“Metal Fırtına” Ya da Antiemperyalizm Maskeli Türk Şovenisti Kampanya
Biri 1969 (Orkun Uçar), diğeri 1975 (Burak Turna) doğumlu henüz genç sayılabilecek iki yazar. Kısa biyografilerinde her ikisinin de medya sektöründe bir süre çalışmış oldukları bilgisi veriliyor.
Ortak Yazdıkları “Metal Fırtına” romanı anda Türkiye’nin üzerinde çok konuşulan başarılı romanlarından biri. Romanın dili, kurgusu yazarların “medya sektörü” denen sektöre bulaşmış olduklarının ipuçlarını veriyor. Kendinizi yürüyen savaşta savaşı, “iliştirilmiş röportajcı” olarak yaşayan tanıkların anlatımını izlermiş gibi, tv karşısında savaş izlermiş gibi hissediyorsunuz.
Roman aslında edebi değeri açısından hemen unutabileceğiniz bir ikinci sınıf ucuz roman. Buna rağmen (belki bunun için?) çok satıyor. Neden? Nedeni anlattığı öykü. Bu öykünün konjonktürü var anda. Öykü öz olarak antiemperyalizm maskesi altında, çok kaba bir antiamerikanizm öyküsü. Dünyaya egemen olmak için Türkiye’yi işgale kalkan ve her türlü savaş kuralını bir kenara koyan ABD’ye ve onun işbirlikçilerine karşı direnen Türkiye’nin öyküsü. Bu Türkiye sonunda tabii dünyayı tek başına ABD’ye bırakmak istemeyen, tehlikeyi gören Rusya-Çin-Fransa-Almanya ile ittifak içinde ABD işgaline son veriyor. Böylece Kızıl Elmacıların iyi Avrasya’sı kötü ABD’ye karşı kazanıyor. Bunda başrolü yakılıp yıkılmış da olsa kahraman Türkiye, en başta da tabii o Susurluk’ta ne menem bir şeyler oldukları ucundan birazcık da olsa görünen özel timler, özel ekipler üzerleniyor! Roman bu tavrıyla yalnızca Avrasya’nın değil, aynı zamanda “gri takım”ların, derin devletin, kahraman faşist it teşkilatının propagandası üzerine kurulu. Tabii denebilir ki, “Yahu canım eninde sonunda bir roman… Fazla ciddiye almamak gerek. İşte James Bond gibi bir şey!” Doğru da, bu James Bondlar neden “kurt” diye sormazlar mı insana. Ha bu James Bondlardan biri ABD’ye savaşın ne olduğunu göstermek için Washington’da bir atom bombası patlatıp ABD başkentini yerlebir ediveriyor. Oh olsun diyorsunuz, Anıtkabir’i yerlebir edenin biz de başkentini atomlarız alimallah! Ellerin dert görmesin kahraman özel gri tim kardeşim Gökhan! Keşke savaş bitmeden şu New York’u da toz ediverebilseydin. Neyse elbet onun da günü gelir. Bu manyak Amerikalı’ların bu kadar dersten sonra da akıllanacakları yok nasıl olsa.
Öykü mü?
Alman istihbaratı, ABD’nin Türkiye’yi işgal planlarını öğreniyor. Bu arada Türk düşmanı Ermenileri temizlemek için yurtdışındaki gizli Türk ajanlarına da bilgi uçuruyor. Onları yönlendiriyor. Bu temizleme işinde ajanımızın eline bir dosya geçiyor. ABD Türkiye’deki bor madenlerinin tek hakimi olmak için, Türkiye’yi işgal etme planlarına sahiptir. Ajanımız hemen Türkiye’ye dönüyor. Fakat Amerikancı çeteler devlet içine sızmıştır. Başka güvenlik birimlerini ele geçirmiştir. Bunlar bilgiyi hasıraltı ediyorlar. İki ay sonra olan oluyor. ABD işgal hareketi başlıyor.
Bu arada ABD’nin hain saldırısı karşısında kahramanca direnirken ölen bizimkilerin evlere şenlik öyküleri var. Ölürken gökte atlılar, atlılar görünüyor. Göğe uçup atlılara kavuşuyorlar filan.
“Uzakta uçakların geldiği yönde şimdi garip ışıklar belirmişti. Ona doğru yaklaşıyorlardı.
“Bizimkiler geliyor!” kelimeleri döküldü dudaklarından. Onları görüyorlardı. Yardımlarına geliyorlardı.
