Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi’nin yılda bir kez düzenlediği kültür konferansları dizisinin bu yıl altıncısı yapıldı.
İstanbul, Mersin ve Adana’da yapılan “İşçi Kültürü” konulu konferanslarla “yeni dünyanın yeni kültürü olan işçi kültürünün temellerinin kavranması” ve “işçi sınıfının yeni dünya mücadelesinin kültür cephesinde bir köşe taşının daha aydınlatılması” amaçlanmıştı. Yapılan konferanslar konunun kavranması ve derinleştirilmesi açısından verimli geçti, başarılı oldu. Aşağıda üç şehirde yapılan konferanslara ilişkin haberleri aktarıyoruz.
İSTANBUL
Bir adım daha atıldı! GÜNEY Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi’nin yılda bir kez düzenlediği kültür konferansları dizisinin bu yıl altıncısı başarıyla gerçekleştirildi. Bu yıl üç şehirde yapılan “İşçi Kültürü” konulu konferansların ilki 1 Kasım tarihinde İstanbul’da yapıldı.
Güney dergisi olarak temel amaçlarımızdan birisi yeni dünyanın yeni kültürü olan ‘işçi kültürü’nü yaygınlaştırmaktır. Bu yılki konferansımızın konusu da ‘işçi kültürü’ idi. Daha önceki konferanslarda olduğu gibi bu konferansta da dergi olarak önemli bir görevi önümüze koyduk: İşçi sınıfının yeni dünya mücadelesinin kültür cephesinde bir köşe taşını daha aydınlatmak. Başarıyla gerçekleştirilen İstanbul’daki konferansla henüz çok başlarında olduğumuz hedefe bir adım daha yaklaştık.
Şişli’de bulunan DİSK/Bank-Sen salonunda gerçekleştirilen konferansı yaklaşık 80 kişi izledi. Konumuz ‘işçi kültürü’ olduğundan bilinçli olarak tercihimiz bir sendika salonu olmuştu. Ancak dergi çalışanlarımızın yoğun hazırlık ve tanıtım çalışmalarına rağmen hem işçi sınıfı açısından, hem de devrimci-demokrat kesim açısından katılım beklenenin altında oldu. Özellikle de kültür kurumlarının Güney dergisinin artık geleneksel olarak yaptığı bu konferansları adeta ‘boykot’ etmelerine anlam veremiyoruz ve devrimci hareketin değiştirilmesi gereken kültürel özelliklerinden birinin bu olduğunu düşünüyoruz.
Konferans sunum bölümünü, tartışma bölümleri ve kültürel bölümden oluşuyordu. Ancak Güney dergisi seçtiği konularda son sözü söyleme iddiasında olmadığından, yedi buçuk saatlik konferansın yaklaşık beş buçuk saati tartışmayla geçti. Ve şunu memnuniyetle ekleyebiliriz: Beş buçuk saat tartışma yetmedi. Değişik konuşmacılar konuyu değişik yönlerden irdelediler, Güney dergisinin yaklaşımını destekleyenlerin olduğu gibi, eleştirenler de oldu. Konuya kendi açısından açıklık getirenlerin olduğu gibi, sadece soru sormakla yetinenler de oldu. Kısacası Güney dergisinin iki bölüm halinde sunmuş olduğu araştırma tezleri, sendikacıların, kültür kurumu temsilcilerinin, işçilerin, gençlerin, kültür emekçilerinin vb. soru-cevaplarıyla ve değişik sunumlarıyla daha da zenginleştirildi ve konu değişik yönleriyle ele alınabildi. Bu yönüyle konferansın önüne koyduğu amaca ulaştığını ve başarıyla geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
TEZLER VE TARTIŞMA
Dergi adına yapılan sunumlarda bir önceki sayı Güney’de yayınlanan tezler iki bölüm halinde ortaya kondu.
Güney dergisinden konuşmacılar konferansın başında yaptıkları konuşmalarda, kültür kavramının anlamını, tarihte ve günümüzde kültürün, sadece değişik toplumlara ve uluslara bölünmekle kalmadığını, her ulusun kendi içinde de değişik sınıflara ait değişik kültürlerin olduğunu, egemenlerin veya emperyalistlerin kültürlerine karşı çıkarken, bunu daha geri bir kültürün savunusu temelinde değil, daha ileri, yeni toplumun, sosyalist toplumun kültürünün savunusu temelinde yapmak gerektiğini açıkladılar. İşçi sınıfı kültürünün yeni insanın, yeni toplumun kültürü olduğunu, bugün ise yeni dünya mücadelesinin savaşçılarının ilişkilerinde ve eserlerinde ancak nüveler halinde var olabileceğini ortaya koydular.
Konuşmaların ikincisinde ise tarihteki yeni insan/yeni toplum konusunda atılan adımlar değerlendirildi ve bu konuda Sovyetler Birliği’ndeki yeni insan/yeni toplum deneyiminin belirleyici olduğu tespiti yapıldı. Konuşmacı Sovyetler Birliği’nde kültür alanında, okul yapımı, kitap basımı, sanatsal gelişmeler vb. konularında somut örnekler verdi ve Sovyetler Birliği’nde bu alanlarda darlaştırılmış resmi sanat anlayışı gibi kimi yanlışlar da yapılmış olsa, bir bütün olarak, kazanımların muazzam olduğunu ve bu kazanımları kimsenin yok edemeyeceğini, yeni insan/yeni toplum savaşçılarının bu kazanımlara sahip çıkıp onlardan öğrenmeyi önlerine görev olarak koymaları gerektiğini savundu. Konuşmacı Sovyetler Birliği deneyimi sonrasındaki sosyalizm deneyimlerinin de derslerle dolu olduğunu, bunlardan da öğrenmek gerektiğini, fakat Sovyetler Birliği deneyiminin ertesinde en önemli deneyimin Çin deneyimi olduğunu, burada her şeyden önce Büyük Proleter Kültür Devriminin çok önemli olduğunu savundu. Çin’de de yeni insan/yeni kültür konusunda önemli kazanımların elde edildiğini belirten konuşmacı; bunun yanı sıra Mao etrafında oluşan kişiye tapmacılık gibi önemli yanlışların da yapıldığını sözlerine ekledi. Konuşmacı en sonunda da Türkiye’deki devrimci proleter hareketin değerlendirilmesinin önemine dikkat çekti, devrimci hareket içerisinde birbirine karşı şiddet kullanımı, palavracılık gibi hastalıklara dikkat çekti, sanat eserleri alanındaki durumun daha olumlu olduğunu gösteren kimi örnekler verdikten sonra en önemlisinin bugün nelerin yapıldığı ve nelerin yapılabileceğidir tespitini yaptı.
Soru/cevap ve tartışmalar bölümlerinde çok sayıda kişi söz alıp konuştu. Tartışmalar canlı ve zengin görüşlerle doluydu.
