[Yer darlığından dolayı Güney’de yayınlayamadığımız M. İpek’in “Nazım Hikmet ve Kemalizm eleştirisi üzerine” başlıklı yazısını ve yazıya Güney’in takındığı tavrı yayımlıyoruz.]
NAZIM HİKMET VE KEMALİZM ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE
M. İpek
Hayatı ve eserleri kadar politik görüşleriyle tarihte yerini koruyan Nâzım Hikmet bu yıl 58. ölüm yılında dostları tarafından anıldı. Tabii bu anmalarda her yıl olduğu gibi dost görünen düşmanları da yerlerini almışlardı. Devletin bürokrasi kanadından tutun, siyasi partilere, çeşitli iş insanlarından, sosyal hesap fenomenlerine kadar hemen her kesim için Nâzım’ı anmak Nâzım’dan yapılan alıntılarla retorik şova dönüştürülmüştü. Yıllardır olduğu gibi bu yıl da değişen bir şey olmadı ve Nâzım, “büyük vatan şairi”, “romantik şair”, “kurtuluş savaşı destanın ozanı”, “Türk şiirinde milat yaratan şair” vasıflarıyla anılırken, diğer taraftan ırkçı, milliyetçilerin de hedefinde “vatan hainliği” üzerinden linç edilmeye devam edildi. Bu arada gördük ki komünistliği yine gözlerden kaçırılmaya çalışıldı. Kuşkusuz bu beklenilen bir şeydi. Hayatta olduğu yıllar içinde şairliği çok defa eleştirilmiş, bu yeni tür şiirlerinin uyandırdığı etki gelenekçi şairlerin ve yazarların histeriyle saldırmalarına neden olmuştu. Günümüzde ise artık bu eleştiriler tarihin çöplüğünde kaldı. O, artık dünya şairi unvanına kavuşmuş ve eserleri ile uluslararası öneme sahip olmuştur. İnanıyoruz ki şiirleri gibi savunduğu komünist düşünceleri de ezilenler tarafından aynı duygu ve bilinçle kabul görecektir.
O’nu ve eserlerini burjuva aydınlarının değerlendirdiği gibi tanıtmak ve burjuva övgüleri ile ele almak Nâzım’a yapılmış en büyük haksızlık olurdu. Zira bizim tanıdığımız komünist Nâzım alkışlanmayı değil, fikirleri ile anlaşılmayı yeğlerdi. Nâzım’ı işçilerin emekçilerin gözünden düşüremeyenler, bu kez onu sahiplenerek unutturmaya çalışmışlardır. Burjuvazinin onlarca yıl süren bu ikiyüzlülüğü hiç bitmedi, bitmiyor. Eserlerini ve hayatını en basit romantizm masallarıyla sulandırmaya çalıştılar. Mezarı başında timsah gözyaşları dökmeye, yani Nâzım seviciliğine soyundular.
Nâzım’ı komünist kimliğinden koparmaya çalışsalar da işçilerin, emekçilerin belleğinden silmeleri mümkün değil. Nedeni ise çok basit; o eserleri ile yaşayan bir komünist. Her şeyden önce onu unutturabilmeleri için eserlerini unutturmaları gerekecektir ki bu da imkânsız gözüküyor. Onun Marksizm-Leninizm’e olan bağlılığını, işçi ve emekçilere olan bağlılığını sansürleyerek, yok sayarak hayali bir Nâzım yaratsalar da yine de bunu başaramadılar.
Nâzım’ın üzerine yazılmış ve söylenmiş epey geniş argümanlar bulmak mümkün. Bu argümanların hemen birçoğu yaşamına şahitlik etmiş kişilerin, ailesi, yoldaşları ya da onunla kısmen ilişkide bulunanların anıları ile sınırlı. Nâzım ile politik mücadele içinde yer almış kişilerin ise onu kendi politik görüşlerinin parçası hâline getirmeye kalkıştıklarını görüyoruz. Bu ise onun hakkında yaptıkları değerlendirmelerin objektifliğini kuşkuya düşürmeye yeterlidir. Nâzım üzerine yapılan değerlendirmelerin günümüzde de yeniden gözden geçirilmesi bu nedenle kaçınılmaz oluyor. O’nu eserleri ile değerlendirmek, yazıları ve tavırlarını o günün koşullarına göre ele almak komünist bir tutum gerektirir. Bu konuda Güney Dergisi’nin 21. sayısında tezler hâlinde sunulan “Sevdalınız Komünisttir! Nâzım Hikmet Bizimdir” dosyası bu çalışmaya tarihi bir katkı sunmaktadır. Bu dosyada kafa yormuş Güney emekçilerinin de belirttiği gibi Nâzım için söylenecek daha çok sözümüzün olacağıdır.
Nâzım’a yöneltilen saldırılar sadece faşist, Türk milliyetçisi çevrelerden gelmiyor. Tersine bir de bu madalyonun diğer tarafında yer alan ve sol adına konuşma hakkını kendinde gören kimi sözde sosyalist aydınlarımız da olmuşlardır. Nâzım’a yöneltilen politik eleştirilerin hemen birçoğu aynı dar kalıpçı düşüncenin türevleri gibidir. O’nun komünist bir sanatçı olduğunu unutup, olayları tarihsel süreçleri içinde ele almayı bir kenara bırakıp, kolaycılığa kaçanların ilk söylediği söz ‘anti-komünist çizgide öldüğü’ ve genel olarak ‘Türk şovenisti’ olduğu yönünde getirdikleri eleştirilerdir. Bu ve benzeri eleştirilerin birçoğuna Güney Dergisi içinde yürütülen tartışmalarda yeterli cevap verildiği için tekrar değinmek yersiz olur. Diğer bir eleştiri ise Nâzım’ı Kemalizm’e yakın olmakla, ya da en kötüsü kemalist olmakla itham etmek. Nâzım’a giydirilmeye çalışılan “kemalistlik” kemalistlerin avuntusu olabilir ama komünistlerin tek yanlı eleştirisi olamaz; olmamalıdır.