Bedenine yayılan sıcaklık içini ısıttı. Her tarafı siyah dumanlarla kaplanmıştı, hiç bir şey görmek mümkün değilken, onları görebiliyordu. Artık etrafta ne siper vardı, ne başka bir şey. Tam onu gördüğü anda bir ses duyuldu, dev bir patlama daha meydana geldi. Patlamanın şiddet ve ölüm dolu dalgaları İhsan paşaya yaklaşamadan, o da katılmıştı süvari alaylarına. Nereden gelip nereye gittikleri belirsiz atlılar. Nal sesleri ile toprağı titreten özgürlük savaşçıları… Hiç gitmemişlerdi belki de, Türk ulusunun özgürlüğünü savunmak ölümle sona eren bir görev değildi belli ki.” (s. 72)
Tabii bu muazzam gösteriyi görüp de ne olduğunu anlayamayan cahil ABD’li coniler nerdeyse altlarına ediyorlar korkudan:
“Tam o sırada askerlerin gözüne bir şey takıldı. Garip ışık huzmeleri gökten inip alanın üzerine doğru akmış ve sonrasında süzülerek uzaklaşmıştı. Amerikan askerleri neye uğradıklarını şaşırdılar. Bedenleri titremeye başladı. Sesler duyuyorlardı; bunun ne olduğunu anlayamadılar. Sanki koca bir atlı ordusu üzerlerine geliyordu. Işık huzmeleri bir anda yön değiştirip askerlerin üzerine doğru gelmeye başladı. Işık huzmelerine eşlik eden nal sesleri hepsini korkutmuştu. Ne yapacaklarını şaşırdıkları için sadece havaya ateş edebildiler. Bir an için gözleri korkunç bir ışık patlaması ile kör oldu ve sonra tekrar görebildiler. Dizlerinde derman kalmamıştı, hemen koşarak geri hatlara doğru koşmaya başladılar. (Edebiyatın şu ulvi yüceliğine bakın… koşarak… koşmaya başladılar! Buna ancak helal olsun aslanlar denir! / BN) Ne olduğunu bilmiyorlardı ama garip bir şeyler olduğuna şüphe yoktu, insanüstü şeyler.” (s. 73)
Aynen böyle! Cahil coniler anlamaz tabi bizimkilerin efsunlu olduğunu, hiç ölmediklerini, ölür görünüp diğer atlılara kavuşup birlikte Türk ulusunun özgürlüğünü savunmaya devam ettiklerini filan. Biz adamı çarparız valla abi!
Bu arada ABD’nin Türkiye’ye saldırdığını gören “iç hainler”, Kürtler yani Diyarbakır’da iktidarı ele geçirmeye kalkıyorlar. Kıbrıs’ta ise Rum muhafız gücü, Kuzey Kıbrıs’ta konuşlu Türk ordu güçlerine saldırıyor. Böylece hain düşmanlar çıkıyor ortaya. Ermeniler-Kürtler-Rumlar ve ABD! Türkiye AKP hükümetiyle, ordusuyla, özel güçleriyle kahramanca direniyor. Sivil halk ya korkup evine gizleniyor, ya içlerinden bazı kahramanlar (mesela bir kapkaççı kardeşimiz, vatanın elden gittiğini duyunca, hemen ilk askerlik şubesinin nerde olduğunu soruyor. Öyle ya bu vatan elden giderse, nerde yapacak kapkaçı?) hemen ordusunun yanında direniş saflarında yerini alıyor, kimileri de direniş değil barış istiyoruz filan diye yürümeye kalkıyor! Bu saftorik vatandaşlar hak ettiklerini buluyor. ABD bombaları onları acımasızca yok ediyor!
Savaş durumunda, daha önceleri iktidar için birbirlerini yediklerini bildiğimiz ordumuz ve hükümetimiz yek vücut oluyor. Aralarından su sızmıyor. Başbakanımız Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül işlerinin başında, ordumuzla tam uyum içinde hareket ediyorlar. Bir yandan savaşırken bir yandan diplomasi yürüyor. Dışişleri Bakanımızı ABD’de gözaltına almaya kalkıyorlar. Üzerine gelen birinin burnunu kırıveriyor canlı yayında.
Diplomasinin gereğini başbakanımız şöyle açıklıyor:
“Eğer bir kurtuluşumuz varsa yüzyıllarca Osmanlı’nın yıkılmamak için kullandığı şeyi kullanacağız: Diplomasi.”