Konferansın cumartesi günü yapılması birçok konuşmacı tarafından eleştirilen ve düzenleyenlerin de yanlışlığını kabul ettiği ortak bir noktaydı. Gerçekten de konferansın cumartesi olması bir talihsizlikti ve böylece toplantıya ilgi duyan bir çok işçi katılamamıştı toplantıya.
Bir konuşmacının konferansta sunulan görüşlerin çok genel olduğu görüşüne karşılık, çoğunluk Güney dergisinin böyle bir konuyu ele almış olmasıyla önemli bir görevi yerine getirdiğini, konunun önemine karşın diğer kurumların, özellikle işçiler adına konuşan örgütlerin duyarsız kalmasının önemli bir zaaf olduğunu savundular. Bazı konuşmacılar kendi alanlarından, kendi tecrübelerinden örneklerle konuyu zenginleştirdiler. Örneğin, sendikaların çoğunda sarı, bürokrat, reformist sendikacıların egemen olması nedeniyle işçiler arasında işçi kültürünü yaymanın zor olmasına karşın, işçi korosu, işçi tiyatrosu, eğitim toplantıları gibi araçlardan yararlanılabileceğini savundu. Güney Kültür Merkezi adına konuşan temsilci kültür kurumlarının tek başlarına yetersiz kaldıklarını ortaklaşa hareket etmelerinin önemli olduğunu savundu. Yine proleter kültürün onun esas taşıyıcısı olan işçi sınıfına taşınmasının önemine birçok konuşmacı dikkat çekti. Bir sendikacı arkadaş Güney dergisinin çıkarmış olduğu takvimde “Vurguncular” gibi filmlerin afişlerine yer vermesinin iyi olmadığını, bunu proleter kültürle bağdaştıramadığını, Yılmaz Güney’in de işçileri konu alan sanat eserleri yapmamış olmasının bir hata olarak kabul edilmesi gerektiğini savundu. Buna karşılık divan takındığı tavırda, bu takvimle bir komünist sinemacı olan Yılmaz Güney’in sinemasını bütünlük içinde gösteren sinema afişlerinin seçildiğini, ayrıca afiş resimlerinin altında Yılmaz Güney’den devrimci içerikli sözlere yer verildiğini, bunların proleter kültürle çelişen şeyler olmadığını savundu. Başka konuşmacılar da konuşmalarında sendikacı arkadaşın proleter kültüre dar yaklaştığını savundular.
Genç işçiler çalıştıkları alanlarda tanıdıkları işçilerin ne burjuva kültürüne doğru dürüst sahip olduklarını ne de proleter kültüre sahip olduklarını savundular. Ayrıca işçi sınıfına proleter kültürü taşıma görevine sahip olan sosyalistlerin çoğunlukla bu kültüre sahip olmadıklarını eleştirdiler.
Çok sayıda genç işçinin bu tartışmalara aktif katılımı konferansın güzel yanlarından biriydi.
Yaklaşık 80 civarında insanın katıldığı ve yaklaşık yedi buçuk saat süren konferansın sonunda Güney Kültür Merkezi Tiyatro Ekibi “Kültür mü?” isimli kendilerinin yazıp, yönettiği ve oynadığı bir oyun sergilediler. Konu “İşçi Kültürü” olduğundan ve tiyatro da işçi kültürünü yaygınlaştırmanın önemli bir aracı olduğundan bu oyundaki kimi zaaflara değinmek gerekiyor. Oyunda burjuva/feodal kültüre sahip işçi gençlerle devrimci kültüre sahip işçi gençler karşı karşıya getirilerek, bir yandan toplumdaki kültürlerin çatışması, diğer taraftan genç işçileri onlara yabancı olan burjuva kültüründen alıkoyup devrimcileştirmenin zorlukları konu edilmiş.
Oyun fikir olarak, oyunculuk olarak -amatör oyuncuların oynadığı düşünülürse- çok başarılı. Oyunda ama burjuva kültürüne sahip gençler canlı, gerçekçi tiplemeler olarak başarılı bir biçimde yansıtılırken, devrimci karakterler katı, sert ve “kitabi” bir nitelikte çizilmiş. Oyunun önemli zaafı burada yatıyor, kusurlu da olsalar burjuva kültürüne sahip tiplemeler daha sempatik geliyor. Burada bu şematik, kusursuz, robotvari, cansız, duygusuz, soğuk hep ders veren devrimci tiplemelerinden hızla uzaklaşıp, gerçek yaşamdan alınmış kusurlarıyla, sevaplarıyla yaşayan devrimci tiplemelerini göstermek gerekiyor. Bu daha çok sempati toplayacak ve daha inandırıcı olacak.
MERSİN
Bir iddiamız var! GÜNEY dergisi 25. sayısında duyurusunu yaptığı, 26. sayısında tezlerini yayınladığı “işçi Kültürü” konulu konferansı 8 Kasım 2003 tarihinde “Düşev Kültür Merkezi”nde Mersin’de gerçekleştirdi. Ayrıca 7 Kasım Cuma günü dergimiz sorumlu yazıişleri müdürü İlyas Emir, Güney Dergisi sahibi Aziz Özer ve dergimiz çalışanı Melek Özer ile Radyo Ses’te “Güney dergisi” ve “İşçi kültürü” konferansı üzerine bir söyleşi yapıldı.
Bu konferans dergimizin gelenekselleştirdiği konferanslar dizisinin yedincisi ve Mersin’de gerçekleştirilen ilk konferanstı.
Bu konferansa bütün sendikalar, dergiler, kültür evleri, partiler özel olarak davet edilmişlerdi. Bunlardan, Emeğin Partisi taraftarı bazı arkadaşlar, Ekmek ve Adalet Dergisi’nden arkadaşlar katılmışlardı. Bunun dışında direnişlerini yakından takip ettiğimiz Çukurova Tekstil’den atılan işçilerden de bir kişi katılmıştı.
Saat 16.00’da başlaması gereken konferans saat 16.15’te başladı. Açılış konuşmasını dergimizin Sorumlu Yazıişleri Müdürü İlyas Emir yaptı. İlyas Emir kısaca konferansın gidişatı hakkında bilgi verdi. Devrim ve demokrasi mücadelesinde düşenlerin ve F tipleri tecritine karşı mücadelede yitirdiğimiz devrimcilerin anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından konferansa başlandı. Konferansın tezleri iki bölüm halinde sunuldu, birinci bölümü sunmak üzere Melek Özer söz aldı.
Melek Özer tezlerini sunduktan sonra soru cevap bölümüne geçildi.
