“Nazım Hikmet” Konferansları Başarıyla Gerçekleştirildi
Güney dergisinin artık gelenekselleşen yıllık konferanslar dizisinin beşincisi bu yıl iki kentte, İstanbul ve Adana’da başarıyla gerçekleştirildi.
Güney konferanslar dizisinin bu yılki konusu “Nazım Hikmet” idi. Nâzım Hikmet, 100. doğum yıldönümü vesilesiyle UNESCO’nun 2002 yılını “Nâzım Hikmet Yılı” ilan etmesiyle de tüm dünyada ve tabii ki onun “memleketi” Türkiye’de değişik kesimlerce çeşitli etkinliklerle anıldı. Türkiye’deki anmalarda özellikle devletin içinde bir kesimin Nâzım Hikmet’i sahiplenme çabaları dikkati çekiyordu – tabii ki içini boşaltarak! Bu konuyu bir önceki sayımızda yayınladığımız Nâzım Hikmet dosyamızda ele almış ve eklemiştik: “Nâzım Hikmet’in 100. doğum yılında, kuşkusuz onun gerçek dostlarının, onun mücadelesini verdiği yeni bir dünya için mücadele edenlerin de diyecekleri var.”
Evet, kültür cephesinde işçi sınıfının davasının savunucusu olan Güney dergisi, proletaryanın en büyük sanatçılarından biri olan Nâzım Hikmet konusunda tavırsız ve sessiz kalamazdı, kalmadı da. Güney dergisi belki de Nâzım Hikmet bağlamında en zor ama en önemli görevlerden birini, Nâzım Hikmet’in genel değerlendirmesi görevini önüne koydu ve bu konudaki ilk temel tezlerini kamuoyuna sundu. Nâzım Hikmet konferanslarının da temelini oluşturan bu tezler, konferanslardan önce, Güney dergisinin Temmuz/Ağustos/Eylül 2002 tarihli 21. sayısında yayınlandı.
İSTANBUL
Konferansların ilki İstanbul’da gerçekleştirildi. Konferansın başında, kısa süre önce, 5 Ekim’de kaybettiğimiz değerli devrimci yayıncı, İnter Yayınları sahibi Ali Yavuz Çengeloğlu’nun; halen devam etmekte olan ölüm oruçlarında yaşamını yitiren devrimcilerin ve dünyada ve Türkiye’de devrim mücadelesinde düşen devrimci sanatçıların ve savaşçıların anısına bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Saygı duruşundan sonra, konferansa katılamayan Güney dergisi sorumlu yazıişleri müdürü İlyas Emir’in ve 78’liler Birliği Vakfı’nın mesajları okundu.
Konferans sunusu iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde Nâzım Hikmet’in yaşamı ve mücadelesi anlatıldı. Nâzım Hikmet’in biyografisini sunan arkadaş, Nâzım Hikmet’in küçük yaşlarda şiir yazmaya başlamasından başlayarak, genç yaşlarda Spartakistlerle tanışmasını; Sovyetler Birliği’nde komünist olmaya karar vermesini ve KUTV’da eğitim almasını; orada yenilikçi fütürist ve konstrüktivist sanat eserleriyle tanışmasını ve onlardan etkilenmesini; TKP içinde aktif olarak yer almasını ve bir alternatif TKP kurulmasında önemli rol oynamasını; 13 yıllık hapislik döneminden sonra tekrar Sovyetler Birliği’ne gitmesini ve hayatının sonuna kadar komünizm davasına inancını yitirmeden uluslararası mücadelenin içinde yer almasını canlı bir biçimde anlattı. Nâzım Hikmet’in yaşamı ve mücadelesi anlatılırken, bir yandan da içinde bulunduğu, siyasi ve sanatsal gelişmesinde etkilendiği tarihi ve siyasi koşullar da önemleri ölçüsünde anlatıldı. Nâzım Hikmet’in genel değerlendirmesinden önce böyle bir bölümün yer alması özellikle önemliydi, çünkü Nâzım’ın erdemleri ve hataları ancak bütünlüklü bir yaklaşımla koşulları içinde ele alındığında anlaşılabilir ve Nâzım ancak bu şekilde doğru değerlendirilebilir.
İkinci bölümde ise daha önce Güney dergisinde yayınlanmış olan tezler temelinde Nâzım Hikmet’in genel değerlendirmesi yapıldı. Bu genel değerlendirmeyi sunan arkadaş herşeyden önce Nâzım Hikmet’in sanata komünistçe yaklaştığına, yani sanatı sınıf mücadelesinde önemli bir silah olarak gördüğüne ve bu anlamda açıkça proletaryanın saflarında yer aldığına vurgu yaptı. Bu bölümdeki anlatımdan Nâzım Hikmet’in komünizmi bir şair romantizmiyle değil, tam tersine sınıf bakış açısıyla bakarak bilinçli olarak seçtiği; komünist saflarda yerini alarak sanatını bilinçli olarak komünizmin, yani ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluş mücadelesinin hizmetine soktuğu açıkça anlaşılıyordu. Ortaya çıkan diğer bir olgu da şu idi: Nâzım Hikmet’in sanatını siyasetinden, siyasetini sanatından ayırmak mümkün değildir. Sunucu arkadaşın anlatımında altını çizdiği bir başka çok önemli nokta da, Nâzım Hikmet’in pratikte komünizme katkılarının son derece büyük olduğu idi. Anlatılanların da gösterdiği gibi, Nâzım Hikmet komünizmi şiirleştirmekle, edebileştirmekle ve bu anlamda sonsuzlaştırmakla kalmamış, o sadece genel propagandayla yetinmemiş; aynı zamanda bizzat parti içinde örgütlenmiş ve insanları parti içinde örgütlenmeye çağırmış olan bir sanatçıdır. O hem kendi zamanında hem de günümüzde binlerce insanın devrimci ve sosyalist fikirlerle tanışmasında adeta bir köprü rolü oynamıştır ve oynamaya devam ediyor. Nâzım Hikmet’in bütünlüklü değerlendirmesinde öne çıkan yan budur, yani onun komünizme bağlılığı ve sanatını bilinçli olarak bu yönde kullanmasıdır.
Sunucu arkadaş bir yandan Nâzım Hikmet’in bu olumlu yanına vurgu yaparken, diğer yandan onun bu olumlu yanına gölge düşüren kimi hatalarına da dikkat çekti. Türkiye’de iç ulusal sorunun en önemli iki konusunda, Ermeni sorunu ve Kürt sorunu bağlamında Nâzım Hikmet, o dönemde üyesi olduğu TKP ile aynı pozisyonda durarak, bu sorunların önemini görmeyerek önemli bir yanlışa düşmüştür. Yine o, yaşamının sonuna kadar bağlı kaldığı Sovyetler Birliği’nde 50’li yılların ortasından itibaren, SBKP’nin 20. Parti Kongresiyle birlikte iktidara gelenin modern revizyonizm olduğunu görememiş, kişiye tapmaya karşı mücadele adı altında Marksizm-Leninizme yönelen saldırıyı Marksizm-Leninizmin zaferi olarak selamlamıştır. Bunlar Nâzım Hikmet’in siyasi alanda en önemli hatalarını oluşturuyor. Bunlar Nâzım Hikmet’in komünist siyasi kişiliğine gölge düşüren önemli hatalar olmasına rağmen, bütünlük içinde ele alındığında Nâzım Hikmet’in genel kişiliğini belirleyen hatalar değildir.
Anlayış soruları cevaplandıktan sonra yemek arası verildi. Yemek arasında bir Nâzım Hikmet video belgeseli gösterildi. Ardından tartışma bölümüne geçildi.
Tartışma bölümünde yoğunlaşılan en önemli konu, Nâzım Hikmet’in içine düştüğü siyasi yanlışları ve bundan çıkarılması gereken sonuçlar oldu. Böylece Nâzım Hikmet’in hatalarının tarihsel ve siyasal arkaplanı, o dönemin Kemalist Türkiye’si, o dönemin TKP’si, Sovyetler Birliği ve Komintern’i ve birçok şahıs ve olay üzerine yoğun tartışmalar yürütüldü.