O’nun komünistliği kadar hataları da görmezden gelinmemelidir. Söz konusu bir komünist olunca pürü pak bir insan beklemek oldukça idealist bir yaklaşım olurdu. Komünistler de hata yapabilir ve bu hataları ilkesel ve önemli hatalar olabileceği gibi, ikincil diyebileceğimiz ve esasında yine de hata olan ve beklemek, görmek istemeyeceğimiz davranışlar, görüşler olabilir de. İkincisinden memnun kalmak da başka türlü bir umutsuzluk. Oysa Nâzım gibi komünistleri değerlendirirken hepsinden önce yaşayan ve kafasındaki çelişkiler ile hayata layık olma çabası içinde olan bir insan olarak görmeyi başarabilsek bu tür konularda daha önemli bir ilerleme kaydetmiş olacağız. Bütün bunlarla birlikte, hataları bağlamında değerlendirildiğinde, Mustafa Kemal’e yazdığı bilinen mektup ile başka türlü haksızlık yapıldığını düşünmek zorundayız. Yaşamının bu döneminde mücadelesinin merkezinde yer alan, Avrupa’da yükselen faşizm ile birlikte bunun Türk devletindeki yansımaları ve Nâzım’ın yaşadığı koşullar içinde Türk faşistlerine karşı mücadelesinin görmezden gelinmesidir. 1925 ile başlayan ve Takrir-i Sükûn kanunları ile başta Kürt ulusal hareketini bastırmaya çalışan faşist oligarşi buna paralel olarak, en büyük düşmanı komünizme de açıktan saldırıya geçmiştir. Tüm bunların yaşandığı Mustafa Kemal cumhuriyeti içinde Nâzım’ı hâlâ Kemalizm’e hayranlık beslediği şeklinde itham edilmesinin mantıklı bir açıklaması yok. Dünyada esen faşizm rüzgârı içinde gelişen CHP’nin ve T.C.’nin 1936’da Mussolini anayasasını kendi anayasasına taşıması ve 141-142. maddelerini yürürlüğe soktuğu bu dönemdeki yasa ile her türlü muhalefetin yasaklanması, komünist fikirlere sahip olmanın devlete karşı cürüm işlemek olarak görülmesi istanmiş ve suç sayılmıştır. Nâzım bu faşist tedbirlerin en yakın mağduru ve şahidi olmuştur. Bugün Nâzım’dan Kemalizm üzerine eleştirilerini göremeyenlerin bu dönemin koşullarında kendileri ne yapabilirlerdi diye sormak yerinde olurdu. Bilmek isteyenler için tekrar söylemek gerekirse Nâzım’ın kemalist diktatörlük üzerine düşünceleri Komintern’in ve TKP’nin değerlendirmeleri ile aynı çizgide olmasının yanı sıra, bir de TKP içinde Kemalizm üzerine yürütülen tartışmalar vardır. Yer yer Nâzım’ın da bu konu hakkındaki düşüncelerinin esasta doğru komünist çizgide olduğu da görülebilir. TKP içinde Dr. Şefik Hüsnü ile yaptığı bir tartışmanın örneği olarak Nâzım 20’li yılların ilk yarısında şöyle söylüyordu:
“Fikirlere iştirakle beraber Kemalizm’in bidayette halka nisbi bir demokrasi vermesi, her burjuvazinin, derebeyliğe karşı mücadelesinde düşmanlarını ezinceye ve diktatöryasını temin edinceye kadar kitlelere biraz demokrasi verir ve bu düşmanları imha ettikten sonra diktatöryasını kurarak hâkimiyetini sürer. Bunun ikinci vechesi de her burjuvazinin “demokrasiyi” bir an için vermesi iktisadi sebeplerden ileri gelmesidir. Burjuvazi iktidara yerleştiğinde bir demokrasi vaki değildir. (Eski Türkçe, CD22, Klasör 28-36 Belge 6 –devamı)”(Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet, s.71, Erden Akbulut, TÜSTAV)
Yine çok bilinen şiirleri arasında yer alan 28 Kanunisâni adlı şiirinde Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişinde Mustafa Kemal’in ne şekilde rol aldığını belirtmişti. Şiir 1923 yılında Moskova’da bulunduğu dönemde yazılmıştı. Tabii şiir Türkiye’de henüz sansürlü olarak yayımlanmakta. Yapı Kredi Yayınları Tüm Şiirler’de şiir (…) şeklinde sansürlendiği yerde Sofya baskısında sansürsüz olarak şöyle yayımlanmıştı;
“Burjuva Kemal’in omzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kâhyanın cebine inmiş
Kâhya adamların donuna.”
(Toplu eserler Sofya 1967, Cilt1, s.79), (Nazım Hikmet’i Sansürlemek, Nazım Hikmet Kolektifi, Yazılama Yayınevi s.61)
Şiirde 15’lerin katli anlatılırken sansür yoluyla M. Kemal tamamen olayın dışında tutuluyor. Okuyanlar bu olayın gelişmeleri karşısında öfkelenirken maalesef gerçek içeriğinden yoksun bırakılıyor. Nâzım’ın Kemalizmle olan düşmanlığı 20’li yılların daha başında ortadadır aslında. Bu şiire benzer daha birçok sansürlenmiş eseri gerçek içeriğinden saklanıp çarptırılmaya çalışıldı. Bu eserlerin Nâzım okurları ile paylaşılması ve değerlendirilmesi de başka bir görev olarak duruyor.