Bir arkadaş “sizce yakın zamanda çıkan bu savaşa işçi sınıfı karşı çıktı mı? Ben gerçek anlamda karşı çıktığına inanmıyorum. Eğer gerçekten karşı çıksaydı, bir önderlik yapsaydı bu savaş önlenebilirdi. Sizce işçi sınıfı bu savaşa karşı iş bırakma eylemiyle, mesela İngiltere’de bir milyon kişinin sokağa çıkması yerine ekmek üreten fabrikalar bir gün iş bıraksaydı, işçi sınıfını yönetenler doğru bir önderlik yapsaydı bu savaş önlenebilirdi. Sizce işçi sınıfı bu savaşa karşı gereken çabayı gösterdi mi?”
Başka bir katılımcı ise; “Emperyalist kültüre karşı ezilen ulusal kültür üzerindeki baskıya karşı çıkmak gerekmez mi?” şeklinde bir soru yöneltti.
Bu sorulara tezlerin ilk bölümünü sunan Melek Özer özet olarak şu cevabı verdi: Bugün Irak’ın, Afganistan’ın işgaline karşı, bir bütün olarak emperyalist savaşlara karşı işçi sınıfının tutarlı bir karşı duruşunun olduğunu söylemek mümkün değil. Bugün işçi sınıfına da egemen olan kültür egemen sınıfların kültürüdür. İşçi sınıfı içerisinde, burjuvazinin ve onun bir uzantısı gibi hareket eden sendika bürokrasisinin etkisi oldukça büyüktür. İşçi sınıfı bugün kendi sınıf bilincine varmış bir sınıf değildir. Tabii ki işçi sınıfı üretimden gelen gücünü kullanarak aktif olarak bu savaşa karşı çıksaydı, savaşı engelleyebilirdi.
İkinci soru ile ilgili olarak; biz tabii ki ulusal kültüre karşı sosyalist kültürü savunurken, ezilen bir ulusun üzerindeki ulusal baskıya da karşı çıkarız. Ezilen ulusun ulusal baskıya karşı mücadelesini savunuruz.
Bir başka soru; “İşçi sınıfının bugün kültürel olarak geriliğini neye bağlayabiliriz?” şeklindeydi.
Özer bu soruyu özetle şöyle yanıtladı: “İşçi sınıfının kültürel yapısının geriliği bu sistem içinde anlaşılır bir olaydır. Biz topluma damgasını vuran kültürün egemen sınıfların kültürü olduğunu söyledik. Ama bu kültür de kendi içinde homojen bir bütün değildir. Bugün hâlâ köyü ile bağını koparmamış azımsanamayacak kadar bir işçi kitlesi var ülkemizde. Köyün o feodal yapısının işçiler üzerinde hâlâ önemli ölçüde geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen işçi sınıfını diğer sınıf ve katmanlardan ayıran bir konumu vardır. Mesela işçilerin üretimdeki yerleri bağıntısında bir mülkiyet hırsları yoktur. Baskı ve sömürüye karşı politik düşüncelerinden bağımsız olarak ortak hareket etmektedirler. Grevler, direnişler vs. gibi. Ama bir küçük esnafın durumu bu değil. Veya köylünün durumu… Bunlar belli bir mülkiyet ilişkisi içinde daha tutucu hareket etmektedirler. Tüm bunlar bu sınıfların kültürel yapısına da yansımaktadır.
Fakat sosyalist toplumda yeni insan yaratılacaktır. Bu yeni insan, çalışmayı zorunluluk olarak gören, yeteneği ölçüsünde topluma katkı sunan, toplumsal zenginlikten ihtiyacı kadar alan insan olacaktır. Bu ise kısa sürede olacak iş değildir. İnsanın yüzyıllardır edindiği alışkanlıklarını bugünden yarına yok edemezsiniz. Bu anlamda da Sovyetler Birliği ve diğer sosyalizm deneyimini yaşamış ülkelerdeki deneyimler bir başlangıçtı. Buna rağmen mesela Sovyetler Birliği’ndeki gelişme o kısa dönem için büyük bir başarı idi.”
Tezlerin ikinci bölümünü Aziz Özer sundu.
Bu bölümde sorulan sorular esas olarak şunlardı;
“Güney dergisinin işçi ve emekçileri eğitmek için bir projesi varmı?”, “Sosyalizmin geldiği yer ve geri dönüş bağlamında ne düşünüyorsunuz?”
Konuşmacı arkadaş yöneltilen sorulara özetle şöyle yanıt verdi: “Güney dergisinin yeni insanın yeni kültürünü yaratma konusunda bir iddiası vardır. Ama hâlâ geri düzeyde bir iddia. Biz Güney dergisini proleteryanın yeni insanının yeni kültürünü yaymanın bir aracı olarak görüyoruz. Sosyalist toplumun, sosyalist projenin başarısı diyalektiğe bağlıdır. Biz yeni insanın kültür düzeyini yükseltmekte başarılı olursak, sosyalist toplumu yaratmada o ölçüde başarılı olacağız. Bunun için biz öğrenmek istiyoruz, Sovyetler Birliği’nin başarılarından öğrenmek istiyoruz. Arkadaşın sorduğu “yeni proje” bu anlattıklarımızın içinde var sanıyorum. Mesela fikir özgürlüğü bağlamında, devrimci örgütlerin kendi aralarındaki ilişkiler bağlamında, yine devrimci örgütler arasındaki ilişkilerde şiddet bağlamında biz farklılıklarımızı ortaya koyduk. Bunlar yeni insanın, yeni toplumun kültürünün önemli unsurlarıdır. Ne yazık ki, devrimci hareketlerde bu konuda kayda değer adımlar atılmamıştır. Bunları devrimci harekete ne kadar çok kavratırsak o ölçüde başarılı olacaktır devrimci hareket.
Biz yeni toplumun yeni kültürünü bugün onun uğruna savaşanların kendi pratiklerinde yaşamaları ve bu konuda doğru örnek olmaları gerektiğini düşünüyoruz. Sınıf bilinçli işçilerin kendi pratiklerinde yaşanabiliyor. Yeni insanın kültürü bugün bu mücadele içinde nüveler halinde var. Sosyalizmde de bu hâlâ nüveler halinde var olacaktır. Ve fakat sosyalist toplum bilinçli olarak yeni insanın yeni kültürünü yaratma çabasındadır. Bu mücadele aynı zamanda geriye dönüşe, toplumun yozlaşmasına karşı da bir mücadeledir. Sosyalist bir toplumda, işçiler emekçiler kendi sınıf bilinçlerini aldıklarında, kendi kültür düzeylerini yakaladıklarında, sosyalizmi yıkmak, onu yozlaştırmak çok daha zor olacaktır. Sosyalizmin o kısa dönemi yaşaması bir deneyimdir. Biz deneyim derken onu küçümsemek için söylemiyoruz. Tam tersine bu deneyimin doğrularından öğrenmek, onu daha da geliştirmek, yanlışlarını da tespit edip, bu yanlışlardan ders çıkarmak için öğrenmektir. Unutmayalım ki bizi bizim yanlışlarımızdan başka hiç bir güç yıkamaz.
