Bu dönemde biri iyi, diğeri kötü iki propaganda filmi gördüm.
İyi propaganda filmi, vermek istediği mesajı kabaca, adeta kafaya kazma ile vurarak yerleştireceğini sanan, slogancı, “ben bir propaganda filmiyim” diye bas bas bağırarak zaten dolduruşa gelmeye hazır olan bir kesim dışındakiler nezdinde hiç bir inandırıcılğı olmayan film değil, tersine vereceği mesajı adeta satır aralarında veren, ilk bakışta propaganda filmi havasını taşımayan, sanki propaganda diye bir niyeti yokmuş gibi görünen, olaylara tarafsız yaklaşırmış gibi görünen ve fakat bu arada söyleyeceğini de söyleyen, hedef kitlesi dolduruşa gelmeye hazır bir kesimden çok daha geniş olan filmdir.
İçeriğini bu şekilde doldurduğum “iyi” propaganda filminin örneği Hollywood yapımı Münih.
Steven Spielberg’in çekimi ve hazırlanmasını büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirdiği son projesi Münih daha gösterime girmeden tartışılmaya başlandı.
Hollywood’un “harika çocuğu” Schindlerin Listesi’nden, ve “Er Ryan’ı Kurtarmak”tan sonra yine siyasi olarak da tartışılacak bir konuya el atıyor Münih’te.
1972 de Münih Olimpiyatları sırasında Kara Eylül isimli Filistin Kurtuluş Örgütü’nün bir eyleminde eylemcilerin büyük çoğunluğu ve eylemcilerin rehine olarak aldıkları 11 İsrailli sporcu Alman polisinin “kurtarma” operasyonunda ölmüştü.
Film bu olayları çıkış noktası alarak, İsrail devletinin operasyonunda, İsrail gizli servisi Mossad’ın Münih eyleminin sorumlusu olarak gördüğü 11 Filistinli örgüt şefinin öldürülmesi operasyonunu izliyor. Kontrgerilla eylemi için Mossad ajanı, iki ay sonra baba olacak, Avner Kaufman (Eric Bana) seçiliyor. Karar devletin en üst kademelerinde, bizzat başbakan Golda Meir tarafından alınıyor. Devlet operasyonu gizlenmek için, kağıt üzerinde Avner’in Mossad’la ilişkisi kesiliyor. Fakat örtülü ödenekten onun kullanımına sınırsız para veriliyor. Yanına takımında onun emrinde çalışacak, her biri görünürde normal iş güç sahibi beş kişi daha veriliyor.
Spielberg filmde güya gayet objektif bir biçimde İsrail devletinin karşısında mücadele ettiğini söylediği “terörist”lerin yöntemleri ile çalıştığını gösterirken, fakat bu gerçekte devlet terörünün haklı olduğunu, meşru savunma olduğunu gösteren, haklı çıkaran bir pozisyonda duruyor.
Filmde bir dizi soru ve sorun tartışılırken, takınılan tavırlarda sonuçta hep tarafsız görünüm altında İsrail’in haklılığı anlatılıyor.
Örneğin, filmde “şiddetin kaynağı ne? Filistinliler neden böyle eylemler yapıyor?” sorusu, Filistinli bir eylemcinin kendi gibi devrimci bir gruptan sandığı Mossad ajanıyla tartışmasında Filistinli eylemcinin diliyle anlatılıp, tartışılıyor. Fakat bu öyle bir ortamda tartışılıyor ki, işlevi yalnızca Mossad ajanının “düşmanını öldürürken bile” onu anlamaya çalışan ve derin insani duygular taşıyan bir insan olduğunu göstermek oluyor. Sonuçta Filistinlilerin vatanlarının işgal altında olduğu, onlara yaşamak için savaşmaktan başka yol kalmadığı, “terörist eylem” denen eylemler olmaksızın, Filistin halkının mücadelesinden hiç kimsenin söz etmediği açıklamaları güme gidiyor.
Örneğin, filmde, devlet, “uygar” güçler, kuralsız bir savaşa karşı kural dışına çıkabilir mi? nereye kadar kural dışına çıkabilir? sorusu, hem bizzat kararın alındığı en yüksek kademelerin gösterildiği sahnelerde, hem Mossad ajanlarının kendi aralarındaki bir sahnede tartışılıyor. Bu soruya verilen cevap, evet gerektiğinde devlet ve “uygar” güçler de, kural dışına çıkabilir şeklinde oluyor. Fakat bu sahneler öncesi kurguda dokümanter “terörist eylem” sahneleri, “terörist eylem kurbanları”nın yakınları ile yapılan görüşmelerden sahneler öyle ustaca yerleştiriliyor ki, filmi seyreden ve doğrudan taraf olmayan bir insanın, bu soruya aynı cevabı vermesi dışında bir seçenek kalmıyor.
Örneğin, filmde gizli kontrgerilla eylemleri içinde bulunan özel örgütlerin nasıl karanlık ilişkiler içinde olduğu, kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği bir çok sahnede gösteriliyor. Bu ilişkilerde para için her şeyin yapılabildiği, bugün dost görünenin yarın düşman olabileceği, bugün bir örgüte bilgi satanın, yarın aynı örgütü daha fazla paraya veya bir başka nedenle satabileceği vb. gösteriliyor. Fakat bütün bu gösterme içinde yine de temiz kalan bir özel örgüt var: Mossad’ın Filistinli liderleri öldürmekle görevli özel timi!