Bilindiği üzere Nâzım yargılandığı davadan 29 yıla yakın hüküm giymişti. Yıllar içinde birçok politik mahkûm, savaş suçlusu, “vatan hainleri”, bunlara dinci-şeriatçı gruplarda dâhil beraat ettirilmiş. Aflardan yararlanmalarına rağmen Nâzım bu olanakların hiçbirinden yararlanamamıştı. Bunun sebebi, başta M. Kemal olmak üzere, ikinci adam İ. İnönü ve her konuda söz sahibi olan, devletin etkili ismi, dönemin Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak olmak üzere Nâzım bağlamında komünizme duydukları nefretten dolayıdır. Her koşulda Kemalizm’den ve onun ehliyetinden uzak durmaktan başka elinden bir şey gelmeyen Nâzım’ın mektubunda Atatürk’e övgüde bulunması ve af ondan dilemesi inandırıcı gelmiyor. Bu yukarıda da değindiğim gibi Nâzım’ı kendi düşüncelerine yamamağa çalışanların yarattığı bir Nâzım’dır.
Komünist cepheden de gelen en büyük eleştiri bilindiği üzere bu mektup olmuştur. Mektupta özetle Kemalizm’den (dikkat edilirse sadece M. Kemal’den değil, karşıtı olduğu kemalist ideolojiden de aynı zamanda) ve onun inkılâplarından af dilemiş olması onun komünist kimliğine uymayan fikridir. Evet, böylesi bir mektup içerik olarak hangi koşulda ve hangi duyguyla yazılırsa yazılsın mektubun Nâzım gibi bir komüniste yakışmadığı söylenebilir. Gerçek anlamda Nâzım’ı okuyan ve tanıyan komünistlerin bu mektubu görmezden gelmeleri mümkün değil. Fakat her komünist gibi ben de, öğrendiğim ilkelerden de yola çıkarak, eserleri ile tanımaya çalıştığım, araştırdığım Nâzım Hikmet’in görüşlerine aykırı bu mektuba içgüdüsel olarak, proleter bir kuşkuyla yaklaşma ihtiyacı duydum.
Bilindiği üzere kuşkuculuk bilimin ilk adımıdır. Sadece ilkel duyguların karmaşıklığı olarak kavranmamalı. Herhangi bir konuda haksızlık yapılması bizim gözden kaçıracağımız bir olgu olmamalı. Bu nedenle Nâzım’ın yazdığı iddia edilen bu mektuba kuşku ile yaklaşmak doğru olandır. Her şeyden önce mektubun üslubu ve dili Nâzım’ın dili ve üslubundan farklıdır. Nâzım’ın diğer mektuplarını okuyanlar daha iyi fark edeceklerdir. Mektupta içerik olarak ise Kemalizm’e körü körüne hayranlık içinde olan biri çıkar karşımıza. Bu durum karşısında Nâzım bir af mektubu yazsa bu dili mi kullanırdı, diye sormak da gerekiyor.
Nâzım cezaevinde iken umutsuzluk içinde bir daha özgür olamayacağı düşüncesine kapılmış ve karısı Piraye’ye mektuplar yazmış, şiirlerinde bunu dile getirmiştir. Şiirleri müebbetlik bir tutsağın hapishanede nelerle uğraşabileceği, çok defa yaşama tutunma ile dolu olan şiirlerdir. Harp Okulu davasından 15 yıl, Deniz Harp Okulu davası ile de toplam 28 yıl 4 ay ağır hapse mahkûm edilmişti. Nâzım, devletin kendisini hiçbir koşulda serbest bırakmayacağını bilerek geçiriyordu günlerini. Ailesi de bu durumu çok iyi biliyor ve dayısı Ali Fuat Cebesoy bu durumun düzeltilmesinin tek yolunun hükümetten ve Mustafa Kemal’den af dilemesi ile çözülebileceğini yakınlarıyla paylaşıyordu. Bildiğiniz üzere Ali Fuat, Mustafa Kemal’in yakın yaveri ve önemli bir bürokrattı. Fakat o bile komünistlik söz konusu olduğunda devletin ve Kemalizm’in çıkarlarına göre davranıyordu. Mareşal Fevzi Çakmak’ın “afla çıksa bile hapisten ölüsünün çıkacağı” dediği bu dönem Nâzım için kara günlerin başlangıcıydı. Tek isteği ise aftan ve anayasanın kimi maddelerinden yararlanmaktan daha çok sivil bir cezaevine nakledilmesi idi. Bunu o dönem şiir ve mektuplarında okuyabilirsiniz. Nâzım’ın yargılandığı davada Harp Okulu öğrencileri ile birlikte yine bu davadan tutuklu Kemal Tahir’inde yargılanması kamuoyunun ve gazetecilerin gündemindeydi. Yargılamaların başladığı bu dönem içinde Türk yargı sisteminde ve mecliste çok konuşulan daha bir dizi konu vardı. Cumhuriyet ve hükümet karşıtı olaylarla sonuçlanmış mahkûmiyetlerin affı da gündemdeydi. Nâzım’ın tutukluluğunun ve Harp Okulu davasının bu af kapsamında değerlendirilmesini gündeme getiren fikirler çok yaygındı. “Hükümet katında bu işi nasıl düzeltelim? Sorusu gündeme gelmişti.” (N. Hikmet Gerçek Yaşamı Kemal Sülker Cilt3, s.138 İleri yayınları)
Bu dönemde Nâzım’a yönelik saldırılarının anlaşılabilmesi için komünizmin devletin üst kademelerinde nasıl büyük bir tehlike olarak görüldüğü önemlidir. Nâzım’ın komünistliği söz konusu olduğunda kemalistlerin gerçek yüzünü ortaya seren siyasi atmosfer de önemli rol oynar. Zira Nâzım bu siyasi yapının faşist tutumu yüzünden hukuksuzca yargılanmıştır. 1938’in bu ilk yarısında esasta Nâzım’ı yargılayanların başta M. Kemal olmak üzere devletin kemalist kanadı olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Kemal Sülker bu dönemi şöyle anlatıyor.