Bakanlar ve askerler soru soran gözlerle bakmaya devam etmişlerdi. Hepsinin gözünde inanmazlık okunuyordu.
Başbakan devam etti. “Tarihi okumadınız mı? Ruslar Yeşilköye kadar geldiklerinde onları geri çektiren güç neydi? Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa üzerine gönderilen üç orduyu yenip Bursa’ya kadar geldiğinde onu geri çektiren güç neydi?
Birisi ileri atıldı. “Batılı devletler efendim, güçsüz bir Osmanlı’nın yıkılmamasını istediler. Çıkarlarına uyuyordu.”
“Tayyip Erdoğan “Evet” dedi. (Bence “Aferin, Hocam” demiştir. Öyle dedirtseydi yazarlarımız daha gerçekçi olurdu bence. Dostça bir düzeltme önerisi yapayım dedim yani. / BN) “Bu toprakların stratejik bir önemi var. Hiçbir güçlü ülke tek başına diğerinin buranın hakimi olmasını istemez.” (s.160)
Devamında, bir Ermeni’nin elinden o öldürülerek alınan ve Türkiye’nin bor için işgal edildiğini, borun dünya hegemonyası için ne kadar önemli olduğunu açıklayan dosya Türk hükümeti tarafından ABD dışındaki (ve tabii onunla birlikte hareket eden İngiltere dışındaki) “Güçlü Ülkelere” ulaştırılıyor. Bir yandan savaşırken bir yandan demokrasi yürüyor. Rusya-Çin-Fransa-Almanya ittifakı kuruluyor. Rusya Başkanı Putin ittifak adına sıkı pazarlıkçı başbakanımızla pazarlık yürütüyor:
“Putin “İyi akşamlar sayın başbakan” dedi Türkçe. Sonra Rusça devam etti. “Biliyorum benden daha erken bir yanıt bekliyordunuz, ama inanın öyle kolay olmuyor diğer ülkelerle ortak bir karara varabilmek.”
Tayyip Erdoğan Rusça tercüman aracılığıyla konuştu. “Dediğinizi iyi anlıyorum ama burada bir millet ve ülke yok ediliyor. Ve biliyorsunuz bizim yok oluşumuz sizinkini de getirecek.” (Burada da bir düzeltme önerisi getirmeden edemeyeceğim. Rusya başkanının açışta yaptığı Türkçe selamlamaya, aslında bizim başbakanın da açışta Rusça cevap vermesi diplomasi açısından çok nazik ve hoş olur, ayrıca güven ve dostluk sağlayıcı olur. Mesala “Drujba, tovarişi Putin” filan gibi başlar Recep Tayyip Erdoğan! / BN)
“Evet biliyoruz, yalnız tek başımıza hareket edemezdik. Nihayet Almanya, Fransa, Çin ortak bir tavır için sonuca gelmek üzereyiz. Yalnız sizden isteyeceğimiz bir şey var.”
Tayyip Erdoğan bir umut ışığı belirdiği için sevinmişti ama gelecek isteğin de yenir yutulur olmayacağının farkındaydı.
“Bu devletler girdikleri riske karşılık bor, toryum ve uranyumu işletecek ortak bir şirket kurulmasını ve her birine eşit yüzde verilmesini istiyorlar. Yani Almanya, Fransa, Çin, Türkiye ve Rusya ortak hisselere sahip olacak.”
Başbakan çeviri yapılırken sevinç çığlığı atmamak için kendini zor tuttu. Ama şimdi sakin olmak gerekirdi. ‘Eğer bana bu teklifi yapıyorlarsa işin önemini anladılar, harekete geçmeye karar verdiler demektir’ diye düşündü. Şimdi de ne alabilirsek, diyorlardı.
Putin sabırsızlıkla, “Evet Sayın Erdoğan,” dedi.
Tayyip Erdoğan blöfünü yaptı. “Hayır Putin, bu kadar büyük yüzdeler veremeyiz.” (Hey aslanım, pazarlıktaki dehaya bakın. Karşısındakini hemen altına alıveriyor. Putin “Sayın Erdoğan” derken, Recep Tayyip, aynı seviyede olmadıklarının mesajını veriyor. Sayını mayını bırakıp doğrudan “Putin” diyor ve ona o zor şartlarda bile haddini bildiriyor. Valla sayın yazarların bu kadar inceliklere bile dikkat etmiş olmaları onların bu işi ne kadar ciddiyetle yaptıklarını gösteren bir ipucu bence. Kasımpaşalı başbakanımız hemen tavrını koyuyor. Mahalle arasında sütçüye seslenir gibi “Hayır Putin” diyor. Pazarlık böyle yapılır işte. / BN)
Çevirmenin suratı asılınca hemen çevirmesi için işaret etti. “Siz de çok iyi biliyorsunuz ki böyle bir durumda ABD geri çekilmeyi kabul etse bile şirkette önemli bir yüzde isteyecektir. Ayrıca İngiltere de işin içine girecektir. Bu demektir ki Türkiye’nin hakkı iyice düşecek.”
