Lanetlenmiş bir halkın romanı: “Musa Dağ’da Kırk Gün”
TC’nin üstünde bir hayalet dolaşıyor: “Ermeni Soykırımı” hayaleti…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti her yılın Nisan ayında ve özellikle 24’üne yaklaştıkça büyük bir korkunun refleksiyle bas bas bağırıyor: “Ermeniler katliama uğramamıştır. Tam tersine Ermeniler Türkleri katletmişlerdir. Arşivler bunun belgeleri ile doludur.” TC’nin kendisi de bu yalana inanmış durumda. Kitleler bu konudan neredeyse bihaber ama “olsa olsa Ermeniler bizi katletmiştir, Türkler öyle şey yapmazlar.” tavrında.
Bu yılda tartışmalar alevlenerek devam etti, ediyor. Medya sürekli yeni linç kampanyaları üzerinden “Ermeni Soykırımı”nın olmadığını, en iyi halde bunun tarihçiler tarafından araştırılması gerektiğini savunuyor. Hatta devletin en üst makamları sayılan hükümet yetkilileri bile kendilerinden emin bir tavırla Ermenistan ile ortak bir komisyon kurularak “soykırımın araştırılmasını” önerdi. Tabi ki bunun ne kadar ciddiye alınacağını gerçekleşen olaylardan tahmin etmek güç değil. Örneğin “tarihçiler araştırsın” denilen “Ermeni Soykırımı” hakkında bir üniversitede “Ermeni Soykırımı” düzenlenmesi planlanmaktaydı. Ancak yine devletin en üst makamları tarafından bu konferansın düzenlenmesi “ihanet” olarak gösterildi. Üniversite profesörlerinin konuyu tartışmasına dahi izin verilmedi. Kimisi ülkenin “demokratik” sistemine zarar verdiği düşüncesi ile bu konferansın engellenmemesi gerektiğini savunurken, kimisi de konferansı “ihanet” olarak görmeye devam etti. Sonuç olarak konferans siyasi baskılar sonucunda belirsiz bir tarihe ertelendi. Sonuçta AB görüşmelerinin öngününde bu konferans yapıldı.
Bir başka olayda ise bu sefer “hain” Orhan Pamuk idi. Medyanın çoğu zaman yere göğe sığdıramadığı Orhan Pamuk “Türk Devletinin milyonlarca Kürdü ve Ermeniyi katlettiğini” söyledi. Orhan Pamuk “fikri yamuk” ilan edildi. Hatta “yaşadığı her günün ona haram edilmesi” fetvasını yayınlayan gerici-faşistler boy gösterdi.
Ve gündemde yaşanan son olay ise medyanın tüm köşelerini tutmuş olan liberalleri-gericileri-sahte demokratları elma şekeri bulmuş çocuk kadar sevindirdi. İletişim Yayınları, Nihat Genç’in Akşam gazetesindeki köşesinde Ermeni Konferansına katılacak olan aydınları işbirlikçi olarak suçlaması üzerine bu yazarı artık “taşıyamayacaklarını” açıkladı. Murat Belge İletişim Yayınları’nın bu kararında kendi payının olmadığını yazmasına rağmen, Konferansın düzenlenmesini “hainlik” olarak gösteren medya hemen İletişim Yayınlarını ve Murat Belge’yi “özgürlükçü sol” diye tanımlayarak “özgürlükçü sol sansürcü oldu” şeklinde yansıttı.
Tüm bu örnekleri “Ermeni Soykırımı”na ilişkin yaklaşımları göstermek amacıyla verdim. Ancak sözü fazla uzatmadan Nâzım Hikmet’ten ve onun Vatan Haini şiirinden korkan, haklı olarak kendi üzerlerine alan egemenleri, onların yardakçılarını korkutan başka kitabı tanıtacağım.