“Askeri Yargıtay’daki bazı hâkimlerin dosya hakkında bilgi edindikten sonra, “kararın esastan bozulması gerekir” yorumuna karşın yine en üst makamdan aksi kanaatin belirtilerek mahkûmiyette ve tasdikte ısrarın tebliği, Nâzım Hikmet’in haksız mahkûmiyetten kurtarılmasını önlemişti.”(aynı yerde s.138)
Bilindiği üzere tek adam rejiminin hüküm sürdüğü bu dönemin sonucu olarak Nâzım böylece devletin istediği gibi mahkûm edilmişti. Yasalar hiçbir şekilde Nâzım Hikmet’in yargılandığı bu davaları aklamaya yetmiyordu. Bu durumun hukuki sonuçlarının problem olacağına kanaat getiren bazı hukukçular hükmün yasa dışı olduğunu da görüyordu.
Millî mücadele yıllarında en ağır suçlarla yargılananların afları tartışılırken Nâzım’ın bu yargılamalarda haksız yere tutuklanması hükümet içinde de rahatsızlık vermişti ve yeni af tasarısı ile birçok milletvekili Nâzım’ın da serbest kalmasını öngörüyordu. Bu tasarı “150’ler” olarak bilinen “vatan hainleri” ve cumhuriyet karşıtlarının cumhuriyet karşıtlarının affedilmesi demekti. Fakat Mustafa Kemal’in uygun gördüğü bu tasarıdan sonra cumhuriyete karşı işlenmiş en ağır suçların affı; buna M. Kemal’e suikast girişiminden mahkûm olmuş suçlular da dâhil serbest bırakılmıştı. Bu kapsama Nâzım ve diğer komünistler dâhil edilmemişti.
Basın üzerinde de yoğun bir baskı vardı. 3527 sayılı Af Kanunu’ndan Nâzım’ın yararlanmamasının perde arkası gazetelerde yoruma kapatılmıştı.
Nâzım’ın bu davalarda kendisine karşı girişilen hukuksuzluğun bilincinde olmayıp, bunu kendisine yönelik sıradan bir yargılama olarak kavramakla yetineceğini düşünenler olabilir. Bu sebeple yasal yollara başvurarak suçsuzluğunun mücadelesini verebileceği düşünülür. Nâzım’ın ve bütün bu gelişmelerin içinde bulunanların çok iyi bildiği gerçek ise Nâzım yargılandığı davada öğrencileri isyana teşvik etmekten değil, komünistliğinden dolayı yargılanır; ondan etkilenen işçi ve emekçilerin gelişmesini engellemek için girişilen bir komplo olduğu açıktır. Nâzım’ın kendisi de bu davayı seyreden herkes de bunu biliyordu.
Nâzım gibi bir komünistin kendisini bu denli hukuksuzca yargılayanlardan hâlâ ümit beklemesi büyük bir iyimserlik olurdu sanırım. Kendisine karşı düzenlenmiş bu alçakça komplo karşısında af dilemesi Nâzım’ın sonraki yaşamı içinde de mücadeleye olan inancı, komünist kimliği göz önüne alındığında bu konunun kolayca geçiştirilemeyeceği önem kazanmış olur.
Mayıs 1938’de Mustafa Kemal’e verilmek üzere hazırlandığı söylenen mektubun, hukukun alenen siyasallaştığı atmosfer içinde yazılmış olması yukarıda değindiğim gibi kuşkuları da beraberinde getiriyor. Mektubun bir kere Nâzım’ın üslubuyla alakalı olmadığını belirtmiştim. Yazıldığı yer ve tarihsel koşullar ile değerlendirildiğinde M. Kemal’e iletilme biçimi de başka kuşkuları uyandırmıyor değil. Erkin (muharebe kruvazörü) gemisinde askeri mahkemece yargılanan ve hiç de insani olmayan yaşam koşullarının dayatıldığı, depodan bozma, ışık görmeyen, çürümüş demir ve lağım kokularının içinde günlerini geçiren Nâzım’ın bu koşullar içinde Atatürk’e verilmek üzere bir mektup yazdığı biliniyor. Mektubun nasıl yazılıp verildiğini ise “Nazımolog” olarak bilinen Kemal Sülker kitabında şöyle anlatıyor:
“17 Ağustos 1938 Çarşamba günü ziyaret saatinin bitimine yakın Hâkim Haluk Şahsuvaroğlu, Erkin’den Nâzım’ı çağırtmıştı. Nâzım, bu davete anlam vermemişti ama giyinmiş çağrıya uymuştu. Şahsuvaroğlu, İstanbul’a gideceğini bir isteği varsa söylemesini, postaya vereceği mektup varsa götüreceğini, kitap filan arzu ediyorsa alabileceğini söylemişti. Nâzım hemen Atatürk’e yazdığı mektubu postaya vermesini rica etmekle yetindi. Şahsuvaroğlu da: “memnuniyetle” diye, yine Nâzım’ın erkine dönmesini sağladı.” (Aynı yerde s.209)
Sonrası malum. Mektubun cumhurbaşkanlığına kadar ulaştığı biliniyor. Bu mektubun Nâzım tarafından yazıldığına dayısı Cebesoy’un iddiası doğrultusunda inanıyoruz. Fakat mektubun bir türlü Atatürk’e ulaştırılamadığı ve sonrasında Atatürk’ün ölümü gündeme geldiği biliniyor.