Tartışma bölümünde ilk söz alanlardan birisi, ölüm orucunda yaşamını yitiren Zehra ve Canan Kulaksız kardeşlerin babası Ahmet Kulaksız oldu. Ahmet Kulaksız konuşmasında Güney dergisini selamladıktan ve böyle bir konferansı gerçekleştirdiği için kutladıktan sonra, kimi eleştirilerde de bulundu. Ahmet Kulaksız’ın eleştirdiği bir nokta, 78’liler Vakfı’nın mesajının okunmasıydı, çünkü arkadaşın değerlendirmesine göre, mücadelenin içinde yer almayan, yenilginin siyasetini yapan böyle bir kurumun mesajını, büyük komünist sanatçı olan Nâzım Hikmet’in toplantısında okumak yanlıştı. Arkadaşın bu eleştirisine takındığı tavırda divan bu eleştiriye katılmadığını, ilke olarak karşıdevrimci olarak değerlendirilmeyen her kurumun mesajının okunabileceğini belirtti. Ahmet Kulaksız konuşmasını esas olarak devrimci mücadelede fedanın önemine ayırdı, Türkiye’de Şeyh Bedrettin’lerden günümüze uzanan bir feda geleneğinin olduğunu ve bu konuda divanı, çok fedakârlıklar yapmış olan, açlık grevinde de yatmış ve hayatını halkı için feda etmiş olan Nâzım Hikmet’in bu yanına değinmemekle eleştirdi. Bu konuda divan takındığı tavırda, elbette devrimcilerin insanlığın kurtuluş mücadelesinde ölümü de göze alarak mücadele ettiklerini, gerektiğinde yaşamlarını vermekten çekinmeyeceklerini, ama diğer taraftan da, insan yaşamının en değerli şey olduğunu, sosyalistlerin, devrimcilerin mücadelesinin merkezinde insan yaşamı durduğunu, görevin ölümü yüceltmek değil yaşamı yüceltmek olduğunu savundu ve konuya Nâzım’ın da böyle yaklaştığını onun “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” şiirini okuyarak gösterdiler. O şiirinde Nâzım “… sallansaydım ipin ucunda / bir bayrak gibi keşke / demeyeceksin / yaşamakta ayak direyeceksin…” diyor. Ve aynı şiirin devamında “…düşmana inat / bir gün fazla yaşamak”tan bahsediyor.
Şair Hasan Erkul konuşmasında, Nâzım Hikmet’i şiiri üzerinden tanımlamanın doğru olacağını, onu sadece komünistlere aitmiş gibi göstermenin doğru olmadığını, Nâzım Hikmet’in de, Che örneğinde olduğu gibi kendini burjuvaziye de kabul ettirerek evrenselleştiğini, bu anlamda onu daraltarak savunmanın doğru olmadığını savundu. Başka konuşmalarda da Güney dergisinin “Nâzım Hikmet bizimdir, yani komünistlerindir” savunusuna tepki gösterilerek, “hayır, o evrenseldir, herkesindir” görüşü savunuldu. Nâzım Hikmet’in evrenselliği ve herkese ait olduğu ve onu sadece komünistlere ait olarak daraltmanın yanlış olduğu görüşlerine karşılık divan verdiği cevapta şu tavırları takındı:
Nâzım Hikmet’in eseri evrenseldir. Çünkü Nâzım Hikmet’in şiirleri bugün dünyanın her yerinde birçok dilden okunmaktadır. Onun eseri evrenseldir, çünkü o sadece kendi ülkesi ile ilgili değil, dünyanın birçok ülkesi ile ilgili eserler yazmıştır, dünya emekçilerinin ve ezilenlerinin konularını ele alan eserler yazmıştır. Bu anlamda Nâzım Hikmet sadece Türkiye proletaryasının ve ezilenlerinin şairi değil, tüm dünya ezilenlerinin de şairidir aynı zamanda. Nâzım Hikmet’in evrenselliği, dünya çapında tanınmışlığı ve sevilmişliği, burjuvazinin de onu sahiplenmek istemesine neden oluyor. Fakat burjuvazinin Nâzım Hikmet’i olduğu gibi sahiplenmesi mümkün değildir, çünkü Nâzım’ın tüm eseri burjuvaziye karşı yazılmıştır. Dolayısıyla burjuvazi onu çarpıtarak, içini boşaltarak, milliyetçi amaçları için sahiplenmek isteyecektir. Buna izin verilmesi mümkün değildir. Elbette komünist olmayanlar da Nâzım Hikmet’i severek okuyabilirler, ama bu Nâzım Hikmet’in herkese ait olduğu anlamına gelmez. Bir komünist şair olarak Nâzım Hikmet bugün de komünist hareketin şairidir. Biz bu anlamda “Sevdalınız Komünisttir. Nâzım Hikmet Bizimdir!” diyoruz.
Bazı konuşmacılar, Nâzım Hikmet’in komünist olarak değerlendirilmesi ile TKP’nin reformist ve uzlaşmacı değerlendirilmesi arasında bir tutarsızlık olduğunu savundular. Bu arkadaşlara tavır takınan divan, kendine komünist diyen fakat genel değerlendirmede komünist olarak değerlendirilmeyen partilerde de komünistlerin olabileceğini savundu. Ayrıca şair özelliği öne çıkan Nâzım Hikmet ile partinin ideolojik-siyasi çizgisinin belirlenmesinde belirleyici rol oynayan Şefik Hüsnü’nün aynı şekilde değerlendirilemeyeceğini savundu.
Tartışmalara katılan bazı arkadaşlar Nâzım Hikmet’in hataları üzerinde fazla durulduğu, bazı arkadaşlar da siyasal konular üzerinde fazla durulduğu eleştirisini getirdiler. Divan takındığı tavırda, Nâzım Hikmet’in hatalarının bütünlüklü değerlendirme içerisinde tali olduğunu, esas olanın onun komünist değerlendirmesi olduğunu, fakat hatalarının dile getirilmesinin de önemli olduğunu, hatalı olduğu konuların bugün hâlâ güncelliğini korumaya devam ettiğini, bu hatalardan öğrenmemizin önemli olduğunu savundu. Hatalar üzerine tartışmanın öne çıkması bir yanıyla doğaldı, çünkü Nâzım Hikmet’in komünist değerlendirilmesiyle fazla kimsenin bir sorunu yoktu –yalnızca bir konuşmacı Nâzım Hikmet’in hatalarının ağır olduğunu, hayatının son döneminde revizyonistlerin saflarına geçmesiyle de komünist olarak değerlendirilemeyeceğini, fakat ne olarak değerlendirileceği konusunda kendisinin de bir fikri olmadığını ifade etti–, fakat Nâzım Hikmet’in hataları var mıydı, varsa bunlar neydi, bu hatalara bizlerin yaklaşımı ne olmalıdır konusunda birçok arkadaş net değildi. Bu tartışmalar bu konularda biraz daha netleşmeye katkıda bulunsa da, bu konularda daha fazla netleşmeye ihtiyaç olduğu da savunulan noktalardan biriydi.
Siyasi konular üzerine fazla yoğunlaşılmasını da divan anlaşılır olarak değerlendirdi, çünkü gerçekten de Nâzım Hikmet’in siyasi kişiliğini onun sanatçı kişiliğinden ayırmak mümkün değildir. Onun bütün sanatsal eseri siyasal dünya görüşü ile doludur, onun içinde yaşadığı, mücadele verdiği ve eserlerini yarattığı ortam dünya tarihinin en çalkantılı dönemlerinden biriydi, bu nedenle Nâzım Hikmet’i değerlendirmek, Kemalizmden ve Kurtuluş Savaşından bağımsız, TKP’den bağımsız, Bolşevik devrimden ve Sovyet Rusya’dan, Lenin’den, Stalin’den bağımsız, İkinci Dünya Savaşından bağımsız, revizyonizmden bağımsız vb. mümkün değildir.
Bütün burada özetleyerek aktardığımız konular dışında daha birçok konuda arkadaşlar söz alıp konuştular. Katılımcıların çoğunluğunun gençlerden ve özellikle genç kadınlardan oluşması sevindiriciydi. Özellikle sonlara doğru birçok genç arkadaş söz alıp konuştu.