Örneğin filmde,‘”Terörist”lerle, onların peşine devlet adına öldürmek için düşen ve “terörist”lerle benzer yöntemler kullananlar arasında fark var mı?’ sorusu bizzat bu eylemler içinde yer alan takımın kendi arasındaki tartışmalarda sorgulanıyor. Bu tartışmalardan daha önemlisi ama bu soruya anahtar bir sahnede açık bir cevap veriliyor. Takım yine ortadan kaldırılması elzem olan şeflerden birinin izini Paris’te bulmuştur. Bulunan kişi telefonun içine yerleştirilmiş olan ve uzaktan kumandayla patlatılacak bir bombayla havaya uçurulacaktır. Herşey hazırdır. Takım eylemi gerçekleştirmek için her sabah olduğu gibi uçurulacak kişinin eşi ve kızının evden çıkmasını bekler. Her şey planlandığı gibidir.
Biraz beklenip havaya uçurulacak kişi telefonla açılacak. Ahizeyi kaldırdığında, işaret verilecek. Uzaktan kumandayla bomba patlatılacaktır. Bu bekleme sırasında beklenmedik bir şey olur. Evde bir şey unutmuş olan küçük kız eve geri döner. Uzaktan kumandayı kullananın evi görme durumu yoktur. Ve ona bombayı patlatma işareti de verilmiştir. Fakat işareti veren çocuğun evde olduğunu görmüştür. Burada kahramanlarımızın panik içinde uzktan kumanda aletinin olduğu arabaya doğru nefes nefese koşmasını görürürüz. Paralel kesimde uzaktan kumanda aletini kullananın alet üzerinde oynayan elini görürüz. Saliseler küçük kızın hayatı konusunda karar vericidir. Panik korkudan vb. değildir, eylemin başarası, başarısızlığı vb. konusunda da değildir, yalnızca küçük kızın hayatı konusundadır. Sonunda kahramanlarımız kızın hayatını kurtarırlar. Bir sonraki sahnede evde yalnız kalan Filistin liderini öldürdüklerinde, Filistin liderinin öldürülmesini sorgulayacak haliniz kalmaz. İsrail devletinin devlet teröristlerinin insancıllıkları, onların “teröristler”den farklı oldukları konusunda hiçbir kuşkunuz kalmaz!
Spielberg’e özellikle aşırı Siyonistlerden gelen, onun bu filmde İsrail’i terörist olarak gösterdiği, iki tarafa eşit mesafede durduğu vb. eleştirileri geldi, geliyor. Bu eleştiri bütünüyle yanlış. Spielberg aslında çok usta bir propagandist olarak, açık bir biçimde İsrail devletinin operasyonunu savunuyor.
Filmin baş kişisi, operasyonların yöneticisi Avner fakat yer yer yaptıkları işin doğru olup olmadığını, özellikle devletin gizli aygıtlarının “suçlu” ve “sorumlu” olarak tespit edip, öldürülmesi için listeye aldığı isimlerin doğru seçildiğinin güvencesinin ne olduğunu soruyor, buna aldığı cevap tatmin edici olmuyor. Bu filmde açıkça gösteriliyor. Bunun yanında aynı zamanda İsrail’in kendini savunma hakkı olmasına rağmen, kullanılan yöntemlerin bizzat bu yöntemleri kullananları da yaraladığı da, hem Avner’in, hem intihar eden bomba uzmanının somutunda gösteriliyor. Bu noktalarda film objektif olmanın doruğunda imiş gibi, tarafsızmış gibi görünüyor. Kaba, fanatik Siyonistler için bu kadarı bile çok geliyor. Onlar Spielberg’i davaya ihanet etmekle suçlayıp, aforoz ediyorlar. Gerçekte ise bu sahnelerin de işlevi İsrail’in devlet terörizminin her şeye rağmen insanlığını kaybetmeyen, makineleşip ölüm makinesi haline dönüşmeyen insanlar tarafından gerçekleştirildiği tezinin altını çizmek. İsrail operasyonlarının bundan dana inandırıcı propagandası zor yapılır.
Anlatılanın nasıl anlatıldığına gelince: Yine her zamanki gibi, sinemayı iyi bilen bir usta işi. Oyuncular iyi. Senaryo iyi. Kurgu iyi.
Film olarak sevmediğim şey Avner’in eşi ile sevişme sahnesindeki doruk ile Münih’te havaalanındaki katliamın doruğunun paralel kesimde birleştirilmesi idi.
Tipik Hollywood! Spielberg iyi bir propaganda filminde de “anavatanı”nın Hollywood olduğunu bir türlü unutamıyor.
Yine içeriğini yukardaki biçimde doldurduğum “Kötü” propaganda filminin örneği ise Kurtlar Vadisi Irak isimli “Türk filmi” idi.
Kurtlar Vadisi Irak, şimdiye kadar çekilen “en pahalı Türk filmi”, Türkiye’de gösterime girdiği ilk beş günde elde ettiği 1 milyon 600 bin kişilik seyirci ile bütün seyirci rekorlarını kırmaya aday film, yurtdışında da gösterimde Türkiyeli göçmenleri kitlesel olarak sinemaya çeken bir film olarak önemli bir propaganda filmi, yalnızca bir film değil bir sosyolojik vaka.