Askeri gemide yargılanan ve tutuklu bulunan birinin içinde bulunduğu hiç de insani olmayan koşullar göz önüne alındığında, Kemal Sülker’in de anlattığı ve herkesin kabul ettiği bu hikâyenin pek de inandırıcı gelmediğini bir kez daha vurgulamak isterim. Az çok Türk askeri hiyerarşisini ve onun katı kurallarını bilenler anlayacaklardır. Üstelik bu “iyiliği” yapan Nâzım’ı yargılayanlar arasında yer alan Binbaşı Haluk Şahsuvaroğlu’nun olması ve Nâzım gibi bir mahkûm ile kendisinin birlikte yan yana ve ona yardım eder pozisyonda durması da akla yatmıyor. Yargılandığı dava zaten askeri bir dava. Askeri öğrencilerin Nâzım’la ilişkisinin, Türk askeri hiyerarşisini dikenleri üstüne dikmiş ve Nâzım’a her türlü işkenceyi mubah görmüşlerdi. Neden, Nâzım’a yardım edilmek istenir? Bu bireysel bir yardım olamaz. Nâzım gibi bir komünist bir mektup yazmışsa bundan en yüksek mertebedeki askerin mutlaka bilgisi olacaktır, olmuştur da. Mareşal Fevzi Çakmak’ın her koşulda Nâzım’ın kalemini kırdığı da biliniyor. Bu sebeple “mektup hikâyesi” başka bir oyunun parçası olarak duruyor. Tabii bunu bilemiyoruz. En akla, yatan mektubun yayımlandığı tarihsel süreç içinde Nâzım’ın Kemalizm’e yamanmak istenmesi olabilir. Buna sol ve sosyalist hareketleri Kemalizm içinde eritmeye çalışmak da eklenebilir. Zira dönemin sözde sosyalistlerinin Kemalizm’e uzak olmadıkları biliniyor. Nâzım gibi bir enternasyonalist şairin kemalistliği onların bu görüşlerini fazlası ile meşrulaştırmaya yetecektir de kuşkusuz. İşte tam da bu süreçler ele alındığında Nâzım’ı yeniden değerlendirmek ve anlamak daha da yerinde olacaktır. Bu konuda Nâzım’ın da “beni dostlarımdan koruyun ben düşmanlarımla baş ederim” dediği sözünde başta “Kadro Dergisi” çevresi olmak üzere eski yoldaşlarının tutarsızlıklarına kendisinin de şahit olmuş olmasıdır. Bunca yıllık hapisliğine rağmen bir kez olsun inançlarından vazgeçmeyen Nâzım, bu hainlerin yolundan gitmeyi düşünmedi bile. Bu çevrenin kendisi için düşündüklerini ve kendi yanlarına çekme çabalarını boşa çıkardığını biliyoruz. Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevki Yazman, Burhan Asaf Belge bu çevreyi oluşturmaktadır. Bunlar ya iktidar içinde kendilerine yer bulmuşlar ya da kendi ticari kaygılarına düşmüş kişiler olmuşlardı. “Kadro Dergisi” adı altında toplanan bu kesimi Nâzım neo-faşist olarak nitelendirmiştir. Hatta onlar için yazdığı bir şiirinde şöyle betimler:
“Kardeşler!
Onlara sokakta rastlarsanız eğer
Ölümü görmüş gibi çevirin başınızı
Kirpiksiz sarıgözler gözünüze bakarken
Arkadan sırtınıza bir bıçak girebilir.”
Eski yol arkadaşlarının Nâzım’ın tahliyesinden sonra onu T.C.’nin şairi yapma girişimlerini, özellikle Şevket Süreyya Aydemir’in bunu Nâzım’ın ölümünden sonra da devamlı çabaladığı bilindiğinde bu oyunların iç yüzü daha da iyi anlaşılır oluyor. Bu konuda Şevket Süreyya mektubun bir kopyasının kendisine emekli bir amiral tarafından iletildiğini 11.08. 1975 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan bir makalesinde dile getirmiş ve mektuba ilişkin sevincini tekrar paylaşmak istediğini belirtmiştir. Bunun için makalesinden şu bölümü okumak yeterli olacaktır.
“Bu saygılı mektup. Nâzım Hikmet’e yaraşan saf, açık ve onun iç âlemini olduğu gibi veren bir özgür kişilikle, o zaman hayatta bulunan Cumhurbaşkanı Atatürk’e yazılmıştı. Gerçi bu mektup evvelce, Ankara’da yayınlanan 3 Şubat 1967 tarihli Yön dergisinde de yayınlanmıştır. Ama gine de her zaman için önemli bir anlam taşır. İstedim ki bu vesile ile onu daha geniş okuyucu kütlelerine de tanıtayım.”
Şevket Süreyya’nın Kemalizm’e ve onun inkılâplarına duyduğu hayranlığa tercüman olan “Nâzım Hikmet imzalı bu mektup” karşı konulmaz bir şekilde anlam kazanmıştır. Nâzım ile olan eski arkadaşlığı-yoldaşlığını da kullanarak görüş birliğine kadar vardırmaya kılıf aradığını da görüyoruz.