Konferansın son kısmında tiyatro, müzik ve şiirden oluşan kültürel bölüm vardı. Ağırlığı genç erkek ve kadın işçilerden oluşan amatör tiyatro topluluğu, Nâzım Hikmet’in “Şeyh Bedrettin Destanı”nı oynadılar. Oyun büyük ilgiyle izlendi ve çok beğenildi. Tiyatrodan sonra birkaç şiir okundu ve arkasından da müzik grubu Nâzım Hikmet’in şiirlerinden de oluşan müzik parçalarını çalıp söylediler. Müzik dinletisi de büyük beğeniyle karşılandı.
Bu yılki konferans da zengin tartışmalarıyla ve kültürel bölümüyle başarılı bir şekilde gerçekleştirildi.
ADANA
Sanatçı ve siyasetçi olarak Nâzım Hikmet konulu kültür konferansı 10 Kasım 2002 tarihinde Adana’da yapıldı.
Konferansımız Güney dergisi adına yapılan bir açış konuşması ile başladı. Divan konferansa katılan tüm arkadaşları Güney adına selamladıktan sonra, ölüm orucundan bugüne kadar yitirdiğimiz onlarca devrimcinin anısına ve tüm dünyada devrim mücadelesinde düşenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşuna çağırdı. Saygı duruşunun ardından, gidişat hakkında bilgi verildi. Konferansımız, Nâzım Hikmet’in doğumundan ölümüne kadar biyografisinin anlatılmasıyla başladı. Daha sonra tezler ve gerekçeler bölümü özetlendi.
Sunu bölümünün ardından sorular ve bu sorulara cevap bölümüne geçildi.
— Birinci soru: “Güneyci arkadaşlarım Nâzım’ı anlatırken, onun birçok yer ve zamanda, eksiklikleri ve hataları olduğunu söylediler. Bu hata ve eksiklikler Nâzım’da sanatçı ruhuyla mı yoksa devrimci yanıyla mı ilgiliydi? Bir açıklama yaparlarsa kendilerine teşekür ederim.”
— İkinci soru bir edebiyat öğretmeni arkadaştandı: “Nâzım Hikmet’in ilk gençlik yıllarındaki, aile çevresindeki ve ülke koşullarındaki milliyetçi yaklaşımlarını ve tüm Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşları, şehit sayısı vurgusu yapmasını normal karşılamamız gerekiyor. O koşullarda yetişmiş birisi. Ancak daha sonrası için Nâzım Hikmet’in şovenizme kayan yönleri olduğu iddia edildi. Bu konuda kanıt vermenizi rica ediyorum.”
— Bir diğer soru şöyleydi: “Nâzım Hikmet’in Stalin’e karşı tavır aldığını biliyorum. Onun Stalin’e karşı bu tavrının sebepleri ve Stalin cephesi ile ilgili yorumunuzu alabilir miyim?”
— Bir diğer soru ise; “Yasal TKP’nin dışında, muhalefet olarak TKP’yi kurmasının nedeni neydi? TKP’ yi beğenmiyordu da, niçin başta TKP üyesi oldu?”
Bu soruların ardından Güney adına şu tavırlar takınıldı:
“Birinci soru ile ilgili olarak şunu bir kez daha vurgulamak istiyoruz: Biz Nâzım Hikmet’in hem devrimci harekete, hem de sosyalizm mücadelesine olan katkılarını tezlerimizde ön plana çıkarmaya çalıştık. Bunun altını burda tekrar çizmek istiyoruz. Fakat bunun yanında biz Nâzım Hikmet’in hatalarından da bahsettik. Bu alışılmadık bir şey. Nâzım Hikmet’in başka değerlendirmelerine baktığımızda, ya çok övülür, göklere çıkarılır, ya da yerilir. Yerilme işi özellikle devlet kesimleri tarafından yapılır.
Fakat hem onun olumlu yanlarını ön plana çıkaran, ona sahip çıkan, bunu yaparken, Nâzım Hikmet’in hatalı yanlarını da eleştiren bir yaklaşıma pek rastlayamıyoruz. Bunu Güney dergisi yapıyor. İstanbul konferansında da bize gelen tepkiler; “Bu kadar olumlu işler yapmış bu insanın, bu hatalarından bahsedilmese olmaz mı? Niye bu hatalarının üzerinde bu kadar duruyorsunuz?” şeklinde ifade edildi.
Bizim Nâzım Hikmet’in hatalarını ortaya koymamızın en esaslı nedeni, bu noktalarda ders çıkararak yolumuza devam etmek, hatalardan öğrenmektir.
Yine bu hata ve eksiklikler bağlamında şunu göz önünde tutmamız gerekir; Nâzım Hikmet kendi döneminde en ileri gördüğü hareketin içinde yer almıştır. Başka seçeneği de yoktur. TKP’den daha ilerisi o dönem yoktur.
Nâzım Hikmet’in tezlerimizde ortaya koyduğumuz iki temel alandaki önemli hataları, o dönemin koşulları ve TKP’nin o dönemdeki siyasi çizgisiyle birebir ilintilidir. Nâzım Hikmet o dönemdeki TKP’den daha farklı, daha yanlış, daha eksik şeyler savunmamıştır. TKP neyi savunmuşsa o da onu savunmuştur. Bu anlamda TKP’nin hatalarına ortak olmuştur.
Biz yine değerlendirmemizde şuna dikkat çektik: TKP bir siyasi parti, Nâzım Hikmet bir şairdir, sanatçıdır; bu yanıyla ön plana çıkan bir insandır. Dolayısıyla Nâzım Hikmet’i değerlendirdiğimizde buna dikkat etmemiz gerekir. Nâzım Hikmet TKP’nin çizgisini hiçbir dönem belirlememiştir. Nâzım Hikmet, komünizm mücadelesine, devrim mücadelesine, sanatıyla, sanatsal yeteneğiyle katkıda bulunabileceğini kavramış ve bu yönde en büyük katkılarını yapmış komünist bir şairdir, sanatçıdır. Bu anlamda onun siyasi hatalarını eleştirirken ve ortaya koyarken bunu gözönünde tutmamız gerekiyor.
Nâzım Hikmet’in en önemli hatalarından biri 1956’da yapılan SBKP 20. Parti Kongresinde hakim olan revizyonizme karşı takındığı tavır bağıntısındadır. Bu dönem Nâzım Hikmet’in objektif olarak revizyonizmin safında yer almış olması da dönemin dünya komünist hareketinin hatalarından bağımsız değildir. 1963’lerden sonra revizyonizme bayrak açan ÇKP ve AEP’nin tavrı da 1956’da SBKP’nin 20. Parti Kongresini öven, alkışlayan bir tavırdı. Nâzım Hikmet 1963’te öldüğünde revizyonizme karşı mücadele daha derinleşmemişti. Bu anlamda da bu mücadeleye ilişkin tavrının ne olduğu konusunda kesin konuşmak doğru değildir.
Bir de bizim şovenizm eleştirisine bir arkadaşın itirazı üzerinde durmak gerekiyor. Şovenizm tabii ki ağır bir suçlama. Şovenizm; ezen bir ulusun milliyetçiliğini yapmak, ezen bir ulusun, ezilen ulusun ezilmesini onaylaması, alkışlaması anlamına gelen bir milliyetçiliktir. Şovenizm bizim kesinkes haklı bir yanı olmayan karşı çıktığımız bir milliyetçiliktir. Ezilen ulus milliyetçiliğinin ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadelesinde ulusal baskıya karşı çıkan haklı ve ilerici bir yanı vardır. Bu anlamda da ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında bir ayrım yapıyoruz.