Film olarak Kurtlar Vadisi Irak kötü bir propaganda filmi. Çünkü o propaganda filmi olduğunu bas bas bağıran, inandırıcılıktan uzak, gaza gelmeye hazır olanlar dışındaki kitle içinde kaba propagandasının etki bulma imkânı olmayan ilkellikte bir film.
Kurtlar Vadisi Irak neyi anlatıyor? Amacı ne? Mesajı ne?
Kurtlar Vadisi Irak en başta gerçek hayatta intikam alamayanların ruh kurtarıcısı intikam filmidir… Kurtlar Vadisi Irak, Türkiye’de çok bilinen bir gerçek olayın öyküsü ile başlıyor. 4 Temmuz 2003’te bir Amerikan özel timi, Kuzey Irak/Güney Kürdistan’da “görev başında” olan —Kuzey Irak’ta ne görevleri var diye sormayın, Ne de olsa “komşu”dur, orda ne olup bittiği konusunda Türklerin özel hakları! görevleri vb. vardır!!— Türk “Özel Timinin” 11 elemanını teslim alıp kafalarına çuval geçirerek sorguya götürür. Bir “kadim dost” “stratejik ortak” “müttefik” tarafından yapılan bu aşağılayıcı tavır, “Türk”ün çok kanına dokunmuştur. Bunun intikamının alınması her ortalama Türk vatandaşının isteğidir. İsteğidir de, ortada bir de güç dengeleri, hesap kitap vardır. Türkiye’nin intikam için Amerika’ya savaş açacak hali yoktur. Güney Kürdistan’a saldırmak da, ABD’nin izni olmadan olmaz… filan. Bu durumda gerçek hayatta bu aşağılanmanın intikamını almak mümkün değildir. O halde ne yapılmalıdır? Yapılacak iş, bir türlü sanal intikam alıp, ruhları kurtarmak olabilir. Bunun için medyamız vardır. Kısa süre önce medyamızda intikam alınmış, bir Türk özel timinin Kuzey Irakta, bu çuval geçirme olayından bir süre sonra Kürt peşmergelere eşlik eden, yol gösteren bir Amerikan özel timini teslim aldığı, don gömlek kalana kadar soyduğu haberi sansasyon haber olarak duyurulmuş, böylece medya üzerinden intikam alınmıştır. Başımıza çuval geçireni fena yapar, don gömlek kalana kadar soyundururuz evvelallah! Sonra sanatçılarımız var sanal intikam için! Romancılarımız var mesela: Metal Fırtına’da ABD’yi ve yedi düveli nasıl dize getirdiğimizi daha okumadınız mı? Ayrıca Yedinci Sanatımız ne güne duruyor. Kurtlar Vadisi Irak çuval olayının intikamının sanal alınmasına sinema cephesinden katkı. Bir intikam filmi Kurtlar Vadisi Irak.
Film kahramanımız, baş intikamcımız, Türkiye’de Kurtlar Vadisi dizisinden tanıdığımız, harbi delikanlı, özel timci, vatan kurtarıcısı, vatan için gözünü kırpmadan öldüren ve vatan için öldürme lisansı adaletimiz tarafından da kendisini beraat ettiren hakim amca tarafından onaylanan Polat Alemdar’ın, ağabeyi Süleyman tarafından, intihar etmeden yazdığı ve çuval olayını anlattığı mektubuyla intikama çağrılması ile başlıyor. Şu tesadüfe bakın ki, Polat’ın ağabeyi Süleyman, şu çuval geçirilme olayı içinde yer alan 11 özel timciden biridir. Ve bu Amerikan gâvuru tarafından çuval geçirilerek esir alınma ve sorgulanma olayı kanına —her Türk gibi— çok dokunmuştur. Hatta çok çok dokunmuştur.
O kadar ki, olaydan iki yıl sonra kadar bu aşağılanma olayına dayanamayarak, beynine sıktığı tek kurşunla, kendisinin ve Türk ordusunun şerefini kurtarmıştır. Tabii bu arada mektubunda, geri dönüşlerle anlatılan olayda, aslında şerefli Türk özel timinin hazırlıklı olduğu ve ölmeye hazır olduğu, eğer üstten istenen “şerefiyle ölme” —yani teslim olmama, çatışma— izni verilse, en azından 60-70 Amerikalıyı ve işbirlikçi pis pis sırıtan Kürdü birlikte ölüme götürecekleri ve fakat üstten gelen “çatışmayın” emriyle istemeden teslim olmak zorunda kaldıkları bilgisi veriliyor. Böylece daha işin başında filmin temel sloganı ile tanışıyoruz: “Sonunu düşünen kahraman olamaz!” Bir yanda “sonunu düşünen, bu yüzden kahraman olamayanlar” var. Bunlar aslında Türklükleri bile sorgulanmak zorunda olanlardır. Bu somutta artık “çatışmayın” emri nerden geldiyse onlar alınsın! Bir yanda da “sonunu düşünmeden kahraman olma” adayları var. Bunlar emir komuta zinciri içinde hareket ettikleri zaman, bazen kahramanlıkları, ağabey Süleyman’ın somutunda görüldüğü gibi gecikebiliyor! Neyse ki Polat’ımızın böyle bir bağımılılık durumu yok. O istediği gibi takılabilir özgürlüğe sahip. Onun için hep kahraman. Süleyman da herhalde bunu bildiği için ona yazıyor son mektubunu. Neyse her halde, Süleyman ağabey filmin girişindeki birkaç dakika içinde işlevini doldurup, mektubunu yazıp, intiharını edip aramızdan ayrılıyor. Onun işlevi zaten Türkiye’de iyice ünlü Polat’ı bir türlü Irak’taki savaşa müdahaleye çağırmaktı.