Mektubu ilk olarak 1967 tarihli Yön Dergisi’nde okuduğunu kendisi de doğruluyor. Bu mektubun ilk yayımlanışı Yön Dergisi’nin 201. sayısındadır. Öncesinde bu mektubun varlığı üzerine söylentiler olduğuna çeşitli röportajlarda değinildiğini biliyorum fakat resmi olarak ve yorumsuz bir şekilde yayımlanan mektup ilk kez burada görülmektedir. Tabii dönemin sol-sosyalizm adına hareket eden çevrelerinde Kemalizm’i devrimcilik olarak görüp, onu soldan sahiplendiklerini bildiğimiz yerde, mektubun ne sol çevrelerde ne de iktidarda herhangi bir refleks uyandırmadığını da görüyoruz. Mektubun Şevket Süreyya’da olduğu gibi bazılarını mutlu eden bir yanı da oluşmuştu üstelik. Yine aynı sayıda yer alan Yön sayısına atıfta bulunan Aydemir’in, derginin 10 ve 11. sayfalarında yer alan ve “Nâzım Hikmet Ankara’da” başlığıyla yayımlanan röportajı kendisi ile tezat oluşturur türden. Bu röportajda Aydemir, Nâzım’a şöyle söylediğini açıklıyor:
“Bak bende senin yolundan geldim buradayım. Hiç kimseye de destan yazmış değilim. O senin saldırdığın ve bizi –golf pantolonlu Kadrocular– diye yerdiğin Kadro neşriyatında, mesela benim bu neşriyata temel olan –İnkılap ve Kadro– isimli eserimde, hatta Atatürk’ün bile tek defa adı geçmez. Ama onun eserini izaha çalışırım. Çünkü bu esere inanıyorum. Milli kurtuluş Mücadelesi, senin sandığın gibi peyk (eskimiş, bir başkasının güdümünde olan – Oxford Languages çevirisiyle) değildir. Dünya ölçüsünde etkileri olan, orijinal, örnek bir milli harekettir. Bu hareketin önderi de Mustafa Kemal ve bizim devletimiz Türkiye’dir. Onu ve ülkemizi tanımaya çalışmalıyız. Ve bu, büyük bir iştir. Ama sen, ben veya başka aydınlar onun hüviyetini işleyip onun derinleştirecek esasları, mesela devletin iktisadi hayata ön planda bir müdahalesi ile aşırı sınıf tezatlarının önlenmesi yollarını araştırmazsak, o zaman bu harekette soysuzlaşır. Hakikaten peyk olur.”
Aydemir burada Atatürkçü olmadığını ama onun eserini sahiplenmek gerektiği türünden laflar ederek, onu geleceğe taşıma görevini kendinde görüyor ve buna Nâzım’ı da alet etmeye çabaladığını itiraf ediyor. Nâzım ise cevabını “Cevap Numara Dört” isimli şiirinde açıkça dile getiriyor. Üstelik kendisinin de itiraf ettiği; Nâzım’ın Kemalizm’i eskimiş, bir başkasının güdümünde olan (Peyk) bir hareket olarak nitelendirmesi de bir kenara not edilmelidir.
Bu sözde mektubun, Nâzım’ın henüz hayattayken doğrulandığına dair belgeye, yapmış olduğum araştırmalar içinde rastlamadım. Nâzım’ın kendisinin de mektup hakkında düşüncelerini röportajlarında doğruladığına dair herhangi bir tavır yok. Ölümünden sonra ortaya çıkan bir mektup hakkında Nâzım’ın ne söylediği kuşkusuz çok daha belirleyici olurdu.
Nâzım’ı Mustafa Kemal’e ve Kemalizm’e yamamaya çalışanların anlamak istemedikleri gerçek ortada aslında. Nâzım bu davalardan hüküm giydiği dönem M. Kemal henüz hayatta ve Hatay’ın işgali üzerine en aktif süreçlerinden biri yaşanıyor. Henüz Türk siyasetinde ve bürokraside tek söz sahibi M. Kemal’dir. Tüm dünyanın izlediği böylesi bir davayı görmezden geldiğini düşünemeyiz. Nâzım gibi bir komünistin hücreye tıkılması M. Kemal için de Türk devleti için de en “hayırlı” olanıdır demek yanıltmaz bizi. Kimse bu konuda Atatürk’ün bu işi kotarabileceğini düşünmesin; bizzat Mustafa Kemal ve askeri organlarının verdiği karardır bu.
Bu yargılamaların sonuçları ve Nâzım ile birlikte Türkiye Komünist Hareketi’ne girişilen karşı saldırıların sonuçlarını tarih çok acı ödedi. Gelişmelerde kuşkusuz komünist hareketin seyri içerisinde komünistlerin ve başta TKP yöneticilerinin hataları söz konusu. Bu hatalar aynı zamanda Nâzım’ın da hataları olarak duruyor. M. Kemal’e yazıldığı iddia edilen bu mektubun ise içerik olarak başta genç komünistler olmak üzere Dünya Komünist Hareketi’ne kötü bir hata olarak anılması, diğer hatalarının dışında Nâzım’a yakıştırılamayacağı kanaatindeyim. Bu sebeple Nâzım’ı ve onunla simgeleşen komünistliği bu kara lekeden kurtarmak gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz bu genel olarak Nâzım’ın mücadele yaşamı ve komünizme olan inancı bağlamında çok bir şey değiştirmeyecek, fakat Nâzım gibi bir komünistin de daha yargılamalarının ilk günlerinde böylesi bir hataya bu gelişmeler içinde düşemeyeceği inancına da sahibim. Sevdalınız komünisttir! Nâzım Hikmet bizimdir!