Güney dergisi bu bağlamda hem sosyalizmin bu muazzam deneyimini okuyucularına sunmak, hem de uluslarası deneyimlerden öğrenme çabasındadır. Güney dergisi bu alanda bir yeniliktir. Gerek Türkiye’den gerekse uluslararası alanda proleter kültürü eserlerinde yansıtmış olan sanatçıları sayfalarına taşımış ve okurla buluşturmuştur… Frida Kahlo, Tina Modotti gibi… Güney Dergisi bunu yaparak okurlarına enternasyonalist bir bakış açısı kazandırmayı hedeflemiştir. Burada uluslararası kültürün yaygınlaşmasına katkı vardır. Biz bu konferansımızda iki önemli uluslararası devrim deneyiminden, onun başarılarından bahsettik. Bu devrim deneyimlerinden öğrenmeye çalıştığımızı söyledik. Devrim deneyimlerinden öğrenme işi Türkiye devrimci hareketinde çok az yapılan bir şeydir. Yapılıyorsa ya şablonvari yapılıyor, ya da çok az yararlanılıyor.
Güney dergisi olarak bu devrim deneyimlerinden öğrenmeye, yararlanmaya çok önem veriyoruz. Ayrıca Türkiye’deki deneyimleri de uluslararası alanda yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.
Bir başka katılımcı “işçi sınıfı bugün olması gereken yerde mi?” sorusunu yöneltti.
Divanın bu soruya yanıtı şöyleydi: İşçi sınıfı üretimdeki yeri itibarı ile sonuna kadar devrimci tek sınıftır. Sömürücü sınıfları ortadan kaldırdığı sürece kendisini de ortadan kaldırma misyonuna sahiptir. Kapitalizm şartlarında işçi sınıfının kendi kültürünü geliştirme şansı yoktur. Bugün sahip olduğu kültür kendine yabancı olan; burjuva feodal kültürdür. Devrimci hareketin esas amacı sınıfa kendi kültürünü kavratmak, vermektir. İşçi sınıfının bir direniş hareketi, bir grev de sınıfa çok şey öğretiyor. Sosyalist bilinç, sosyalist kültür bu hareketler içinde kendi sorunlarından yola çıkarak onlara taşınacaktır. Bunun için onlarla beraber olmak gerekiyor. İşçi sınıfının kendi kültürünü gerçekleştirmesi ancak kendi iktidarı şartlarında gerçek anlamda mümkündür.
“Bugün işçi sınıfının ne kadarına ulaşabiliyorsunuz?” şeklindeki bir başka soru ise şöyle yanıtlandı:
Biz dergi olarak sınıfın içinde çok yaygın olduğumuzu söyleme durumunda değiliz. Çok sınırlı sayıda işçiye ulaşabiliyoruz. Bu durum biraz da sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu geri durumla ilintili.
Bir dinleyici; “Sol hareketin açmazını nasıl aşmayı düşünüyorsunuz? Örneğin 1984’lerde oturup “milli demokratik devrim mi, sosyalist devrim mi” o mu olmalı, bu mu olmalıyı tartışıyorduk. Türkiye solundaki bölünmeler ve devrimci grupların birbirlerine karşı olan olumsuz tutumlarını neye bağlıyorsunuz? Zaten Güney dergisi burada bunu aşmak için bir çaba sarfediyor.”
Divan bu soruya şöyle tavır takındı: “Önce devrimci örgütler arası ilişkinin nasıl olması gerektiğini biz epey tartıştık. En önemli sorunlardan biri olan devrimcilerin birbirine şiddet uygulamasının ilke olarak reddedilmesi gerektiğini söyledik. Yalnız farklı grupların birbirine karşı uyguladığı şiddeti değil, kendi içindeki muhalefete karşı da şiddet uygulanmasını ilke olarak reddettik. Devrimci grupların bu konuda ortak bir platformda birleşmeleri gerektiğini söyledik. Biz tezlerde de belirttiğimiz gibi ilkesel olarak devrimciler arasındaki şiddeti reddediyoruz. Bu konuda devrimci örgütler arasında fazla bir ilerlemenin olduğunu söyleyemeyiz. Devrimci hareketin en önemli hatası, eksikliği kendi hatasından ders çıkarmamasıdır.
Bir 12 Eylül deneyimi yaşandı. Askeri faşist cunta deyim yerindeyse devrimci hareket üzerinde bir buldozer gibi geçti. Ağır bir yenilgi alındı. Devrimci örgütlerin çoğu dağıldı, bir çoğu dağılma noktasına geldi. Askeri faşist cuntaya karşı herhangi bir direniş geliştirilemedi. Peki devrimci hareket geri dönüp bu yenilgiden kendi hatalarını sorguladı mı? Biz hayır diyoruz. Onlar “biz dün de doğruyduk, bugün de doğruyuz” mantığıyla işi götürmeye çalışıyorlar. Devrimci hareket hatalarından maalesef hâlâ ders çıkarmıyor. Devrimci hareketin en önemli hatası, eksikliği kendi hatasından öğrenmemesidir. Bizi yenecek tek şey kendi zaaf ve hatalarımızdır. Kendi hatalarımızdan doğru dersler çıkarıp daha sağlam adımlarla ilerlemediğimiz sürece, marjinal gruplar olarak kalmaya devam edeceğiz.
Güney dergisi devrimci hareketin bütününü sahiplenmekte, onun hatalarını aşıp doğrularını alıp onu geliştirerek yoluna devam ediyor.
Biz bu konferansımızda bu soruna parmak basarak şeytanın bacağını kırmaya çalıştık.”
Çukurova Holding’ten atılan bir işçi arkadaş; “Siz burada sendikalardan bahsediyorsunuz ama sendikalar işçilerin haklarını korumuyorlar. Çukurova Holding’ten atılan 550 işçiyi patron sendika ile anlaşarak işten attı. Ve hiç bir hakkımızı vermedi. Üç günden bu yana fabrikanın önünde direnişteyiz. Bu direnişimiz sonucu da kazanılmış haklarımızdan ihbar tazminatlarımızı almaya başladık. Çukurova’da da Paşabahçe’deki gibi işçi kıyımı var. Sorum bu konuda Güney dergisi olarak sesimizi nasıl duyurabilirsiniz.”
Biz Güney dergisi olarak işçilerin eylemlerine, mücadelelerine karşı gayet duyarlıyız. Bizim burada okuyucularımız var. Bu arkadaşlar gayet duyarlılar ve sizlerle zaten dayanışma içindeler. Biz de bu konferanstan sonra, direnen işçileri ziyaret edip dayanışmamızı bildireceğiz.
Toplantının sonunda divan, bu toplantının Mersin’de ilk defa olması açısından önemli olduğunu belirterek katılımcı arkadaşlara duyarlılıklarından dolayı teşekkür etti ve etkinlik şiir ve müzik dinletisiyle sona erdi.