Sonra Polat’ımızın bütün Türk milleti ve İslam ümmeti adına, yanındaki üç yardımıcısı ile aldığı korkunç intikama geliyor sıra! Bütün film bu intikam öyküsünü anlatıyor. Dört kişiyle intikam olur mu filan demeyin. İntikamcılar Türk ve Müslüman… Evvel Allah, sonra Polat! (Pardon tabii sonra Muhammet, sonra Kadiri Tekkesinin şefi, sonra Polat! Ama buraya daha sonra döneceğim. Ama Evvel Allah, sonra Polat derken, filmdeki bir sahnede kendini gayet alçakgönüllü bir şekilde Allah da ilan eden Polat repliğinin yalancısıyım. Filmin bir sahnesinde Sam Marshall Polat’a “Sen duyguların yüzünden otuz çocuğa kıyamazsın. Oysa ben onların duyguları için onları tek tek öldürürüm. Barışı bozacak herkesi öldürürüm. Ben senin gibi tesadüfen burada değilim. Barışı sağlamak için beni Tanrı görevlendirdi. Barışı sağlayan Tanrının çocuğudur.” diyor. Buna Polat’ın cevabı kısa ve kesindir: “Benim senin gibi bir çocuğum yok.” Bu ciddiye alındığında aslında herhalde Evvel Polat demek gerekir.) Ayrıca Amerika’nın Rambo’su, İngilterenin James Bond’u filan varsa, onlar tek başına dünyayı, hatta uzayı filan kurtarıyorsa, bizim de başımız kel değil ya! Irak’ta Amerikan işgalini dört kişiyle kırmışız çok mu? “This is just a movie” kardeşim! Filmde olmayacak şeyleri oldurmak mümkündür.
Kurtlar Vadisi Irak, psikolojik olarak ele alınıp çözümlendiğinde aşağılık duygusunun dışavurum filmidir. Ben psikolog değilim, ama psikoloji konusunda okuduğum kitaplardan yola çıkarak ve iyi bir film izleyicisi olarak bu filmin aşağılık duygusundan kıvranan birilerinin, bu duyguyu kendilerini olağanüstü yaratıklar olarak göstererek aşmaya çalıştıklarını gösteren bir film olduğunu söyleyebilirim. Aslında bir önceki maddede anlattığımın devamıdır bu madde. Türk ulusunun bilinç üreticileri “ezelden beridir hür“ yaşamış, (Mehmet Akif/İstiklal Marşı) olmakla, atalarımızla “Düne yarına sığmaz” olmakla (Fazıl Hüsnü Dağlarca/El Kapıları) vb. övünen bir ulusun insanları olarak, geçmişte “elimizde tuttuğumuz” Musul, Bağdat, Basra eyaletlerinin şimdi görgüsüz kimi gavurlar tarafından işgal edilmiş olmasını, onların Türk devletine de hükmeder konumda olmasını hazmedemiyor. Bunun bilincini üretiyor. Filmde bu Amerikan Özel Timi Komutanının (ki Irak’taki ABD işgali bu kişi şahsında somutlaşıyor. En yüksek merci olarak bu kişi gösteriliyor. Gerçekçiliğini sorgulamayın, akla uygunluk filan aramayın. Bu akla hakaret ve zarar olur. Bu kişinin adı Sam Marshall. İsim seçimindeki şu zeka inceliğine bakın: Ola ki birileri anlamaz diye bütün dünyada ABD’nin kötü adam sembolü olan Sam’la yetinilmemiş. Ona bir Amerikan yardımı denen, yeni sömürgecilik “yardımı”yla özdeşleşmiş Marshall soyadı takılmış. Yani Polat’ımızın karşısındaki düşman bizzat Amerika! Daha aşağısı zaten Polat’ı kesmez. İntikamın daha aşağı bir düzeyi zaten yaralanmış onurumuzu kurtarmaya yetmez!) Polat’la yürüttüğü bir diyalogta söylediği “Donunuzun lastiğini bile biz veriyoruz. Daha ne istiyorsunuz?!” sözlerinde ifade ediliyor. ABD temsilcisinin ağzından söylenen bu laflar, aslında bir ulusun bilinç yapıcılarının ruh halinin ifadesi oluyor. Geçmişinin büyüklüğü ile övünürken, gününün sefil durumundan utanan bir aşağılık duygusunun ifadesi bu. Kurtlar Vadisi Irak’ta Polat’ın eylemleri bu aşağılık duygusu hastalığına sanal ilaç sunan, sanal bir intikam. Film bu açıdan bir yandan korkunç bir aşağılık duygusunun dışa vurumu olduğu gibi, aynı zamanda bu hastalığın sanal merhemi oluyor.
Kurtlar Vadisi Irak aynı zamanda saldırgan, burnubüyük Türk ırkçılığının filmidir. Hem aşağılık duygusu, hem kendini beğenmiş burnubüyüklük nasıl olur, bunlar birbirini dıştalayan şeylerdir demeyin. Bunlar bir madalyanın iki yüzüdür. Aşağılık duygusunu aşmanın yoludur onun tersi gibi görünen kendini beğenmişlik, burnubüyüklük. Her ikisi de sonuçta özgüvenin gerçek anlamda yokluğuna işarettir.