Ocak 2022
“NÂZIM HİKMET VE KEMALİZM ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE” BAŞLIKLI YAZIYA DAİR
Güney
M. İpek, yazdığı yazıda doğru olarak burjuvazinin, burjuva aydınlarının Nâzım’a sahip çıkmalarının sahtekârlık olduğunu belirtmektedir. Devamla: “O’nu ve eserlerini burjuva aydınlarının değerlendirdiği gibi tanıtmak ve burjuva övgüleri ile ele almak Nâzım’a yapılmış en büyük haksızlık olurdu. Zira bizim tanıdığımız komünist Nâzım alkışlanmayı değil, fikirleri ile anlaşılmayı yeğlerdi. Nâzım’ı işçilerin emekçilerin gözünden düşüremeyenler, bu kez onu sahiplenerek unutturmaya çalışmışlardır. Burjuvazinin onlarca yıl süren bu ikiyüzlülüğü hiç bitmedi, bitmiyor. Eserlerini ve hayatını en basit romantizm masallarıyla sulandırmaya çalıştılar. Mezarı başında timsah gözyaşları dökmeye, yani Nâzım seviciliğine soyundular.” M. İpek yazısının devamında, burjuva milliyetçilerinin, burjuva aydınlarının ve ‘Sol’ cenahtan gelen eleştiriler üzerinde de duruyor. Nâzım’a yöneltilen saldırıları teşhir ediyor. M. İpek’in bu bağlamda getirdiği eleştiriler doğrudur.
Arkadaşın yazısında esas olarak bize sorunlu görünen yaklaşımları üzerinde durmak istiyoruz. Arkadaşımızın yazdıkları şöyle:
“Diğer bir eleştiri ise Nâzım’ı Kemalizm’e yakın olmakla, ya da en kötüsü kemalist olmakla itham etmek. Nâzım’a giydirilmeye çalışılan “kemalistlik” kemalistlerin avuntusu olabilir ama komünistlerin tek yanlı eleştirisi olamaz; olmamalıdır.”
“Mustafa Kemal’e yazdığı bilinen mektup ile başka türlü haksızlık yapıldığını düşünmek zorundayız.” (…) “1925 ile başlayan ve Takrir-i Sükûn kanunları ile başta Kürt ulusal hareketini bastırmaya çalışan faşist oligarşi buna paralel olarak, en büyük düşmanı komünizme de açıktan saldırıya geçmiştir. Tüm bunların yaşandığı Mustafa Kemal cumhuriyeti içinde Nâzım’ı hâlâ Kemalizm’e hayranlık beslediği şeklinde itham edilmesinin mantıklı bir açıklaması yok. Dünyada esen faşizm rüzgârı içinde gelişen CHP’nin ve T.C.’nin 1936’da Mussolini anayasasını kendi anayasasına taşıması ve 141-142 maddelerini yürürlüğe soktuğu bu dönemdeki yasa ile her türlü muhalefetin yasaklanması, komünist fikirlere sahip olmanın devlete karşı cürüm işlemek olarak görülmesi sağlanmış ve suç sayılmıştır. Nâzım bu faşist tedbirlerin en yakın mağduru ve şahidi olmuştur. Bugün Nâzım’dan Kemalizm üzerine eleştirilerini göremeyenlerin bu dönemin koşullarında kendileri ne yapabilirlerdi diye sormak yerinde olurdu.”
Esas mesele şu: M. İpek, “Nâzım’ın Atatürk’e mektup yazması”nı inandırıcı bulmuyor. Nâzım üzerine kitap yazanların birçoğu Nâzım’ın Atatürk’e mektup yazdığını ancak bu mektubun dönemin İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından Atatürk’e iletilmediğini belirtiyor. Arkadaş, Nâzım’ın böyle bir mektubu yazmış olabileceğini kabullenmiyor.
O hâlde Nâzım’dan bazı alıntılar yaparak, Nâzım’ın kemalistleri ve Atatürk’ü nasıl değerlendirdiğine bakalım:
Nâzım cezaevinden oğluna yazdığı bir mektupta Mustafa Kemal’i “Büyük adam” olarak değerlendirir ve kendine göre bir “Büyük adam” tanımlaması yapar. Şöyle yazar:
“Oğlum,
Mektubunu aldım. Cevabını veriyorum işte:
Evvela şunu tarif edelim: Büyük adam kime derler? Büyük adam diye, kendi sahasında akseden tarihin gidişini en önde geçen, tarihin dönemeç noktalarında rehberlik eden insana derler. Bu bakımdan ya dünya ölçüsünde ya kendi memleketi ölçüsünde, her sahada büyük adamlar vardır. Bu ölçüyle, mesela: Mustafa Kemal, Mimar Sinan, Şeyh Bedreddin, bizim ölçümüzde büyük adamlardır. Büyük Petro, mesela, Rusya ölçüsünde; Washington, Amerika ölçüsünde; Lenin, Marx, Shakespeare, Beethoven filan hem kendi memleketleri hem de dünya ölçüsünde büyük adamlardır. Ha, Bedreddin ile Mustafa Kemal’in de dünya ölçüsünde rolleri vardır. Ama mesela, Napoleon Bonaparte büyük adam değildir, Yavuz Sultan Selim büyük adam değildir. Şu yukarda söylediğim ve benim şahsen doğru bulduğum tarife göre. Mesela Nef’i filan gibi şairler büyük şair bile değildir. Ama Fikret büyük şairdir. Dünya ölçüsünde pek genişliği olmasa da herhâlde memleketi ölçüsünde ve yakın şark memleketleri ölçüsünde. Ama Akif büyük adam değildir. Velhasıl büyük adamı, tarihin akışı içinde o akışa tesiri bakımından mütalaa etmek ve ona göre hüküm vermek lazımdır. Pastör büyük adamdır. Ama Kanuni Sultan Süleyman’ın ne memleketi ne de dünya ölçüsünde bir büyüklüğü yoktur. Sultan Orhan, buna karşılık, elbette ki kendi memleketi tarihinin akışındaki rolü bakımından büyük adamdır.” (“Cezaevinden Mehmet Fuat’a Mektuplar-2”, Nâzım Hikmet, s.23, Adam Yayınları, On İkinci Basım, Ekim 1998, İstanbul)
Burada Mustafa Kemal’in kendi döneminde eşitlikçi düşünceler savunan Şeyh Bedreddin ve sosyalist devrimin önderlerinden komünist Lenin ile aynı kategori içinde sayılması, Mustafa Kemal’e hayırhah yaklaşımın ifadesidir.