Putin bu gelişmeleri tahmin edebiliyordu. “evet iyi bir durum değil. Ama sanırım başka seçim şansınız yok. En azından ülkeniz kurtulacak.”
Tayyip Erdoğan bir an düşündü. “Her zaman ikinci bir seçim vardır sayın başkan. (Bu sayın başkan lafını mutlaka ironik bir tonla söylemiştir. Bu ince ayrıntıyı yazarlarımızın belirtmemiş olması, herhalde unutkanlıktandır sanırım. / BN) Ülkemizin büyük bir kısmı yerle bir oldu. Ve sizler harekete geçmek için çok beklediniz. O minerale halkımızın ve ülkemin geleceği için ihtiyacımız var. Ve eğer geleceğimizi böyle ipotek altına alacaksanız belki de hiç direnmemeyi ve ABD’nin şartlarına tamamen teslim olmayı düşünebiliriz.”
Evet, bu bir bölftü. (Rus Türkün ölse de teslim olmayacağını bilse bu blöf tutmaz, ama Rus bilmez. Herkesi kendi gibi sanır! / BN) Bir ülke olarak intihar edemezlerdi, teslim olamazlardı ama böyle bir ihtimal karşısında ittifak çağrısı yaptıkları ülkelerin de gelecekleri kalmayacaktı.
Telefonun öbür ucunda Putin’in sert yüzü bir an dondu, sonra aniden gülümsedi.
“Çok sıkı pazarlıkçısınız Sayın Erdoğan sizin teklifiniz nedir?”
Başbakan rahatlayıp tuttuğu nefesi koyverdi. “Almanya, Fransa, Çin, ABD, İngiltere ve Rusya’ya kurulacak şirketten yüzde 5 hisse verilecek. Fakat bu karşılıksız olmayacak. Türkiye’nin yeniden imarı için belli yardımlar yapılacak. Örneğin Rusya’dan on yıl karşılıksız doğal gaz alabiliriz. Bu da Bor teknolojisi geliştiğinde hiçbir şey demektir.”
Putin tarafında bir süre sessizlik oldu. Nihayet “Kabul” diye Tayyip Erdoğan’ın o güne kadar duyduğu en güzel sözcük geldi.”
Bu sıkı pazarlık sonucu, Avrasya ittifakı Rusya, Çin, Fransa, Almanya, ABD’ye ya durursunuz ya bizle de savaşırsınız ültimatomu veriyor. Avrasya’nın bu tavrı karşısında Bush devriliyor. Rumsfeld barış görüşmelerine başlıyor! Savaş bitiyor!
Ha tabii bu arada, bu savaşın arkasında duran tekelin şefi (Adrian III. Lynam… ya Ermeni ya Rum ya da Yahudi kökenlidir mutlaka, yazarlarımız unutmuş kökenini belirtmeyi) Türk James Bond’u, Washington’u atomize eden ajanımız Gökhan tarafından, Alman haber alma ajansının yardımı ve yönlendirmesi ile kaçırılıyor ve kendi pisliği içinde ölüme mahkum ediliyor. Ne son ama! Biz Türkler hain tekel şeflerini de böyle yaparız. Yaparız alimallah!
Roman çok uzak bir geleceği değil, bundan 2 yıl sonrasını zaman olarak seçmiş. Romanda adı geçen bir çok siyasetçi (Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bush, Rumsfeld, Putin vb.) gerçek kişiler. Yani roman neredeyse “belgesel spekülasyon” denebilecek bir kurguya sahip. Fakat yaptığı spekülasyonun iler tutar tarafı yok. Kızılelmacıların Sevr paranoyasının postmodern romanı Metal Fırtınası.
Bir tek şeye hizmet edebilir:
Rum, Ermeni, Kürt düşmanlıklarını körüklemeye, anti emperyalist bir maske altında antiamerikancı Avrasyacılığın propagandasına, ırkçı Türk şovenizminin körüklenmesine.
Vereceğiniz paraya yazıktır.
Şadiye Uçkan