Konferans öncesi hazırlık çalışmalarında katkılarından dolayı Düşev Kültür Evi çalışanlarına ve konferansımızın duyurusunu on gün öncesinden yapmaya başlayan Radyo Ses ve Radyo Aktif’e teşekkürlerimizi iletiyoruz.
ADANA
Canlı tartışmalarla geçen bir konferans…Her yıl yapılan konferansların üçüncüsü 9 Kasım’da Adana’da Adana Kültür Merkezi’nde yapıldı. Konferansın açılışını Güney Dergisinin Yazıişleri Müdürü İlyas Emir yaptı. İlyas Emir, konferansın gidişatı hakkında bilgi verdi. Devrim ve demokrasi mücadelesinde düşenlerin, F tipleri tecritine karşı mücadelede yitirdiğimiz devrimcilerin ve geçen yıl kaybettiğimiz İnter Yayınları sahibi Ali Yavuz Çengeloğlu’nun anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından konferansa başlandı.
Güney dergisinden arkadaşların Güney’in 26. sayısında yayınlanan tezleri sunumundan sonra soru cevap bölümüne geçildi.
Bir arkadaş; “proletarya kültüründe fikir özgürlüğü, fikir mücadelesinde herhangi bir kısıtlama olmadığının söylendiğini, bunun yeni kurulan sosyalist bir devlet içerisinde nasıl gerçekleşeceğini” sordu.
Divan bu soruya şöyle cevap verdi: “Fikirlerin serbestçe çatıştırılmasından kasıt, proletaryanın iktidarda olduğu bir sistemde savunulmaktadır. Sömürücü sınıfların olmadığı bir toplumda proletarya fikirlerin çatıştırılmasına büyük önem verir. Çünkü, elinde bütün aygıtlar vardır ve herhangi bir gruba veya kişiye sadece savundukları düşünceler yüzünden -bunu örgütlü olarak sosyalist topluma karşı değil sadece kendi düşüncelerini savunduğu için- şiddet uygulaması reddetmesi gereken bir şeydir. Çünkü, gelişmenin önünde engeldir, artık sömürücü sınıflar yoktur. Sadece halkın değişik kesimlerinin var olduğu, ezilen kesimlerin toplumudur ve bu ezilen kesimler düşüncelerini ifade etmezlerse, o iktidar eninde sonunda yıkılmaya mahkumdur. Siz burjuvazi gibi yaklaşıp, söz hakkını elinden alıp, kendi iktidarınızda başkalarının sizi eleştirmesini zor ile bastırırsanız burjuvaziden farkınız kalmaz ve sosyalist kültürü ayakta tutmayı da garantileyemezsiniz. Proletarya iktidarda olduğu ülkelerde kendi içerisindeki fikir özgürlüklerine dikkat etmeli, özgür bir ortam yaratmalıdır. Ayakta kalmasının ön koşulu budur.”
Başka bir arkadaş, “Ülkemizde halk kültürü esasta küçük burjuva ve köylü nitelikte bir kültürdür. Her halkın kendine has bir kültürü mü var? Ayrıca proleter kültür dünyada nasıl birbirini etkiler, nasıl gelişir?” diye bir soru yöneltti.
Divan soruyu şöyle yanıtladı: “Halk kültürünü Türkiye açısından ele alırsak, büyük anlamda egemenlerin kültürünün etkisi altındadır. Çünkü, burjuvazi egemen olan sınıftır ve bütün araçlarıyla, medyasıyla ezilenlerin kültürüne özellikle düşünsel alanda kendi kültürünü yansıtmaktadır. Mesela; bugün işçinin, köylünün kafasında mülk sahibi olma hayalleri vardır ama bunlar gerçekleşmeyecek şeylerdir. Bu işçi açısından da böyledir. İşçi kültürü dediğimizde işçinin değil yeni insanın proleter kültürünü kastediyoruz. İşçi sınıfı vardır bugün ama kendi kültürüyle yaşamamaktadır, egemenlerin kültürünün etkisi altındadır. İşçi sınıfının kendi kültürünü yaşayabilmesi için kendi iktidarını kurması gerekir. Ancak, halk kültürü içinde de işçi kültürünün özellikleri vardır. Mesela, mülkiyet duygusu köylülüğe; küçük burjuvaziye göre işçi sınıfında daha azdır. Bir başka örnek ise işçi sınıfı tüm gün çalıştığı için feodal ilişkileri köylülüğe göre daha zayıftır. Köylülükte bu daha güçlüdür. İşçi sınıfı -burjuvazinin dayatmasıyla da olsa- bir disipline sahiptir, ama köylülükte güneşin doğuşuyla gün başlar, batışıyla biter. Yaşamı doğa şartlarına bağlıdır. Köylü daha kadercidir. Biz küçük burjuvazinin ve köylülüğün kültüründen bahsederken Türkiye’yi kastettik. Bugün halk içerisinde toprakla bağını tam olarak koparmış işçi sınıfı sayısı azdır, daha çok köylülük ve küçük burjuvazi ağırlıktadır.
İşçi kültürünün içini sosyalist kültürle dolduruyoruz biz. Bu anlamda sosyalist, demokrat, muhalif olanlara, bu kültürü kendi içerisinde yaşatanlara büyük görevler düşer. Nasıl ki sosyalizm işçi sınıfına dışarıdan taşınacaksa bu kültür de işçi sınıfına sosyalistler ve komünistler tarafından verilmek zorundadır. Bu ilişkileri geliştirmek, yaymak diğer ülkelerle ilişki içinde olmak kaydıyla yapılabilir.”
Bir başka katılımcı; “Sovyetler Birliği’nin yıkılması bugün devrimci-sosyalist kesim tarafından ileride aynı hatalara düşmemek için sadece deneyim olarak mı adlandırmak lazım? Sovyetler Birliği’nde devrimden sonra yozlaşma mı yaşandı?” diye bir soru yöneltti.
Divandaki arkadaşlar, kuşkusuz sadece bir deneyim olmadığını ama aynı zamanda muazzam derslerle dolu bir deneyim olduğunu, deneyim olarak adlandırmanın küçümsemek ya da önemini azaltmak olmadığını belirttiler. Uluslararası deneyimlerden öğrenmenin Türkiye’de hem siyasal hem de kültür alanında bir alışkanlık olmadığını, Güney dergisinin uluslararası alanda sanatçılar ve onların eserleriyle ilgili dosyaları yayınlayarak enternasyonal kültürü yaymaya çalıştıklarını ifade ettiler.