Nâzım Hikmet’te açıktan şovenizmi savunan bir tavır yoktur. Fakat genel tavrı içerisinde bu konumdadır. Nâzım Hikmet bütün dünyadaki ulusal kurtuluş mücadelelerine (Hindistan’da, İspanya’da vs.) tavır takınırken, enternasyonalizmin en güzel örneklerini yansıtırken, ta Japonya’daki atom bombasından etkilenen çocuklar üzerine şiirler yazarken, bunun güzel örneklerini verirken kendi ülkesinde sorunu atlıyor. Bu bağlamda Kürt isyanlarının emperyalizmle ilişkileri sorgulanmalı, sorgulanabilir ve fakat komünistler bu hareketlerde ulusal baskıya karşı olan yanı kesinkes destekler ve ezen ulusun milliyetçi şoven baskılarına karşı kesinkes tavır alır. Bu hareketin arkasında emperyalizmin parmağı var gerekçesiyle ezilen bir ulusun ezilmesini onaylamayız, sessiz kalamayız. Eğer ezilen ulusun mücadelesi emperyalizmin güdümünde, onun yedeği olarak gelişiyorsa, biz bu hareketi eleştiririz, desteklemeyiz ve fakat bastırılmasını da asla savunmayız. Maalesef, ne Nâzım Hikmet ne de TKP bu gerekli tavrı takınmamıştır. Komintern de, SBKP de o dönem aynı hataya düşmüşlerdir.
Kürt isyanlarına karşı, Komintern ve SBKP’nin yaklaşımı şöyle: Onlara göre; bir yanda ilerici ve emperyalizme karşı tavır almış bir kemalist iktidar var, diğer tarafta ise, gerici, şeriatçi, emperyalizmin desteğinde Kürt isyanları var. Tavır Kemalist iktidardan yana oluyor. Komünist hareketin bu tavrı, Nâzım Hikmet’in de tavrı oluyor. Bu tavır yanlış bir tavırdır. Ezilen bir ulusun hareketi emperyalizmle şu veya bu temelde ilişki içinde bulunabilir. Buna rağmen bu hareketin ulusal kurtuluşçu yanını görmemek, bir ulusun ezildiğini görmemek, ezen ulusun bu yaklaşımına tavır takınmamak, teşhir etmemek evet bizce objektif olarak şovenizm konumuna düşmektir.”
(Bu arada karşılıklı konuşmalar arasında bir izleyici “Belki de Türkiye’de ilk defa siz yapıyorsunuz!” şeklinde tepki gösterdi.)
Tekrar söz alan edebiyat öğretmeni arkadaş Nâzım Hikmet’e şovenizm suçlamasının ağır bir suçlama olduğunu belirterek şunları söyledi: “Nâzım “Otobiyografi” şiirinde de belirttiği gibi; zaaflarını ve hatalarını özgürce çekinmeden dile getiren biri. Boş yere yalan söylediğini, sevdiklerini aldattığını da söyleyebilecek kadar iç dünyasıyla uyumlu birisi. Nâzım Hikmet’in hatalarını söyleyelim, onu göklere çıkarmayalım ya da yerin dibine batırmayalım, bu açıdan yaklaşımınız hatalarını dile getirme konusunda iyi. Ama hatalarını dile getirirken de, objektif nesnel unsurlardan ve kanıtlarla hareket etmeniz gerekiyor. Kürtler konusunda Nâzım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanında pekçok unsur görebiliriz: Kürt, Laz, Çerkez… Nâzım Anadolu halkı içerisinde ayrım gözeten biri de değil. Çünkü, sizin de kabul ettiğiniz gibi, proleter enternasyonalist, komünist bir şairdir. Ama hatalarını dile getirme konusunda haklısınız, yalnız insaf boyutlarında olursa daha iyi olur.”
Bunun üzerine divandaki arkadaş; bir izleyicinin “Belki de Türkiye’de ilk defa siz yapıyorsunuz” tepkisinin önemli olduğunu belirterek; “Bu hatayı biz görüp eleştirmişsek bu Güney dergisi adına bir övünç kaynağıdır. Bir hatayı biz görmüş, bunu dillendirmişsek hata değildir” diyerek kendilerinin Nâzım Hikmet’i hiçbir zaman genelde şovenist olarak adlandırmadıklarını vurguladı.
Nâzım Hikmet’in neden muhalif TKP’yi kurduğu, yoksa TKP ile çelişkisi mi olduğu gibi sorulara karşılık; Nâzım’ın TKP ile bir çelişkisinin olmadığı anlatıldı. TKP’nin baskı ve tutuklamalar sonucu pratik olarak işlemez hale geldiğini gören Nâzım ve arkadaşları TKP’yi canlandırmak amacıyla muhalif TKP’yi kurarlar. Bu konuda Komintern’in de desteğini almaya çalışırlar. Bu hareketleri sonucu, Şefik Hüsnü ve şürekâsının “dönek”, “burjuva ajanı” saldırısına maruz kalırlar.
Bir arkadaş; Nâzım Hikmet’in Stalin’in yaşadığı dönemde de Stalin’e eleştirilerinin olduğunu, Stalin altındaki diktatörlüğü beğenmediğini, bunu dile getirdiğini söylüyor. Fakat kaynaklara baktığımızda bunu doğrudan söyleyen bir Nâzım yok. Bu başkalarının ağzından söylenen ve Nâzım’a maledilen şeyler. Mesela Mehmet Fuat gibileri hep anti-Stalinistliklerine Nâzım’ı ortak etmeye çalışmışlardır. Nâzım Hikmet’in ölümünden önce ve sonra Stalin hakkında söyledikleri tezlerimizde var.
“Nâzım Hikmet’in şiirlerinde doğayla ilgili olan yana pek değinmedik, biraz da onun üzerinde duralım” diyen bir izleyicinin sözleri üzerine Nâzım’ın doğayla da içiçe olduğu, buna en iyi örneğin “Stronsiyum 90” şiiri olduğu belirtildi.
Bir izleyici şu tavrı takındı: “Nâzım’ın tavırlarında bir haklılık gerekçesi oluşturmak için, Stalin sonrası eleştirilerini ortaya çıkarmışızdır vs. Sanki öncesi eleştirilemez. Stalin dönemi niye eleştirilmesin? Stalin’in kendisi niye eleştirilmesin? Yani Nâzım kalktı bunları eleştirdi diye revizyonistlikle suçlanıyorsa, asıl o insanların niyetinden şüphe etmek lazım.”
Bu eleştirilere, Güney adına şu tavır takınıldı:
“Biz önceki konferanslarımızın birinde Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde kültür-sanat alanında önemli yanlışların da olduğunu ortaya koymuştuk. Nâzım Hikmet de, o dönemki kimi yanlış sanat anlayışlarını eleştirmiştir. Biz bu eleştirilerin haklı olduğunu söyledik. Biz Nâzım Hikmet’in özellikle Stalin öldükten sonra, Stalin üzerine yazdığı kişiye tapmaya karşı şiir hakkında şunu diyoruz: Nâzım burada yanlış bir şeye dikkat çekmiyor, doğru bir şeye, yaşanmış olan bir şeye dikkat çekiyor. Stalin şahsında kişiye tapma yaşanmıştır ve bu revizyonistler tarafından uydurulan birşey değildir. Bu bir olgudur. Bizim eleştirdiğimiz nokta şudur: Modern revizyonistler kişiye tapmaya, Stalin’in putlaştırılmasına karşı çıkma adına Marksizm-Leninizme saldırıyor. Nâzım Hikmet, revizyonistlerin bu saldırılarının özünü görmüyor ve objektif olarak destek sunuyor. Biz ‘keşke Nâzım Hikmet, Stalin’in sağlığı döneminde kişiye tapmaya karşı şiirini yazsaydı’ diyoruz. Biz komünist bir sanatçıdan bunu beklerdik. Hatayı gördüğü dönemde, gördüğü zamanda, doğru zamanda eleştirmesini beklerdik. Nâzım Hikmet ne yapıyor? Stalin yaşadığı dönemde en büyük övgü şiirlerini yazıyor. Ne zaman ki revizyonistler Stalin hakkında suçlamalarını, karalamalarını başlatıyorlar, Nâzım da o koroya katılıyor. Şiir alanında tabii ki. Biz bu anlayışı eleştiriyoruz. Komünistler artçı değil, öncü olmalılar, hataları gördükleri yerde eleştirmeliler. Bu bağlamdaki eleştirimiz budur.