Bu Türk ırkçısı (aslında gerçek anlamda kafatasçı Türk ırkçılığından çok, Osmanlıcı, Türk-İslam sentezcisi bir çizgi egemen filmde. Buna aşağıda değineceğim.) burnubüyüklük, kendini bir dizi sahnede gösteriyor. Örneğin bir sahnede Polat’ımız, Araplarla bir diyalogunda aslında Osmanlı döneminin en iyi dönem olduğunu anlatıp, daha sonraki işgalcilerinin tümünün halklara felaket, ölüm, kan getirdiğini, “biz”im orada olduğumuz dönemin ise adaletli ve barışçı olduğunu anlatıyor. Sonuçta Arapların Osmanlılara karşı savaşları emperyalizmin halkları birbirine karşı kışkırtmasının, halkları birbirine kırdırtma ve böylece Ortadoğu’ya egemen olma siyasetlerinin bir oyunu olarak görülüp, gösteriliyor. Arapların da, bölgedeki diğer halkların da kurtuluşu, barış içinde birlikte yaşamalarının yolu olarak gösterilen yol, her ulusun bağımsızlığı temelinde, sömürünün hüküm sürmediği bir sistem içinde gönüllü birlik vb. değil, geçmiştekine benzer, Türk-İslam egemenliği altında bir birlik. Polat bunun için önce Irak’ta ABD’yi yenip, onun kalbine soktuğu 1000 yıllık, Keyhüsrev’den kalma ve en eski Arap aşiretlerinden birinin “namusu” olan bıçağını kanırtarak öldürüyor. Artık sanal dünyada kurtuluşun yolu açılmıştır.
Siyasi olarak Kurtlar Vadisi Irak ‘Irkçı-Türkçü’dür. Kurtlar Vadisi Irak’ta sonuçta üç Türk dünyaya bedeldir. (Bir Türk dünyaya bedelin yanında yine de biraz insaflı denebilir!) Bir de Türkleşmiş Kürt vardır. Onunla birlikte dört kişiydiler.Bu dört kişi Irakta’ki Amerikan işgalini nerdeyse tek başlarına mahvetmektedir. ”Kahraman”larımız dört dörtlük kahramandır. Zaafları yoktur.
Kimliklerini açıkladıkları bir kilit sahne vardır. Sam Marshall ile Alemdar Polat’ın otelde bir masada karşı karşıya oturdukları, Polat’ın ABD’liye kafasına geçirmesi için çuvalı fırlatıp attığı sahne. Bu sahnede ABD’li anlamayan bir halde Polat’ın ne olduğunu soruyor ona. Diplomat mı, asker mi vs. nedir Polat. Polat’ın verdiği cevap iki kelime “Ben Türküm!” Bu aslında her şeyi anlatmaya yeter bir şifre filmde. Bilinen ne kadar iyi haslet varsa, onun adı ‘Türk!’ filme göre. Ve bir başka temel özelliği daha var: Sonunu düşünmemek. Salak Amerikalı Türk’ü tanımadığı için, kafasına çuval geçirip medya önüne çıkmayı, böylece simgesel bir intikam alınması olayını reddediyor. Tam ABD’ye uygun, fakat Türk’ün kabul etmediği gibi kalleşçe küçücük çocukların hayatını tehlikeye atarak, kendi canını kurtarıyor. Çocukları ABD kendi çıkarları için kullanabilir, fakat Türk Polat asla. Böylece Türklüğün ne demek olduğunu bilmeyen ABD’li böylece daha korkunç bir sona doğru gidişin yolunu da açıyor.
İlkel Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) yapmaktadır. Bir sahne şöyledir: Amerikalı askerler bir düğünü bastıktan sonra, bir dizi Arap gencini “terörist” oldukları gerekçesiyle bir TIR’a doldurup, bir çoğunu da yolda yaralayıp öldürerek, Abu Garip hapishanesine getirirler. TIR’ın kapıları açılır. İçinden ölüler üzerine basarak yaralılar her tarafları yara bere kan içinde sürüklenerek çıkar. Sahneye doktor kıyafetli biri girer. “Ne yapıyorsunuz. Hayvan değil, insan bunlar!” diyerek çıkışır askerlere. Hemen devamında şunları söyler: “Bunlar böyle yaparsanız hiçbir işe yaramaz. Bana taze, sağlam insanlardan alınan sağlam organlar gerekli.” Daha sonra bu doktoru ameliyatla bir böbrek alıp, bunu bir soğutucu kutuya koyarken görürüz. Yine daha sonraki bir sahnede de üç soğutucu kutu görürüz. Kamera sırayla bu kutuların üzerinden geçer. Her birinin üzerinde gideceği adres yazılıdır: Telaviv, Londra, Washington. Doktor Yahudidir. Bu doktoru daha sonra bir sahnede Hristiyanlığın en gerici, an saldırgan bir mezhebinin sözcüsü gibi konuşan Sam Marshall ile tartışırken görürüz. Onun Hristiyanlığın değerlerini dünyaya yayma propagandasını gülerek dinleyen Yahudi doktor, bunların hayal olduğunu hepsinin gerisinde Yahudilerin ve Yahudiliğin olduğunu anlatır. Yani Kurtlar Vadisi Irak’ın çizdiği Yahudi resmi, antisemitizmin tipik bütün kötülüklerin ardında Yahudilik vardır klişesindeki resimdir.