Musa Dağ’da Kırk Gün yazarı Franz Werfel’in baş yapıtı. Musa Dağı Antakya’da Suriye sınırında ve 1915 yılına kadar Ermenilerin yaşadığı yedi köyü bağrına basan, onları tehlikelerden koruyan bir dağ. Ermeniler 1915 yılına kadar burada zanaatçılık yaparak, Antakya’nın müslüman köyleri ile ticaret yaparak yaşıyorlardı. Ama Ermeniler için “1908 ve 1912’deki umutlu günler sona ermişti artık. İttihat, “Jön Türklerin İttihat ve Terakki Komitesi”, Ermeni halkını, sadece kendi amaçları doğrultusunda ve verdiği sözleri hemen çiğnemek için kullanmaktan başka bir şey yapmamıştı.”
1915 yılı birçok cephede Türklerle omuz omuza savaşmış, Enver Paşa’yı Rus cephesindeki yenilginin ardından kurtarmış olan Ermenilerin tüm ülkeden Arabistan çöllerine sürgün edilişlerinin yılı. Ermeniler daha önceki yıllarda da katliama uğramışlardı ama bu sefer sürgün ediliyorlardı.
“Katliam dört, beş, en kötü ihtimalle yedi gün sürerdi. Cesur olanlar için, her zaman, kolay lokma olmama olanağı vardı. Böyle zamanlarda kadın ve çocukların gizlenebileceği yerler çabucak bulunur, zıvanadan çıkmış askerlerin kana susamışlığı kısa süre sonra geçer, en canavar zaptiye bile daha sonra yaptıklarından tiksinirdi. Katliamları bizzat hükümet düzenliyor olmasına rağmen, hiçbir zaman resmen savunmamıştı… Bu alçaklığın en iyi yanı düzensizlik, en kötü sonucu da ölüm olmuştur. Oysa sürgün farklıydı! Öyle ki en vahşi ölüm bile, sürgünle kıyaslandığında kurtuluş sayılırdı. Her şeye rağmen insanların ve evlerin bir kısmını ayakta bırakan bir deprem gibi geçip gitmezdi sürgün. Son Ermeni kılıçtan geçirilesiye, yolda açlıktan, çöllerde susuzluktan ölesiye, kolera ve tifodan yok olasıya kadar sürecekti. Bu kez söz konusu olan, kuralsız keyfiyet, kamçılanmış kan dökücülük değil, çok daha dehşet verici bir şeydi: Düzen.”
Tüm genç erkekler cephededir. Onların da ellerinden silahları alınır ve cephe gerisinde yol yapımı işlerinde çalıştırırlar. Bu yüzden bir direnişin olması beklenmez.
“İnsan Rus olabilir, Türk olabilir, Hotanto ya da herhangi bir şey olabilir, fakat Ermeni olamaz. Ermeni olmak imkansızlıktır…” Ve Ermeni olmaktan başka bir “suçları” olmayan insanlar yekpare mermer bir devlet kurmak amacıyla soykırıma uğrarlar. “Kanlı, kader iplikleriyle dokunmuş yürüyen bir halı”ya dönüşürler yollarda. Güçlü erkekler yol yapımında çalıştırılmak üzere ayrılıyorlar. Kadınlar ya askerlerin ya da yol üzerinde Ermenilerin geçmesini bekleyen köylülerin tecavüzüne uğruyorlar, kimi genç kızlar evlerde çalıştırılmak üzere götürülüyorlar.
“Kimsenin çözemediği kader iplikleriyle dokunmuş bir halı. Ve o anne. Açlıktan ölmüş bebeğini günlerce sırtında taşıyan o kadın. En sonunda, kokuya dayanamadıkları için, kendi akrabaları zaptiyelere şikayet ediyorlar onu. Sonra Kemahlı anneler. Tanrıya kurban sunarmış gibi, gözleri ışıl ışıl, marşlar söyleyerek çocuklarını kayalıklardan Fırat’a atan o çıldırmış anneler.”