Yine Hacıoğlu Salih adı altında ünlü bir şiiri vardır Nâzım Hikmet’in. Hacıoğlu Salih, Nâzım Hikmet’in yakın dostlarından biridir. Nâzım Hikmet’in anlattığına göre, Hacıoğlu Salih haksız yere suçlanarak sürgüne gönderilir ve orada ölür. Daha sonra revizyonistler onun Stalin döneminde haksız yere cezalandırıldığını söylerler ve itibarını iade ederler. Hacıoğlu Salih adlı duygusal şiiri bunun üzerine yazılır. Biz tabii ki Stalin döneminde birtakım haksız uygulamaların olduğunu düşünüyoruz. Bizim eleştirimiz bu hatalara zamanında tavır takınılmamasından dolayıdır. Bizim eleştirimiz yöntemedir. İçerik olarak Nâzım Hikmet, sanatçı duyarlılığı ile doğru bir şeye dikkat çekiyor. Mesela ‘İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?’ adlı oyunuyla tam da revizyonizmin bürokratik gelişmesini zamanında eleştiriyor ve hemen tepkisini alıyor. Budur komünist tavır. Bunu yapan da Nâzım’dır.”
Bir izleyici (Ressam): “Başlangıç güzel gelişiyor, fakat sonunda gelip yine aynı noktaya takılıyoruz. Şöyle ki; bir Nâzım’ı değerlendirirken, sanatçı kimliği ile komünist kimliğini birbirinden ayıramıyoruz. Övdüğü yerde sanatçı kimliği ile öne çıkıp, övmediği yerde komünist kimliği ortaya çıkmıyor mu? Yani sanatçı kavramla, komünist kimliği arasındaki farkları bu durumu meydana getirmiyor mu? Veya öyle bir etken sözkonusu olamıyor mu? Bu felsefi veya psikolojik bir konu. Bir sanatçıyı devrimci, sosyalist, komünist düşünceden ayırdetmek mümkün değildir. Ben resim yaparken aynı zamanda mücadelenin içinde olan bir insanım. Sanatçı olduğum zaman başka türlü düşünebiliyorum. Ama komünist olduğum zaman, daha dikkatliyim ve taviz vermeden onun kuralları neyse o şekilde davranmam gerektiğini düşünüyorum. Burda da böyle bir konum meydana gelmiyor mu?”
Divandaki arkadaş buna şu cevabı verdi: “Nâzım Hikmet’in komünist oluşu, onun şiirleri ve diğer edebi eserleri içerisinde ifadesini bulur. Biz değerlendirmemizde şu zorluğa da dikkat çektik: Nâzım Hikmet’in bir Yılmaz Güney gibi doğrudan siyasi yazıları yoktur. Varsa da, çok sınırlı ufak tefek kimi gazetelerde yazdığı düz yazıları vardır. Bir Yılmaz Güney gibi dünya komünist hareketini değerlendiren analizleri yoktur, buna girmemiştir de. O komünist düşüncelerini hep şiirinde, öykülerinde, destanlarında, tiyatro oyunlarında ve diğer sanatsal faaliyetlerinde dile getirmiştir. Dolayısıyla bizim onu siyasi değerlendirmemiz de, sanatı üzerinden oluyor.”
Bir arkadaş, “Nâzım Hikmet çok büyük bir şair, neden komünist olduğunu açıkça ilan etti? Bu aleyhine olan bir durum değil mi?” sorusuyla araya girdi.
Güney adına konuşan arkadaş, “Öyledir, komünist olduğunu söylediğinde, kavuşmak istediği bir dizi insana ulaşamıyor. Ama Nâzım Hikmet, en başından sanatın sınıfsal karakterini, sınıflarüstü olamayacağını görüyor. Sanatın toplumun dışında olmadığını görüyor. Sanatın açıkça taraf tutması gerektiğini görüyor, sanata böyle yaklaşıyor. Bu yanıyla sanata yaklaşımı komünistçedir.”
Tartışmalar sonunda divandan arkadaş Güney adına konferans hakkında şu değerlendirmeyi yaptı:
“Konferanslar dizimizin beşincisi, Adana’da yaptıklarımızın ise ikincisi bugün bu şekilde sona ermiş durumda. Güney dergisi her yıl temel konuları seçerek kültür-sanat alanında bu tür konferanslar gerçekleştiriyor. Bunlardan beşini İstanbul’da, bu konferans ile ikincisini de başarılı bir biçimde Adana’da gerçekleştirdi. Bunların dışında yurtdışında gerçekleşenler de var. Güney dergisi olarak yaptığımız bu konferanslarda bugüne kadar henüz üzerinde yeterince tartışılmamış, üzerine yeterince gidilmemiş, o güne kadar hep biliniyor olarak varsayılan bir dizi temel konuyu ele almış, bu konuları tartışmış, tartıştırmış, son sözü söylememiş, bir temel atmayı başarmış, kendi okurları ile de bir tartışma yürüterek karşılıklı nasıl öğrenilmesi gerektiğinin güzel bir örneğini vermiştir.
Bu yılki konferansımızın konusu da, Nâzım Hikmet’in genel değerlendirmesi gibi çok önemli bir konuydu. Bir dizi akımın Nâzım Hikmet’i sahiplenmekle birlikte, onda neyin sahiplenildiği, neyin yanlış olduğuna dair bir yaklaşımı yoktur. Biz Güney dergisi olarak bu tartışmayı açmakla bu yönde bir adım attığımızı düşünüyoruz. Biz herkesin bu tartışmaya daha da sağlıklı katılabilmesi için tezlerimizi yaklaşık üç ay önce, bir önceki sayımızda (sayı 21) yayınladık. Hem İstanbul’da, hem de burada okur kitlemizle bu konuyu enine boyuna tartışmış bulunuyoruz.
Adana’daki konferansı şöyle değerlendiriyoruz: Katılım oldukça sevindirici. Konferansın sonuna kadar arkadaşlarımızın büyük çoğunluğunun hâlâ burda oluşları, tartışmalara katılmış olmalarını çok olumlu buluyoruz. Bu bizi de geliştirmiştir.
Tartışmalar açısından bir kez daha şunu bilince çıkarmak istiyoruz: Burada söylediklerimiz bizim için son söz değildir, öyle kavranmamalıdır. Biz söylediklerimizi bir temel olarak algılıyoruz. Bu temel üzerinde tartışılmasını, varsa bizim de yanlışlarımızın bu temelde giderilmesi olarak kavrıyoruz.
Bizim açımızdan bu kadar geniş bir yelpazede çok güzel tartışmalar yürüdü. Ayrıca aralarda da çok güzel tartışmalar yürüdü.
Sonuç olarak çok önemli gördüğümüz bir noktaya daha dikkat çekerek bu toplantıyı kapatmak istiyoruz. Adana’daki Güney okuru arkadaşlarımız çok önemli bir çalışma yürüttüler. Bunun bir kısmına biz de tanık olduk. Arkadaşlarımız deyim yerindeyse karıncalar gibi çalıştılar. Ve bu başarılı konferansın gerçekleşmesini sağladılar. Bu arkadaşlara Güney adına teşekkür ediyoruz. Konferansımızı ilk sözümüzü tekrarlayarak bitirelim:
‘Nâzım Hikmet bizimdir! Sevdalınız komünisttir!’”
***
Konferansımızın bundan sonraki bölümünde Umut Sahnesi “Bir Savaş Duası” ile dini gericiliğin savaşlarda nasıl egemenlerin yanında olduğunu teşhir eden güzel kısa bir oyun sergiledi. Nâzım Hikmet’ten şiirler okundu. Grup Halkça devrimci türkü ve marşlarıyla kitleye güzel anlar yaşattılar.
YURTDIŞI
Güney dergisi bu yıl Almanya ve Fransa’da konferanslar düzenleyerek yurtdışındaki okurlarıyla da buluşma ve tartışma olanağı yarattı. Almanya’da Berlin, Aachen, Wuppertal ve Heilbronn’da, Fransa’da Strasbourg’da yapılan konferans dizisine ilgi ve özellikle tartışmalara canlı katılım oldukça sevindiriciydi. Okurlarımız da toplantıların kendileri açısından verimli olduğunu çeşitli defalar ifade ettiler ve böylesi toplantıların önümüzdeki yıllarda da yapılması yönündeki arzularını dile getirdiler.