İlkel ve kışkırtıcı antiamerikancıdır… Filmi kimi solcular da çok sevip, filmde antiemperyalizm filan keşfettiler. Öyle ya film Irak’taki Amerikan işgaline karşı çıkıp Amerikan mezalimini göstermiyor muydu?! Bundan âlâ antiemperyalizm olur muydu?! Filmi böyle seyredip yorumlayanlar, filmde yapılanın antiemperyalizm değil, ilkel bir Amerikan düşmanlığı olduğunu görmüyorlar. Filmdeki tüm Amerikalılar, en azından tip olarak var olan ve konuşan kesimi, tek kelime ile manyaktır, psikopattır, insanlık düşmanıdır. Bir tek iyi denebilecek bir Amerikalı tipi vardır. O da filmin başında bir filmin tipik Amerikalısı manyak özel timci tarafından vurulup öldürülmektedir. Bu “iyi” Amerikalının iyiliği de şudur: Amerikalılar güzelim bir Arap düğününü basıyor. Baskın kan içici, manyak, psikopat Amerikalıların keyfi olarak yaptığı bir baskın. Bölgenin en ünlü aşiretlerinin yan yana geldiği, barış dolu bir düğünde, iki güzel Arap genci evlenecekler. Damat, geline düğün öncesi Keyhüsrev’den kalma 1000 yıllık bir hançer hediye ediyor. Aşiretin namusudur bu hançer, bundan sonra sana emanettir diyor. Bu hançer önemli, sonradan Polat’ın Sam Marshall’ın yüreğine sokup, kanırtarak onu öldürdüğü, böylece ABD’yi öldürerek, Arapların da namusunu kurtardığının simgesi bu hançer. Aşiret barış içinde düğün hazırlıkları yaparken, kamera karanlık bir kuytuda pusuda bekleyen bir Amerikan özel timini gösteriyor. İki manyak Amerikalı kendi aralarında “sohbet” ediyorlar. Birinci ikinciye “Öf sıkıldım yahu, ne zaman ateş edecek bunlar” diyor. Diğeri “Merak etme, uzun sürmez, onlar ateş etmeden duramaz” diyerek sakinleştiriyor arkadaşını. Sonra düğündekiler halaya duruyor. Coşku içinde bir köylü havaya ateş ediyor. Bu manyak Amerikalıların sabırsızlıkla beklediği işarettir. Teröristler ateş açmıştır! Zırhlılarına binip “terörist” aramaya gidiyorlar. Düğünü basıyorlar. İnsanlar korku içinde eğlenceyi bırakıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Bir küçük çocuk, elindeki bir çubukla bir Amerikalı askerin namlusuna dokunuyor. Amerikalı çocuğu tarıyor. Ardından tam bir curcuna yaşanıyor.
Amerikalılar onlarca insanı tarıyor. Bu arada damat da vurularak ölüyor. Geri kalanlar içinde Amerikalılar tüm genç erkekleri toplayarak, terörist olarak bir TIR’la Abu Garip’e doğru yola çıkıyorlar. Yolda TIR’ın şöför mahallinde özel tim şefi manyağın yanında oturan bir Amerikalı asker, “Kasa kapalı, içerde çok insan var, bunlar havasızlıktan boğulacak” diyor. Buna karşı tim şefi iyi öyleyse deyip, arabayı durdurtuyor. Aşağı inerek elindeki ağır makinalıyla dışardan TIR kasasını taramaya başlıyor. İçerden vurulan insanların canhıraş feryatları yükseliyor. Daha önce insanların havasızlıktan boğulacağını söyleyen Amerikalı asker müdahale ederek “Sen ne yapıyorsun?!” diyor. Aldığı cevap “Sen boğulurlar demedin mi, boğulmasınlar diye hava deliği açıyorum” biçiminde alaylı bir cevap oluyor. Tam sadist manyaklara yaraşır bir cevap. Bunun üzerine Amerikalı iyi asker, tim şefine yaptığının doğru olmadığını ve şikayette bulunacağını söylüyor. Aldığı cevap beynine yediği bir kurşun oluyor. Amerikalı tek olumlu tipin film ömrü böylece noktalanıyor.
Geriye yalnızca manyak, sadist Amerikalılar kalıyor. Yapılan bu ak-kara ilkelliği içinde zaten var ve yaygın olan amerikan düşmanlığının körüklenmesidir. Bunun antiemperyalizm olarak görülmesi, sanılması büyük bir yanlıştır.