Divana yöneltilen bir diğer soru ise şuydu: “Sosyalizm deneyimlerle kurulacak ve yenilgiyle sonuçlanacaksa problem var demektir. İşçi kültürünü anlatırken buna değinmek gerekiyor. Sovyetler Birliği’nde iktidar neden değişti. Bunun temel nedenleri nedir? Stalin partiyi yekpare çelik bir parti olarak isimlendirmiştir. Bu yekpare parti içerisinde Kruşçev çıktı ve göz göre göre partiyi ele geçirdi. Bu durum Sovyetler Birliği için büyük bir yenilgi idi. Çünkü Sovyetler Birliği’ndeki komünistler, devrimciler yenilgiyi anlayamadılar, yenilginin olduğunu söyleyecek durumda değillerdi. Bu durumda sorum şu? Neden böyle bir şey gelişti? Nedeni neydi? Bir de Stalin Sovyetler Birliği’nde burjuvazinin olmadığını iddia etti. Buna bir değinirseniz sevinirim.”
Bu soruya divan şu cevabı verdi: Önce şunun bilinmesi gerekir. Sosyalizmin iktidar dönemi 1918 ile 1953 arasıdır. Bu dönem 35 yıllık bir dönemdir. Bu 35 yılın 1919-1922 arası iç savaşla geçmiştir. Yine 1930’ların başından başlayarak bir savaş hazırlığı dönemi. 1940’ların başından itibaren İkinci Dünya Savaşı. 1945’den sonra tekrar bir barışçı dönem. Tüm dönemler göz önüne alındığında barışçı inşa dönemi 15-20 yıl ya var ya da yoktur. Tüm sosyalizm deneyimlerini hesap edersek 20-30 seneyi geçmez.
İlkel komünal toplumu dışta tutarsak, köleci toplumdan günümüze kadar sürekli sömürücü sınıfların egemenliğinde buraya kadar gelinmiştir. Bu temelde biçimlenen, şekillenen kültürler varolagelmiştir.
Şu soru soruluyor? Sovyetler Birliği’nde 20 sene sosyalizm inşa ediliyor ve sonuçta yeniliyor. Bu nasıl oluyor?” Bizim bütün bu anlattıklarımız gözönünde tutulursa bu o kadar da anlaşılmaz değil. Çünkü sosyalizm henüz sonuçlanmış bir olay değildir. Dünya çapında sosyalizm bir olgu haline gelmeden, komünist toplumun yeni insanı tüm hedeflenen biçimde işlemeden sosyalizmi sonuçlanmış bir süreç olarak göremeyiz. Sosyalizm; iki sistem arasında bir ölüm kalım mücadelesidir. Sovyetler Birliği ve diğer devrimini yapmış ülkelerde olan bir iktidar değişikliğidir. Burada nihai kazanılmış bir zafer yoktur. Kimin kazanacağı belli değildir. Bu olgu gözardı edilmemelidir. Sosyalizmde insanın maddi koşulu değişse bile, eski toplumda edindikleri o korkunç alışkanlıklar, kafa yapısı bugünden yarına değişmiyor. Bu alışkanlıklar uzun süre devam ediyor. Örneğin, Türkiye’deki toplumun kültür yapısını ele alalım; kapitalizmin geliştiğini söylüyoruz, normal şartlarda feodal kültürün tasfiye olması lazım. Ama durum bu değil. Feodal kültür, feodal ilişkiler kırsal alanda, yalnız kırsal alanda değil, şehirlerde de önemli ölçüde varlığını koruyor. Daha uzun süre de varlığını koruyacağa benziyor.
Devrimden sonra Sovyetler Birliği’nde kitleler şunun bilincine vardılar;
Birlik olup örgütlendiklerinde Çarlığı yıkabilirler ve yıktılar.
Kendi iktidarlarını kurabilirler ve kurdular.
Sosyalizmi inşa edebiliriz dediler ve ettiler.
Biz tüm bu muazzam başarıları elde edenlerden, geriye dönüşü de engellemelerini, en azından farkına varmalarını bekliyoruz. Bu iş dışarıdan bakıldığı gibi o kadar da kolay değil.”
Bir diğer dinleyici de: “Sovyetler Birliği savaşta galip çıkıyor. Kızılordu var. Parti var. Tek bir kurşun atmadan revizyonistler iktidarı alıyor. Benim sorum bu.”
Divanın yanıtı özetle şöyleydi:
“İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği 20 milyon insanını kaybederek çok büyük kayıplar verdi. Bu savaşta komünistler en ön safta savaştılar. Bu savaşta parti en önemli, en deneyimli kadrolarını kaybetti. Parti ister istemez zayıflamıştı. 1945’lerde partide ve devlet kadroları içerisinde bürokrasi tekrar hortlamaya başlamıştı. Bu bürokratik gelişmeye Stalin’in de son defa katıldığı 19. Parti kongresinde dikkat çekilmiş, bizzat Stalin de konuşmasında önemli ölçüde bu bürokratik gelişme tehlikesine değinmişti. Kruşçev’in iktidara gelmesi de öyle kolay olmamıştır. Bir dizi komünisti öldürtmüş, etkisiz hale getirtmiştir. Kaldı ki revizyonistler; biz sosyalizmi yıkmak için geldik demiyorlar. Tam tersine, biz Marksist-leninistiz, sosyalizmin kazanımlarını biz ilerletip koruyacağız dediler. Sovyetler Birliği’nde halk yığınları bu revizyonistlerin gerçek yüzlerini görecek düzeyde bir ideolojik kültürel yapıya sahip değillerdi. SBKP içinde de bu revizyonist gelişmeyi gören çok az sayıda komünist olmuştur. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin tüm bu muazzam gelişmesine rağmen bir geri dönüş yaşanmışsa “Bu iş olmuyor!” diye düşünmek doğru değil. Bu bir ölüm kalım savaşıdır. Savaş bitmedi, şimdilik burjuvazi kazandı.
Gelen diğer sorulardan birisi şöyleydi: “Proleter kültür saf mıdır? Kendinden önceki kültürden ne alıyor, ne veriyor? Ya da onu bünyesinde ne kadar bulunduruyor?”
Divan bu soruya şöyle cevap verdi: “Proleter kültür yoktan var edilecek bir şey değildir. Ve sadece işçi sınıfının ortaya çıktığı andan itibaren yarattığı kültür değildir. İşçi sınıfının ortaya çıkışı kapitalizmin ortaya çıkışıyla başlamıştır ancak insanlık kendi tarih geçmişi içerisinde ilkel komünal toplumdan bugüne kadar varlığını sürdürmektedir ve biz proleter kültür derken sadece proletaryanın yarattığı bütün olumlu değerleri kastetmiyoruz insanlığın bugüne kadar yarattığı olumlu değerleri -kendi çağı içerisinde- proleter kültürün sahiplenmesi gerektiğini düşünüyoruz, insanlığın bu kültürü üzerinden proleter kültür insanı elde edilebilir. Kendi geçmişini reddeden bir proleter kültür olamaz. Yani bu anlamıyla sadece proletaryanın yarattığı kültür anlamında saf değildir.