Bütün toplantılar hemen hemen aynı program çerçevesinde gerçekleşti: Toplantıyı düzenleyen bölgedeki Güney çevresi veya yerel dernekler açılış konuşmalarını yaptılar ve toplantının yönetimini üstlendiler. Güney dergisinin yazı işleri müdürü İlyas Emir Güney dergisinin çalışmaları hakkında bilgi veren ve okurları Güney’i daha fazla sahiplenmeye, desteklemeye çağıran konuşmalar yaptı. Daha sonra Güney dergisi adına sayı 21’de yeralan Nâzım Hikmet dosyasının tezleri ana hatlarıyla okurlara sunuldu, gelen sorular yanıtlandı ve tartışma bölümüne geçildi. Bütün toplantılarda program boyunca aralara serpiştirilen Nâzım Hikmet şiirleri ve bazı toplantılara davet edilen müzik grupları da hoş bir hava kattı.
Yurtdışındaki konferans dizisi için bir de Nâzım Hikmet ile ilgili Almanca-Türkçe sergi hazırlanmıştı.
Yurtdışında yapılan bütün toplantılarda salonda ilgi çeken bir köşe daha vardı: Kısa bir dönem önce yitirdiğimiz İnter Yayınları sahibi Ali Yavuz Çengeloğlu’nun anısına bir masa hazırlanmıştı. Bu masada Ali Yavuz’un ardından yazılan yazılar ve mesajlarla birlikte, 14 yıllık yayın hayatında ortaya çıkardığı ürünler, Inter Yayınlarının kitapları yeralıyordu.
Konferansların siyasi içeriğine ilişkin tartışmaları, üzerinde yoğunlaşılan konuları tek tek aktarmak istiyoruz.
Berlin’de yapılan toplantının özelliği, bu toplantıya katılanların büyük çoğunluğunu Almanların oluşturmasıydı. Güney çevresinin Almanca-Türkçe yaptığı konferans duyuru çalışması bu noktada olumlu sonuç vermiş, hatta beklentinin de ötesine geçmişti.
Katılıma bağlı olarak toplantı esasta Almanca, kısmen de iki dilli yapıldı. Nâzım Hikmet’in değerlendirmesine ilişkin tezler Almanca olarak sunuldu, Almanca anlamakta zorluk çekenlere iki dile hakim arkadaşlar özetle çeviri yaptılar. Tartışma bölümünde ise herkesin, kendini en iyi ifade ettiği dili seçme özgürlüğü vardı. İki dilliliğin yarattığı zorluklara karşın, tartışmalar gayet canlı ve toplantı olumlu geçti.
Toplantıya katılanların önemli bir bölümünü Nâzım Hikmet’i çok fazla tanımayan, ancak onun hakkında ‘Bertolt Brecht Almanya için ne ise, Nâzım Hikmet de Türkiye için odur’ şeklinde özetlenebilecek düzeyde bilgiye sahip olan Alman arkadaşlar oluşturduğundan, tartışma bölümünde de esasta Nâzım Hikmet’in yaşamı ve mücadelesi tanıtılmaya ve gelen sorularla bağ içinde Güney’in pozisyonlarının biraz daha açılmasına çalışıldı.
Sorular ve tartışmalar, öncelikle Nâzım Hikmet’in Atatürk ve Kemalizme karşı tavrının ne olduğu; Kürt ve Ermeni sorunu bağlamındaki tavrının ne olduğu; Stalin döneminin nasıl değerlendirilmesi gerektiği konuları üzerinde yoğunlaştı.
Bir tartışmacı Nâzım Hikmet’in Stalin’in yaşadığı dönemde eleştirilerini açıktan getirmemiş olmasının bir anlamda anlaşılır olduğunu, bunu muhalif güçlere/seslere izin vermeyen koyu diktatörlükle ilişkili gördüğünü, Güney’in bu bağlamda getirdiği eleştiriyi biraz sert bulduğunu açıkladı. Bunun ardından tartışma Stalin döneminin nasıl değerlendirileceğine kaydı ve Güney’in pozisyonlarını savunan kimi arkadaşlar söz alarak burjuvazinin karalamaları üzerinde yükselen anti-Stalinist görüşlere ve Stalin dönemini nerdeyse Alman faşizmiyle bir tutan “koyu diktatörlük” değerlendirmesine karşı tavırlarını açıkladılar.
Bir katılımcı, Güney’in Nâzım Hikmet değerlendirmesini, özellikle de onun hataları bağlamındaki değerlendirmesini ‘acımasız’ bulduğunu anlattı. Arkadaş, Nâzım Hikmet’in Kemalizm ve ulusal sorundaki tavrının doğrudan Komünist Enternasyonal’in tavrının devamı olduğunu savundu. Arkadaş Güney dergisinin pozisyonlarında, bu konuda TKP ve Nâzım Hikmet’i esasta sorumlu tutma ve acımasızca eleştiri, diğer taraftan ama Komünist Enternasyonal’e daha iyimser yaklaşım olduğunu izlediğini ve bunu çifte standartçılık olarak değerlendirdiğini belirtti.
Aynı arkadaş, Nâzım Hikmet’e getirilen kişiye tapma bağlamında ‘eleştirilerini Stalin yaşarken dile getirmedi’ eleştirisini de biraz sert ve haksız bir eleştiri olarak değerlendirdiğini, bu konuda da Güney’in, eleştirinin esasını ideolojik mücadele yürütme imkânını ortadan kaldıran, muhalif sesleri bastıran Stalin dönemine yöneltmek yerine, Nâzım Hikmet’e yönelttiğini ileri sürdü.
Tartışılan konular ideolojik farklılıkları bir çırpıda gözler önüne seren konular olmasına karşın, tartışmalar olumlu bir atmosferde yürütüldü. Toplantıya katılan arkadaşların önemli bir bölümünün Güney’in pozisyonlarıyla ilk defa tanıştığı bilinçte tutularak, tartışmalarda mümkün olduğunca açıklayıcı/tanıtıcı olunmaya özen gösterildi.
Toplantının şiir ve müzikle çeşitlenen kültürel bölümü de oldukça beğeni topladı.
Özellikle Grup Değişim’in Nâzım şarkılarıyla yaptığı katkı toplantıya renk kattı.
Aachen’de ikincisi yapılan konferansa katılım iyiydi. Burada da tartışmalar canlı geçti.
Bu toplantı, tartışmaların en başından itibaren esasta iki pozisyon arasında yürümesi bağlamında farklı oldu. Tartışmada söz alan bazı arkadaşlar Güney’in ortaya koyduğu tezlere ve Nâzım Hikmet değerlendirmesine doğrudan karşı çıktılar. Bu arkadaşlara göre, özelde Kemalizm ve ulusal sorunda vahim hataları, sapmaları olan Nâzım Hikmet hakkında “komünist” genel değerlendirmesinin yapılması yanlıştır. Nâzım Hikmet, ulusal sorunda Türk milliyetçisi/şovenist bir çizgiye sahiptir ve salt bu konudaki tavrı onun komünist değerlendirilmemesi için yeterli gerekçedir.
Tartışma içinde, ulusal sorunda milliyetçi/şovenist genel yaklaşıma sahip olduğu tezinin kanıtı olarak, Nâzım Hikmet’in ilk gençlik yıllarında yazmış olduğu şiirler örnek verildi ve Kürt ulusuna yönelik bir tek şiir yazmamış olmasının onun bu konudaki duyarsızlığını gösterdiği ileri sürüldü.
Tartışmalarda Güney’in pozisyonunu savunan arkadaşlar, Nâzım Hikmet’in kemalist devrime ve kişi olarak Mustafa Kemal’e olduğundan daha olumlu yaklaşmasının, TC’nin “iç” ulusal sorunları bağlamında da bu sorunun önemini görmeyen ve yer yer açıkça Türk milliyetçisi konumları savunmasını vahim hatalar ve Marksizm-Leninizmden sapma olarak değerlendirdiklerini açıkladılar. Güney dergisinin Nâzım Hikmet’in bu konudaki hatalarını örtbas etme ya da küçültme gibi bir niyetinin olmadığını ve bunun dosya içinde yeralan geniş tavırlardan da görülebileceğini söylediler.