Kurtlar Vadisi-Irak ilkel ve kışkırtıcı Kürt düşmanı bir filmdir. Filmde korkunç bir Kürt düşmanlığı mesajı verilmektedir. Kürtler şimdi Amerikan işgali altındaki topraklarda güya egemen olduklarını sanan budalalar, ilkel aşiretçiler ve tümüyle işbirlikçiler olarak gösterilmektedir. Filmin ilk Irak sahnelerinde, bizim Polatımız intikam almak için, Hummer cipinde Irak topraklarında ilerlerken, yolu pislik içinde, 10 günlük sakallı, ne idüğü belirsiz Kürtler tarafından kesilmeye kalkılmakta, Polat çatışmak istemediği için, durup, inip, kontrola razı olmakta, fakat Türklerle nasıl konuşulacağını bilmeyen Kürt peşmergelerin şefi Polat’ı sorguya çekme cüretini göstermektedir. Kürtçe konuşan Polat, peşmergenin “Irak’ta ne yapacaksınız?” sorusuna “Ticaret…” diye cevap verdiğinde, “Ne ticareti?” sorusuna karşı da “İnsan ticareti, burada insan ömrünün çok ucuz olduğunu söylediler!” dedikten sonra Kürtleri öldürerek yoluna devam etmektedir. Yani filmde ilk çatışma, Amerikan güdümünde kendini bir şey sanan Kürtlere bir Türk dersi vererek yaşanmaktadır. Kürt düşmanlığı kışkırtma bütün filmde bu minval üzerine sürmekte, Kürt aşiret reisleri her zaman ABD’li Sam Marshall’a yağ çekmekte, işbirlikçilikte kusur etmemektedirler. Filmdeki tek olumlu Kürt tipi, Polat’ın yardımcısı Abdülhey’dir. O da Türkleşmiş bir Kürttür. Kürt kimliğini dillendirmeye kalktığı bir durumda da dersini yine Polat’ın diğer yardımcısı Memati ağabeysinden almakta, yerine oturmaktadır.
Kürtlerin işbirlikçiliğinin, kötülüğünün,kalleşliğinin konuşulduğu bir ortamda, Abdülhey iyi Kürtler de olduğunu belirtmek için “Abi ben de Kürdüm…” demektedir. Burada Memati devreye girip “Sen başkasın…” demekte. Dersini alan Abdülhey de “Herşey böyle başlıyor abi…” diyerek, Memati’ye hak vermektedir.
Kurtlar Vadisi Irak ilkel anti-Arap bir filmdir.
Filmde çizilen gösterilen Arap tipleri içinde de olumlu olanlar, Türklere intikam savaşında yardımcı olanlardır. Onların da bu yardımcılığının geri planında, örneğin yeni evlendiği eşi Amerikalılar tarafından öldürülen Leyla somutunda olduğu gibi, intikam duyguları başrolü oynamaktadır. Olumlu Arap tiplerinin tümü aynı zamanda kurtarıcı Türklerin de üyesi olduğu tekkenin müritleridir. Yani onların olumluluğunda rol oynayan ve onları kahraman Türklerle ortak kimlik altında birleştiren şey Araplıkları değil, Kadiri tarikatı üyesi Müslüman olmalarıdır. Bunun dışındaki Araplar ya işbirlikçi, korkak, çıkarcı tipler ya da ne yapacağını bilmez, haklı-haksız ayırmaz kör terör eylemcileridir. Film zaten Irak’ın kurtarıcılığını dört Türk’e havale ederek, Araplar hakkında değerlendirmesini ortaya koyan bir konumdadır.
İslamın Kadiri tekkesinin propaganda filmidir… Din temelinde kışkırtıcılık yapan bir filmdir.
Filmin en önemli olumlu kişisi Şeyh Abdurrahman Halis Kerküki Efendi’dir. Bu “mübarek” kişi, filmin en saygın, bir dediği iki edilmeyen, hatta Polat’ın da saygıyla önünde eğildiği bir bilge kişidir.
Filmde Hristiyanlık ve Yahudilik, bu dinlerin en gerici, tutucu, saldırgan mezheplerinin ağzından ve görüşleri üzerinden tanıtılırken, Müslümanlık onun belki en “hoşgörülü”, kendi yanında diğer inançlara da belli ölçüde varlık imkânı tanıyan bir tarikatı, Kadiri tarikatı üzerinden tanıtılmaktadır.
Filmdeki Sam Marshall açıkça Hristiyanlığın Dünya egemenliği için Haçlı Seferini savunan bir dua okur, Yahudi Doktor, Yahudilerin dünyanın gerçek egemenleri olduğunu savunurken, nur yüzlü Şeyh Abdurrahman Halis Kerküki; “Yarabbi… Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesiyle ayrı düştüğümüz ve bölündüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için düşman da şimdi bize zulmediyor. Bizler gafil olduk, günahkâr olduk, mahkum olduk, mağlup olduk. Kuran ve sünnetin hikmetleriyle uyanmadık, sen bizleri düşmanın saldırılarıyla uyandırdın, şimdi de lütfen yarabbi, bize bu saldırıları defedecek güç ver” dedikten sonra, savaşın da savaş kuralları çerçevesinde yürümesi için “Yarabbi Peygamberin hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı harb zamanı titizlikle sadık kaldığı vuruşma hukuk ve ahlakından ayırma…” diye yakarmaktadır.
Aynı şeyh tekkesinin kapılarını ardına kadar tüm yoksullara, muhtaçlara açmakta, “Kürt zulmünden” kaçan Türkmenler onun tekkesine sığınmaktadır. Şeyh, hedefsiz kör terörü, intihar eylemlerini, din adına ilke olarak reddettiği gibi, kafası video çekimli bir seansta uçurulmak üzere olan bir yabancı gazeteciyi; “Sen Allah mısın ki, masum olmadığını bileceksin… Siz kendinize zalimin yaptığı işi nasıl yakıştırıyorsunuz?” sözleriyle eylemcilerin elinden çekip alıyor. Filmin film tekniği açısından da en etkileyici sahnelerinden biri, şeyhin merkezinde bulunduğu bir dairenin dönüşü biçiminde yapılan ve kameranın da zikircilerle döndüğü zikir sahnesi.