Proleter kültür, işçi kültürü günümüz kapitalist toplumunda mümkün değildir. Bu ancak komünizmin en üst aşamasında bütün sınıfların ortadan kaldırıldığı, sömürücü ilişkilerin ortadan kaldırıldığı, baskısız bir toplumda ancak yeni tip insan ortaya çıkacaktır ve yeni kültür oluşacaktır. Bu kültürün en temel özelliği topluma yetenekleri ölçüsünde katarken, ihtiyacı oranında almasıdır. Bu kültürün nüveleri bugün o yeni kültürün savaşçıları arasında yaşanabilir, devrimcilerin arasında, devrimcileşen işçilerin arasında yaşanabiliyor. Sosyalizmde de nüveler halinde var olabilir.”
Yöneltilen bir başka soru: “Proletaryanın bir yerde her türlü milliyetçiliğe karşı olduğunu söylerken, diğer yandan ezilen ulus milliyetçiliğine olumlu baktığını söylediniz. Bu aynı zamanda Kürdistan’da örgütlü olan KDP, YNK gibi işbirlikçi örgütlere de olumlu bakıldığı anlamına gelmiyor mu? Kürdistan’daki gelişmelere bakıldığında pek de olumlu şeylerin söylenemeyeceği ortada. Bu anlayış aynı zamanda ülkede yaşayan işçi ve emekçi yığınları her gün biraz daha burjuva siyasetin yanına itmiyor mu? Ezilen ulusun mücadelesini genel proleter mücadelenin arkasına mı atmak gerek?”
Bu soruya divanın yanıtı: “Önce ezen ulus milliyetçiliğinin, ezilen ulusların haklarının gaspı üzerine kurulduğunun bilinmesi gerekir. Ezilen ulus milliyetçiliği bu hak gaspı sonucu doğan
, horlanmışlığa, ezilmişliğe karşı çıkan, yani kendi üzerinde milli baskıya karşı çıkan haklı bir yana sahiptir. Bu haklı yanı görmezlikten gelmek, ezen ulus şovenizminin yedeğine düşmektir.
KDP ve YNK’nın da bu baskıya karşı verdiği mücadelede haklı yanlar vardır. Aynı şekilde önceleri PKK, şimdi KADEK olan, bu örgüt de milliyetçi olmasına rağmen, ulusal baskıya karşı çıkan yanı bizim haklı bulup desteklediğimiz yanıdır. Olumlu yandan kastettiğimiz budur.
Sorunun böyle konulması milliyetçi örgütleri genel anlamda olumlu gördüğümüz anlamına gelmez. Bu milliyetçi örgütlere yaklaşımda devrimci örgütlerin büyük çoğunluğunda iki yön var; ya kökten reddetmek ya da sırt sıvazlamak. Bizim tavrımız bu değil. Doğru tavır; hataları eleştirmek, doğruları savunup daha da geliştirmek olmalıdır. En iyi dayanışma budur.
Ezilen ulustan işçi ve emekçilerin desteğini alabilmenin yolu ezen ulus şovenizmiyle tutarlı mücadeleden geçer. Bu proleter enternasyonalizminin olmazsa olmaz bir şartıdır.
Bugün Kürt ulusu aynı zamanda proletaryanın müttefiki konumundadır. Bizim destekleyeceğimiz hareketler, emperyalizmi bir bütün olarak hedefleyen devrimci milli hareketlerdir. Emperyalizmle uzlaşan, onun yedeğinde hareket eden hareketler bizim destekleyemeyeceğimiz hareketlerdir.” biçiminde oldu.
Divana yöneltilen bir başka soru: “Bugün de sportif ve kültürel faaliyetlerden yararlanılabilecek yerler var. Sosyalist sistem ile bugün arasında nasıl bir fark olacaktır?”
Divan bu soruya yanıt olarak: Bugün yeterli olmasa da kapitalist sistemde sportif ve kültürel faaliyetler, kreş vs. gibi toplumun faydalanabileceği yerler var. Bu alanlardan faydalanabilen insan sayısı maddi olanaksızlıklardan dolayı çok sınırlı. Bu olanaklardan hiç faydalanamayan çok insan var. Yanı kısaca parayı veren düdüğü çalıyor. Sosyalizmde bu olanaklardan herkes sonuna kadar yararlanacaktır. Sosyalizm, çocuk bakımı ve eğitimini toplumsallaştıracak, bu işi bilenlere verecektir. Sovyetler Birliği’nde ilk defa Çingenelerin alfabesi oluşturulmuş, onları topluma kazandırmak için sosyalist devlet bütün olanaklarını kullanmıştır. Bugün Türkiye’de toplumun % 20’si okur yazar değilken, Sovyetler Birliği’nde kısa zamanda toplumun hemen hepsi okur yazar hale getirilmiş, yüksekokul oranlarında büyük bir artış olmuştur. Ortak mutfak ve çamaşırhaneler kurulmuştur. Evlilik kurumu iki insanın sevgisine bağlanmış, 1940’lara gelindiğinde, bunun erkekler tarafından kötüye kullanıldığı görüldüğünde belli bir geri adım atılmıştır. Sanat ve edebiyatta 1920 ile 1930 arasında muazzam bir gelişme olmuş. Ama ne yazık ki, 1930’lu yıllarda bu alan resmi devlet yönlendirmesi ile daraltılmıştır.
Bir arkadaş, görüşlerini şu şekilde aktardı: “İşçi sınıfını üç noktada değerlendirebiliriz; birincisi kapitalizm koşullarında, ikincisi sosyalizm, üçüncüsü komünizm koşullarında. İşçi kültüründen bahsederken günümüzde kapitalizm koşullarında yaşanamaz, sosyalizmde nüveleri vardır, komünizm koşullarında kendini bulacaktır dediniz. Ama bence, işçi sınıfı kapitalizm koşullarında doğmuştur ve kapitalizmden bağımsız bir işçi kültüründen bahsetmek mümkün değildir. Kapitalizm koşullarında, işçi kültürünün tanımı nasıl olmalıdır? Sınıflararası mücadele nasıl olmalıdır? Mesela komünizmde sınıflar olmayacak ve işçi sınıfı da olmayacak, işçi emeğini satan kişi olmadığı koşullarda farklı bir kültüre sahip olacaktır. Bunu bugünden görmek zordur. Biz burada işçi kültüründen bahsederken bugünün koşullarını da değerlendirmemizde fayda vardır. Bir de şöyle bir eleştiri getirmek istiyorum. Güney Dergisi’nde Yılmaz Güney filmlerinin değerlendirmesini okuyorum. Proleter kültüre katkılarından dolayı saydığımız isimler feodal kültürden de oldukça etkilenmiş, onu idealize eden yönleri de var. Örneğin Yılmaz’ın Arkadaş filminde, Âzem idealist bir tiptir ama başlangıçta arkadaşıyla randevuevine gider, daha sonra ise arkadaşının eşine tokat atarak kocasını aldatmasına tepki gösterir. Orada belki bizim tepkilerimizi göstermiştir ama başlangıçta kendisinin arkadaşıyla randevuevine gitmesini normal saymıştır. Bence Yılmaz Güney feodal kültürü olumlamıştır orada. Biz idealize ettiğimiz zaman Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Yılmaz Güney gibi kişileri acaba olmaları gereken kültürden uzaklaştırmış olmuyor muyuz?”