Bu bağlamda tartışmada ortaya çıkan karşıt pozisyonların, hataların –bütün vahimliğiyle– ortaya konması, hatanın adlandırılmasında değil, bu hataların genel değerlendirme içinde nasıl ele alınacağına ilişkin olduğu vurgulandı. Kişileri değerlendirirken, onları yaşadıkları tarihi koşullar içinde ele almanın önemi, özellikle de geriye dönük değerlendirmelerde hataların/sapmaların zamanında oynadıkları rolün doğru değerlendirilmesinin önemi vurgulandı.
Komünist partisi önderi, teorisyen ya da ideolog değil, esasta bir “sıra neferi”, komünist partisi üyesi şair/sanatçı olan Nâzım Hikmet’in ulusal sorun ve Kemalizm konusundaki tutumu, üyesi olduğu TKP’nin ve Komünist Enternasyonal’in tavırlarıyla doğrudan bağıntılıdır. O günkü dönemde Kemalizm ve ulusal sorun bağlamında doğru pozisyonu ortaya koyan da yoktu. Genel değerlendirme yapılırken bunun da bilinçte tutulması gereklidir. ‘Bir tek ulusal sorundaki milliyetçi/şoven sapma dahi Nâzım Hikmet’in komünist değerlendirilmemesi için yeterlidir’ tezini savunanlar, bugünkü durumu olduğu gibi geçmişe uyarlama yanlışına düşüyorlar. TC’nin “iç” ulusal sorunu bağlamında doğru marksist-leninist pozisyonların her türden oportunist-revizyonist/Türk şovenisti pozisyonlarla ideolojik mücadele içinde ortaya konduğu, kemalist devrimin ve Kemalizmin niteliğinin ne olduğunun açıklığa kavuşturulduğu günümüzde, Nâzım Hikmet’in yaptığı türden yanlışlara düşen biri hakkında “komünist” değerlendirilmesi yapılamayacağı gayet açıktır. Fakat bunu geriye dönük olarak uygulamaya çalışmak diyalektik-materyalist yaklaşıma terstir, yanlıştır.
Nâzım Hikmet’in ilk gençlik yıllarında yazdığı şiirleri onun genel ırkçı/şovenist yaklaşımının bir kanıtı olarak göstermeye çalışmak yanlıştır. İlgili şiirler Nâzım’ın çocukluk ve ilk gençlik çağlarındandır. Nâzım ise, komünizmle 19 yaşında tanışmıştır. Nâzım Hikmet komünizme sempati duyduğu andan itibaren bir değişime uğramış, sonraları kendisinin de milliyetçilik olarak değerlendirdiği bu tavırlarından hızla uzaklaşmıştır.
Bu toplantıda tartışma esasta yukarda aktardığımız iki pozisyon arasında yürümesine karşın, arkadaşların bir bölümü soruları ve konuşmalarıyla Nâzım Hikmet’in diğer yönlerinin de dile getirilmesine yardımcı oldular. Bu noktada Nâzım Hikmet’in yaşamı ve mücadelesinin, özellikle de eserlerinin yeterince tanınmadığına, onu tanıyıp gerçekten sahiplenmek için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğine dikkat çekildi.
Wuppertal’deki konferansı Güney dergisi Kuzey Ren-Vestfalya Türkiye Öğretmenler Birliği (NRW-TÖB) ve Gençlik-İşçi Derneği ile ortaklaşa düzenledi. Katılanların çoğunluğunu eğitim emekçileri oluşturuyordu.
Toplantıda, Güney dergisi adına tezler sunuldu. Tartışma bölümünde burada da “Nâzım Hikmet’i komünist olarak değerlendirmek ne kadar doğrudur?” sorusu gündeme geldi. Bir bölüm katılımcılar Nâzım Hikmet’in Kürt ve Ermeni sorunlarındaki yaklaşımı nedeniyle enternasyonalist ve komünist değerlendirilemeyeceği görüşünü savundular.
Katılımcılar arasında araştırmacı-yazar Mehmet Bayrak da yer alıyordu. Mehmet Bayrak, kendi kitabında da yayınlamış olduğu Nâzım’ın Bedirxan’a mektubunu okudu ve bunu Nâzım Hikmet’in Kürtlere yönelik bir özeleştirisi olarak değerlendirdiğini dile getirdi. Başka katılımcılar da Nâzım Hikmet’in hatalarına-eksiklerine karşın enternasyonalist ve komünist olarak savunulması gerektiği görüşünü gerekçeleriyle savundular.
Heilbronn’da yapılan toplantının programında da Nâzım şiirlerinin okunması ve bir de müzik grubu vardı. Buradaki tartışmalarda da Nâzım’ın hatalarının genel değerlendirme içinde nasıl bir rol oynaması gerektiği üzerine yoğunlaşıldı. Bu yoğunlaşmaya rağmen gerek gelen sorular, gerekse tartışma bölümünde yapılan katkılar açısından konularda biraz daha fazla çeşitlilik vardı.
Burada da Nâzım Hikmet’i özellikle Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm bağlamındaki tavırları nedeniyle komünist olarak değerlendirmenin yanlış olduğu pozisyonu savunuldu.
Bunun yanısıra Nâzım Hikmet’in Stalin’in ölümü ertesindeki tavrını özellikle vahim gören, modern revizyonizmin Stalin saldırılarını reddetmedeki tutarlılığın neden Nâzım bağlamında gösterilmediğini soran bir pozisyon vardı.
Bununla ilgili olarak Nâzım Hikmet’in 3 Haziran 1963 tarihinde öldüğü, o henüz yaşarken dünya komünist hareketi içinde Kruşçev modern revizyonizmine karşı mücadelenin henüz başında olduğu vurgulandı. 20. Parti Kongresinde Kruşçev’in “gizli rapor”la başlattığı Stalin hakkındaki karalama-iftira kampanyasına ve Kruşçev revizyonizminin dünya komünist hareketini yeni bir çizgiye çekme çabasına karşı ÇKP gibi deneyimli komünist partilerinin dahi derhal doğru bir tavır belirleyemediği, bu dönem dünya komünist hareketi içinde önemli bir şaşkınlık ve yalpalanmanın yaşandığı belirtildi. Kruşçev revizyonizmine karşı ilk tavrı ÇKP Merkez Komitesi 14 Haziran 1963 tarihli “Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Bir Öneri”yle takınmıştır. 1963 Polemikleri süreci başlamadan ve dünya komünist hareketi içinde başını ÇKP ve AEP’in çektiği saflaşma yaşanmadan önce ölen Nâzım Hikmet’in değerlendirilmesinde bu gerçek bilinçte tutulmak zorundadır. Nâzım Hikmet’in 20. Parti Kongresi ertesinde tersten esen rüzgârlara karşı duramamış olduğu açıktır, ancak yine açık olan bir gerçek de bir bütün olarak dünya komünist hareketinin bu akıma karşı duramamış olduğudur.
Gelen sorulara bağlı olarak “komünist şair olmanın kıstasları nelerdir?”, “Nâzım Hikmet’in kadın sorunundaki tavrı nedir?”, “Şefik Hüsnü TKP’si ile Nâzım Hikmet değerlendirmesi arasında gözetilen fark (birinin revizyonist, diğerinin komünist değerlendirilmesi) ne kadar doğrudur?” konuları da tartışıldı.
Nâzım Hikmet’in genel değerlendirmesi bağlamında kendilerince önemli gördükleri bir noktayı –örneğin ulusal sorunu– ele alıp, onun kazanımlarını, komünizm davasına hizmeti ve bu noktada oynadığı rolü bir kenara atanların yaklaşımının yanlışlığına işaret etmek için bir başka konuyla da bağ kuruldu.