Film bu yanı ile Hristiyanlığı ve Yahudiliği kötüleme, İslamı övme filmi. Bir din propagandası filmi. Bu yanı ile dinler arası çatışmayı körükleyen, İslamcı bir film. Fakat İslam içinde de film öncelikle bir akımın ve tekkenin, Kadiriliğin, Kadiri tekkesinin açık propagandasını yapan, tekke propagandası filmi. Filmin prodüktörlüğünü yapan, finansmanını sağlayan şirket zaten bu tekkenin Türkiye’deki en ileri gelenlerinin kurduğu ve onların kontrolünde olan bir şirket. Filmde önemli payları olan bir dizi “Şaşmaz” Türkiye Kadirilerinin en önemli ailesinin üyeleri. Bu durumda filmdeki yoğun tekke propagandası da daha anlaşılır hale geliyor. Film bu anlamda salt ticari kaygılarla yapılmış olan bir film değil.
Film bir bütün olarak alındığında, Türk-İslam sentezini savunan, İslamcı-Türkçü, Kadiri bir propaganda filmi. Filmin bu tekke propagandası yönü, filmin Türkçü-intikamcı yönü çok hoşlarına gitse de, laikçi Kemalistlerin hiç hoşuna gitmedi. O yüzden filme bu kanattan, en başta da ordudan hiçbir açık destek, övgü filan gelmedi. Fakat halk içindeki yoğun ilgi ve olumlu tepkiler, bu kanadın filme karşı açık tavır almamasını da beraberinde getirdi.
Başa dönersem:
Evet burada da bir propaganda filmi sözkonusu. Fakat Münih’in tersine kötü bir propaganda filmi. Kötü; çünkü acayip abartı içinde hiçbir biçimde inanılır değil. Kötü; çünkü ak-kara ilkelliği içinde yapılan, çok kaba bir propaganda sözkonusu. Böyle yapıldığı için de, filmde kullanılan ve gerçeklerden alındığını bilindiğimiz kimi sahneler, filme inandırıcılık katacak yerde, düşünen, biraz bilinçli seyirciye, acaba bunlar da palavra olabilir mi sorusunu sordurtuyor.
Filmin biçimine gelince:
Diyaloglar: Evlere şenlik, inandırıcılıktan uzak, sloganlar. Örneğin ABD işgalcisi, ABD’nin Irak’ta petrol için olduğunu, bunun için yerli ulusları birbirlerine kırdırdığını açıkça söylüyor.
Oyuncular: Baş oyuncu “Necati Şaşmaz” aslında oynamıyor. Yalnızca ciddi bir adam olarak, gülmeyen bir adam olarak “ağır ol molla sansınlar” pozlarında dolaşıyor. Bütün savaş dövüş sahnelerinden kahramanlarımız fazla yara bere almadan çıktıkları gibi, giysileri de maşallah fazla zarar görmüyor. Bütün oyuncular, tipler ak-kara olarak belirlenmiş.
İyiler iyiyim, kötüler kötüyüm diye bağırıyor. Oyuncular içinde kötüler içinde en iyi olmakla öne çıkan iki oyuncudan biri baş kötüyü oynayan Bily Zane, diğeri Polat dışında (o zaten oynamıyor dediğim gibi) en iyiyi oynayan Ghassan Massoud.
Teknik: Çok övüldü, fakat Amerikan B Picturlerinin tekniği (Rambolar gibi). Önemli bir yenilik filan yok. Yer yer inanılmaz gibi görünen ve fakat bir dizi pahalı Hollywood filminde de çokça rastlanılan tipte kurgu hataları var. Örneğin son sahneler öncesinde ABD askerleri tekkeye saldırıyor. Amerikan askerleriyle tekkeyi korumaya çalışan kahramanlarımız arasında ölümüne bir savaş sürüyor. Bu savaşta tekke binaları büyük hasar görüyor. Neredeyse taş üstünde taş kalmayan yıkıntılar yaşanıyor. Filmin son sahnesinde ABD’liyi öldürdükten sonra doğan güneşe karşı kum üzerinde oturan Polat’ı görüyoruz. Geri planda hiçbir şey olmamış gibi duran tekkenin beyaz temiz duvarları görünüyor. vb.
Kısaca teknik açıdan da kötü bir film Kurtlar Vadisi Irak. Peki böylesine kötü bir filmin başarısını açıklayan ne?
Kuşkusuz başarının önemli bir bölümü Kurtlar Vadisi televizyon dizisine bağlı. Sinemaya gitmeyen önemli bir bölüm TV seyircisinin, TV’den tanıdığı ve sevdiği tiplerin Irak macerasını seyretmek için sinemaya gittiğinden yola çıkabiliriz.
İkincisi; yürütülen —öncelikle Kurtlar Vadisi’ni yapan ve gösteren; Doğan medya gurubu üzerinden yürüyen— büyük boyutlardaki reklam kampanyasıdır.
Üçüncüsü; —ve filmi tehlikeli kılan da budur bence—, filmin Türklerin “intikam” duygularına tercüman, yaralarına merhem olan bir işlev görmesidir.
Bu kadar da salakça bir propaganda filmi olmaz diyerek çıktım filmden. Birlikte gittiğim arkadaşlarla, filmin bir çok sahnesinde çokça güldük. Şimdi türlünün hangi bölümünün yemeğe ilave edileceği, edildiğini konuştuk. Ne yazık ki, filmi seyredenlerin büyük çoğunluğu filmi ciddiye alıyordu.
SEMA YILDIRIM, Mart 2006