Bu Tamara‘ya ilk ve son yalanımdı. Telefonu kapattım. Caddeye çıktığımda her defasında gözüme ilişen: yemiş gözlü, saçları iki yanda örgülü yedi sekiz yaşlarında mendil satan kız çocuğu gözüme ilişiyordu. O yine postahanenin önündeydi, kartı çıkarıp kırarak çöpe attım. Telefonu mendil satan kıza hediye ettiğimde, sevinç ve şaşkınlıkla karşıladı. Hâlâ iyiden yana hayrete düşüyorsak, yaşamak için ümit var demektir. Telefona uzun süre ihtiyacım olmayacaktı zaten. Seri adımlarla caddenin sağına geçtim, kararımı değiştirmeden bu işi bitirmeliydim. Camiyi kiliseyi ve havrayı geride bıraktığımda, hapishanenin loş ışığında ve gürültülü sessizliğinde yaralarımı kanatarak kendimi bulacağım hissi ateşte pişen toprak amfora gibi pişip pekişti. Karakolun kapısından içeri daldığımda, ceplerimi yokladım, hızlı hızlı nefes alıp verdim. Bir sandalyeye kurulduğumda, onların adresini verip öldürdüğümü söylemek dışında tek kelime etmeyeceğimin kararını kıldım içimde. O plastik kuru sandalyede tamı tamamına iki saat on yedi dakika oturdum, gelip niye beklediğimi, kim olduğumu soran çıkmadı. Pantolonumun arka cebinde kimliğimi çıkararak komiserin o dansına girdim ve kimliğimi masasına koydum.
Edirne 2020