Nâzım Hikmet’in şiirlerinde (az sayıda da olsa) kadınlara yer verilmiş, onların ezilmişliği dile getirilmiş olmasına karşın kadınların kurtuluş mücadelesi özel olarak ele alınıp işlenmemiştir. Dahası, Nâzım Hikmet, “kadınlarını aldattığını”, “yalan söylediğini”, “delice kıskandığını” teslim ettiği ölçüde komünistçe davranmamıştır. Bu konuda da onun komünizmden sapmalarının adı konulmak zorundaysa, bunun adı erkek şovenisti tavırlardır. Ancak bu noktada da Nâzım Hikmet’i aceleci ve toptancı biçimde “erkek şovenisti” diye damgalamak yanlış olur. Nâzım Hikmet özel hayatındaki kimi hata ve sapmalarına karşın komünistçe bir yaşam sürdürmeye çalışmıştır. O sevdiği kadınlara eşdeğer partner ve mücadele arkadaşı olarak yaklaşmış, onlara karşı sorumluluğunu, örneğin maddi yardımı (hapiste olduğu dönemde de) elinden geldiği ölçüde yerine getirmeye çalışmıştır.
Toplantıya katılan Almanya’da yayınlanan Herşeye Rağmen dergisi taraftarı bir arkadaş, Güney dergisinin kültür ve sanat alanında yaptığı çalışmayı çok değerli bulduklarını, böylesi bir çalışmanın Almanya için yürütülmesinin kendilerinin önünde görev olarak durduğunu belirtti. Güney dergisinin salt Türkiyeli değil, uluslararası alandan komünist-devrimci-ilerici kültür ve sanat insanlarını dosyalar halinde değerlendirmesini önemli ve proleter enternasyonalist yaklaşım olarak selamladıklarını açıkladı.
Arkadaş, Güney dergisinin Nâzım değerlendirmesi salt Türkçe olarak varolduğundan, kısıtlı bilgisi çerçevesinde Güney’in değerlendirmelerine katıldığını söyledi. Arkadaş, Nâzım Hikmet’in hata ve sapmalarına karşın komünizm davasına faydalarının büyük olduğunu düşündüğünü, şiirlerinin –Almanca dilinde bile– çok iyi olduğunu belirtti. Nâzım Hikmet’in özellikle çevre sorunu, atom denemeleri vb. gibi bütün insanlığın geleceğini tehdit eden sorunlarda sanatıyla tavır takınan ender şairlerden biri olduğunu, bunu önemli gördüğünü vurguladı.
Fransa- Strasbourg’taki toplantı yerel dernek olarak faaliyet gösteren Enternasyonal Kültür Merkezi’nin lokalinde yapıldı.
Buradaki tartışmada da üzerinde en çok durulan nokta, ulusal sorunda “milliyetçi, sosyalşoven” pozisyonda duruyor denilen Nâzım Hikmet’in nasıl komünist değerlendirilebildiği meselesiydi. Tartışmalara katılan bir dizi arkadaş, Nâzım Hikmet’in devrimci bir sanatçı olarak değerlendirilmesine katılabileceklerini, ancak ulusal sorundaki tavrı gözönünde tutulduğunda onun hakkında komünist değerlendirmesinin yapılmasının kesinlikle yanlış olacağı görüşünü savundu.
Buna karşı Güney dergisi adına konuşan arkadaşlar da Güney’in pozisyonlarını daha etraflı biçimde ortaya koymaya çalıştılar.
Bu tartışma içinde Güney sayı 21’de yayınlanan Nâzım Hikmet’in Bedirxan’a gönderdiği mektubun tarihi de sorulmuş ve ne yazık ki soru yanıtlanamamıştı. Mektup 1961 yılında kaleme alınmıştır. Tüm okurlarımızın bilgisine sunarız.
Bu tartışma içinde bir bölüm arkadaş tarafından UNESCO 2002’yi Nâzım yılı ilan etti diye Güney dergisinin de Nâzım Hikmet dosyası hazırlaması eleştirildi. Ve “Neden Nâzım Hikmet? Ondan daha değerli Ahmet Arif ve Hasan Hüseyin Korkmaz var!” denildi.
Güney dergisinin Nâzım Hikmet dosyasını hazırlaması ve okurlarıyla tartışmaya sunması doğru bir tercih olmuştur. UNESCO’nun 2002 yılını Nâzım yılı ilan etmesine önem verilmesi, UNESCO’nun çok değerli bulunduğundan vs. değil, bunun burjuvazi tarafından kullanılacağının bilincinde olunmasındadır. Nitekim, yıl boyunca yapılan etkinlikler, yürütülen tartışmalar vs. yoluyla Türk burjuvazisi Nâzım ile Türk devletini barıştırma yönünde çok ciddi adımlar atmıştır. Güney dergisi, burjuvazinin Nâzım’ı sahiplenmesine karşı mücadeleyi kendisine görev bilmiş, yaşamı boyunca kalbi komünizm davası için çarpan, kalemi bütün dünya işçileri ve emekçileri için yazan komünist sanatçının tüm yönleriyle tanıtılmasının ve tartışılmasının olanaklarını yaratmaya çalışmıştır. Doğru yapmıştır.
“Neden Ahmet Arif, Hasan Hüseyin Korkmaz değil de Nâzım?” sorusuna gelince: Güney dosyalarını hazırlarken önüne koyduğu plan ve tercihler doğrultusunda hareket etmektedir. Ahmet Arif ve Hasan Hüseyin Korkmaz’ın değerlendirilmesi de okurlardan gelen istek ve talep üzerine bu programa alınabilir. Ancak, “neden onlar değil de Nâzım?” sorusunun yanıtı da bizzat dosya içinde vardır. Nâzım dosyası için bu yıl seçilmiştir, çünkü bu yıl Nâzım Hikmet’in 100. doğum yıldönümüdür. Diğer taraftan Nâzım Hikmet uluslararası komünist harekete mal olmuş, şiirleri onlarca dile çevrilmiş ve dünya komünist hareketinin en büyük (“en değerli”) şairlerinden biridir. Ahmet Arif ve Hasan Hüseyin Korkmaz hakkında bir genel değerlendirme yapmaksızın bu noktada onların Nâzım Hikmet’le aynı düzeyde ele alınamayacağını, hele hele tercihin Nâzım’ın aleyhine yapılamayacağını çekincesiz söyleyebiliriz.
Yeni bir konu olarak bu toplantıda ‘komünist / devrimci bir sanatçının ille örgütlü olması mı gerek?’ sorusu geldi.
Sınıf mücadelesini, taraflılığı kabul eden ve kendisini komünist olarak gören bir sanatçıdan beklenen, onun örgütlülüğü de kabul etmesidir. Ancak, ‘her komünist sanatçı mutlaka komünist partisine üye olmak zorundadır, örgütlülüğü kabul etmeyen komünist olarak da değerlendirilemez’ şeklinde bir otomatizm kurmak yanlış olur. Dünya komünist hareketi tarihinde komünist olarak değerlendirebileceğimiz, ama hiçbir dönem komünist partisi üyesi olmamış sanatçılar vardır. Bertolt Brecht buna bir örnektir. Hangi gerekçeyle olursa olsun, komünizm davasına hizmet etmeyi kendisine görev bilmiş bir komünist sanatçının komünist partisinden uzak durması belirli bir zaafa dikkat çekmektedir. Sanatçılar bağlamında bu çekincelerin başında komünist partisine üye olmanın getirdiği yükümlülüklerin kendilerinin sanatçı yaratıcılığına belirli bir ket vurabileceği gelmektedir. Bu bağlamda sanatçıların yaratıcı çalışmaları için gerekli özgürlüğün onlara sağlanması önem kazanmaktadır. Ve komünist partilerinin bunu dikkate alacağı pratikte gösterilmek, komünist sanatçıları örgütlü komünistler olarak da kazanmak için gerekli duyarlılık ve çaba gösterilmek zorundadır.
Sonuçta bu konferans dizisinin biz Güneyciler açısından oldukça faydalı olduğunu, okurlarımızla tanışmanın-tartışmanın bizi ilerlettiğini söylemek istiyoruz. Konferanslara katılan ve tartışmaları soruları ve savunularıyla canlı kılan tüm okurlarımıza teşekkür ediyoruz. Bir teşekkür de
, bu konferansların düzenlenmesinde, örgütlenmesinde tüm emeği geçenlere.
Daha canlı, daha geniş katılımlı konferanslarda yeniden buluşmak üzere.
Aralık 2002