“Ve kıyamet gününün bu zavallı yargıçları Zeytun, Maraş, Antep ve Adana vilayetinden; kuzeyde Sivas civarı, Trabzon ve Erzurum’dan; doğuda, Harput, Kürtlerin yaşadığı Diyarbakır, Urfa ve Bitlis’ten geliyorlardı. Bu kafilelerin tümü Torosların ötesinde, Halep önlerine, sürünüp akan sonsuz bir insan halısı olarak birbirinin içine giriyordu.” Fakat henüz ”Musa Dağ’da her şey sakindi. Koca dağ, yakınlarından akıp giden korkunç göçü görmüyor gibiydi.” Fakat dediğim gibi, henüz…
Musa Dağ’ın çocuklarına sıra en son gelir. Osmanlı’nın eski bir subayı olan Gabriel Bagratyan ne olduğunu bile anlayamadan kendisinin atalarının yaşadığı köyde, Yoğunoluk’ta bulur. Halkını sonradan tanıma fırsatı bulan bu Paris’li adam sıranın onlara da geleceğini bilmektedir. Bu yüzden, zengin tüccar bir aileden gelen ve ailenin tek varisi olan bu Ermeni hazırlıklara başlar. Amacı yıllarca zulme uğramış, katledilmiş halkının ilk kez onuruyla savaşmasıdır. Ve sürgün emri gelmeden, tüm Ermeni köylüleri ile büyük bir toplantı yapılır. Artık “dönüşü olmayan” ölüme savaşarak gidilecektir. Karar alınır, küçük bir azınlık sürgünü kabul eder.
Musa Dağ çocuklarına kucağını açar. Onları düşmandan korumaya hazırdır. Güçsüz, her şeyi kabul etmeye hazır, cesaretsiz ve zengin Ermeniler ölülerinin, ırzına geçilmiş kadınlarının, kırılmış onurlarının öcünü almak için hazır beklemeye başlarlar.
Buradan sonrasını bilmek için bu kitabı okumak zorundayız.
Musa Dağ’da Kırk Gün birçok dünya diline çevrilmiş ve filmi yapılmış bir roman.
Romanda insanların kişilikleri en ince ayrıntılarına kadar anlatılmış. Tüm mimikler, hareketler çözümlenmiş. Gabriel’i ve eşi Juliette’i odanızda oturup konuşurlarken seyredebilirsiniz.
Roman tarihi belgeleri ve anlatımları büyük bir ustalıkla işlemektedir. Bazı anlatımlarda Türklere haksızlık yapıldığı veya Ermenilerin diğer ırklardan üstün olduğunun savunulduğu düşünülebilir. Ancak Türkler ve beraberinde Kürtler tarafından katliamlara uğramış, sayısız acılar yaşamış, aşağılanmış bir ulusun kendisini yok etmeye çalışan uluslar hakkında iyimser düşünmesi beklenemezdi.
Kaldı ki roman bir çok bölümde Ermenilerin isteği olarak sadece rahat bırakılmayı ve kendi halinde yaşamayı gösteriyor. Ve kitap nasıl okunursa okunsun Ermeni ulusunun acılarını ve yapılan soykırımı gözler önüne serebiliyor.
Musa Dağ’da Kırk Gün Franz Werfel’in 1929 yılında Suriye ve Antakya’yı dolaşmasından sonra 1932-1933 yılları arasında yazılmış. Franz Werfel 1933 yılında tam da faşist Nazi Partisinin yükselişi sırasında Almanya’da kitabının tanıtımı için konferanslar verdi. Bu konferanslarda 1. bölümün 5. başlığını konferans metni olarak tercih etti. Bu bölümde Enver Paşa ile onu sürgün kararından vazgeçirmeye çalışan Papaz Johannes Lepsius arasında geçen konuşma veriliyor.
Zengin bir Yahudi ailenin oğlu olan Werfel’in diğer kitapları: “Küçük Burjuvanın Ölümü”, “Bernadette’in Şarkısı”, “Verdi/Operanın Romanı”, “Katil Değil Ölen Suçlu”, “Jeremias. Sesi İşit!”, “Jocobowsky ve Albay”, “Doğmamışların Yıldızı”.
Werfel’in Musa Dağ’da Kırk Gün isimli kitabını okuyun!
SÜHEYLA DEMİR