Divandaki arkadaşlar bu konuda şu tavrı takındılar: “Biz işçi kültürünü, sadece kapitalizmdeki kültürü değil bir bütün olarak insanlığın kültürü olarak tanımladık. Yeni insanın kültürü olarak tanımladık. Neden buna işçi kültürü dedik? Çünkü, işçi sınıfı kendinden önceki sınıflarda olmayan ve tarihsel bir görevi olan, sömürü sistemini ortadan kaldıracak sınıftır. İşçi kültürünü sosyalist kültür olarak değerlendirdiğimizde, işçinin kendi kültürünü yaşayamadığını söyledik bugünkü sistemde. Çünkü, üretim ilişkileriyle olan bağıyla ve üretimdeki durumuyla toplumsal bir ilişki içerisindedir. Ama buna özgü bir kültüre sahip değildir. Toplu üretiyor, dayanışmacı olmak zorunda ve ürettiğinden pay alması lazım. Çünkü üreten kendisi ama bu toplumda bunu yapamıyor. Ve işçi sınıfı burjuvazinin kültürünün etkisinde kalıyor. İşçi sınıfı sömürüyü ortadan kaldıracak tek sınıf olduğu için proleter kültür ya da işçi kültürü diyoruz. İşte bu asıl kültürünü aldıktan sonra artık adı işçi kültürü olmayacak, yeni insanın kültürü olacak. Çünkü kendisini de ortadan kaldıracak. Yeni bir insan oluşacak. Bunu bugünden yaratabilecek birilerinin olması lazım, o da işçi sınıfıdır.
Yılmaz Güney’le ilgili olarak; biz burada saydığımız isimleri, Nâzım Hikmet olsun, Yaşar Kemal olsun, bir bütün olarak proleter kültür içinde yer aldıklarını söylemedik. Yarattıkları değerler içerisinde proleter kültür içinde sayabileceğimiz yanlarının olduğunu söyledik. Bu Yılmaz Güney açısından da Nâzım Hikmet açısından da böyledir. Geçen konferansımızda Nâzım’ı değerlendirdik ve bir dizi hatalarını ortaya koyduk. Yılmaz Güney’de de bunu yaptık. Arkadaş filmiyle ilgili olarak… Yılmaz Güney’in tarihsel gelişimine baktığımızda, ilk dönem mafyayla uğraşan, bireysel kahramanlıkları öne çıkaran bir dönemi olduğunu görüyoruz. Bu dönem eserlerinde ezene karşı bir başkaldırı olsa da bu başkaldırı toplumsal değil bireysel temeldedir. Yılmaz Güney’in bu filmindeki feodal öğeler 1975 yılındaki bir zaafı olabilir, bu eleştiriye katılıyoruz ancak o filme bütün olarak feodal gözüyle bakmak haksızlık olur. O film iyi niyetle yapılan, yozlaşmış kültürü teşhir eden, toplumu bilinçlendirmeyi hedefleyen, gençlerin bilinçlendirilmesi ve emekçi kitlelerle organik bağ kurulmasının önemini çok iyi işlemiştir. Ayrıca filmdeki Âzem tipi de o dönemin devrimcilerinin özelliklerine denk düşer. Biz ne o tipi ne de yılmaz Güney’i idealize etmeliyiz. Filmlerin bütününe bakarak olumlu yanlarını görmeliyiz.”
Bir katılımcı yeni insan ve işçi kültürü üzerine değerlendirmesini tartışma bölümünde sundu:
“Yeni insanı yaratmak bugünün işi değil midir? Bana göre, bu konferans bile yeni insanı yaratmanın bugünün işi olduğunun, bugünden yapılması gerektiğinin bir kanıtıdır. Sosyalist kültürü alamayan bir proletarya kendi iktidarını kurmaya ne kadar erişebilir? Eğer biz proleter kültürü yaratacaksak, bugünden bunun temellerini atmak zorundayız. Belki bu nüveler, tohumlar şeklinde olacaktır. Burjuva kültürü gibi feodalizmin bağrında yetişip boy vermeyecektir ama kendi içinde, proletaryanın örgütlülük çevresinde, sendikalarda, derneklerde, kültür merkezlerinde kendisine hayat bulmak zorundadır. Bu da duyarlı insanların çabalarıyla olacaktır. Sahanın dışında kalmamak, gücü oranında destek vermek gerekir.Yeni insanı yaratmak elbette bugünün işidir.”
Konuşmacı arkadaşlar konferansla ilgili şöyle bir değerlendirme yaptılar;
“Değerli arkadaşlar, bu yıl Adana’da geleneksel hale getirdiğimiz konferanslarımızın üçüncüsünü gerçekleştirdik. toplantımızda genel olarak işçi kültürü nedir, bugün bu konuda neler yapılabilir, tarihte atılan adımları inceledik. Soru-cevap bölümlerinde önemli sorular geldi. Bunlar;
– Fikir özgürlüğü sosyalizmde nasıl olacak?
– Sovyetler Birliği’ndeki devrimin yenilgiye uğraması ve bunun yalnızca bir deneyim olup olmadığı…
– Bugün işçi kültürünü geleceğin kültürü olarak tanımladık. Bugün bu mümkün değil midir?
Biz mümkün olduğunu söylüyoruz, mücadelenin kültürü olmalıdır diyoruz. Sadece bugün genel hale gelmesinin önünü açmalıyız ve bu kültürü yaygınlaştırmaya çalışmalıyız. Bunu yapmak mümkün olduğu için bugün bu konferansı yapıyoruz. Toplantıyı sonlandırırken bu sorunu çözdük, bitti demiyoruz. Buradaki tartışmaları hayata geçirdiğimiz, işçilere taşıdığımız ölçüde başarılı olmuş sayılacağız. diyoruz. Konferans öncesi duyuru konusundaki katkılarından dolayı Arkadaş Radyo’ya da teşekkürlerimizi iletiyoruz” dedikten sonra kültürel bölüme geçildi.
Bu bölümde bir kadın arkadaş “Komünistlerden Kadınlara Çağrı” adlı şiiri okudu. Zamanın yetersizliğinden dolayı müzik dinletisi yapılamadı.
Konferans öncesi karşılaştığımız olumsuzlukların daha sonra tekrarlanmaması için elimizden geleni yapmaya çalışacağız…