“Taşkent Asya-Afrika Yazarlar Kurultayı’yla Doğrudan Doğruya Yahut Dolayısıyla Yahut Büsbütün İlgisiz Düşünceler” Başlıklı Yazıda Nâzım şöyle diyor:
“Oturum başladı. Hatibi dinliyorum. Halkının giriştiği milli kurtuluş savaşından, sevinçli bir destan okur gibi söz ediyor.
Düşünüyorum. Benim halkım, Türkiye halkı, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizme karşı ayaklanan kahramanların ön safında gelir. Lenin ki yüzyılımızı sosyal devrimler ve milli kurtuluş hareketleri devri diye müjdeledi, benim halkım bu müjdenin gerçekliğini ispat eden ilk halktır. Sovyetler Birliği’nin de yardımıyla, hem de nasıl, emperyalizmi yenen ilk yarı-sömürge benim yurdumdur. Ankara’dan İzmir’e, İzmir rıhtımlarından denize emperyalizmi süren atlıları Atatürk’le Frunze yan yana teftiş ettiler. O devirlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde söylenen söylevler, “Kahrolsun Emperyalizm!” cümlesiyle biterdi.” (“Nâzım Hikmet, Yazılar-5, 1937-1962”, s.128, Adam Yayınları, İkinci Basım, Kasım 1992, İstanbul)
Doğru, ama yarı doğru. Türkiye’de denize emperyalizmi süren atlıları Sovyetlerin temsilcisi Frunze ile birlikte teftiş eden “Atatürk” ve onun önderliğindeki Ankara hükümeti, daha T.C. kurulmadan, komünistlere karşı sürek avının da sorumlularıdır. Mustafa Kemal’in “ulusal kurtuluşçu yanını öne çıkarıp, anti-komünistliğini, burjuvalığını gözlerden gizlemek, ona ve kemalist harekete nasıl yaklaşıldığını açıkça göstermektedir.
Ülkelerimizde emperyalizme karşı güdük bir mücadele verilmiştir. Hareketin başına geçen Osmanlı askeri bürokrasisisin yüksek rütbeli subayları burjuvazinin temsilcileridir. Bunlar ülkelerimizin sömürgeleştirmelerine yani tam işgale karşı çıkmışlardır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, yarı-sömürge, yarı-feodal yapı olduğu gibi korunmuştur. Savaş, esasta emperyalist büyük güçlerin kendi karar gücü olarak kullandığı Yunanlılara karşı verilmiştir. Olgular böyle olduğu hâlde Nâzım harekete daha farklı anlamlar yüklemektedir. Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal’in burjuva olduğunu biliyordu. Doğu ülkelerinde ilk defa emperyalizme karşı güdük de olsa bir mücadele gelişiyordu. Bu yüzden destek verdiler.
“İki Kitap” başlıklı yazıda Nâzım şöyle diyor:
“Son zamanlarda Avrupa matbuatı Türkiye ile yakından alakadar olmaya başladı. Hemen hemen her gün, ecnebi gazetelerinden birinde bir makaleye tesadüf ediyor, bize dair yeni bir kitap neşredildiğini duyuyoruz. Bu eserlerin içinde çok değerlileri vardır. Mesela son zamanlarda, memleketimizde bulunmuş olan iki Avusturyalı diplomatın yazmış oldukları eserler cidden dikkate şayandır.
Orta elçi Von Kral’ın eseri Kemal Atatürk’ün Memleketi’dir. Bay Kral, eserinde vesikalara dayanarak Kurtuluş Savaşı’mızı anlattıktan sonra, modern bir devlet kurulması için bütün devrimleri, kanunları, bunları yaşatmak üzere kurulan müesseseleri incelemektedir.
Kitabı okuyanlar, Kemalist Türkiye’nin ilk çağları olan Sivas – Erzurum Kongresi’nden 1935 sayım hareketine kadar, bütün devrimlerini kavrayabilirler.
Bazı Viyana gazeteleri, bu eserleri fazla Türkiye’den yana bulmuşlardır. Fakat bu tarizleri, M. Kral’ın kitabındaki objektif deliller, tahliller ve bunlardan başka rakamlar susturmaya kâfi gelmiştir.” (“Nâzım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil” Yazılar-1, s.122, Adam Yayınları, Mayıs 1991, İstanbul)
Nâzım’ın buradaki tespitleri, tek adam dönemini iyi gösteren bir yaklaşımın açık ifadesidir. Kemalistler iktidarını sağlamlaştırma sürecinde öncelikle komünistlere ve Kürt hareketine ve işçi hareketine karşı, fakat aynı zamanda burjuva muhaliflere karşı da açık terörü esas yönetim biçimi olarak seçtiler. Şeyh Sait isyanı bastırıldı. İstiklal mahkemeleri kuruldu. TKP’ye göz açtırılmadı. Grevler şiddetle bastırıldı. Mustafa Kemal’in kuruluşuna icazet verdiği burjuva partisi kısa süre sonra kapatıldı. 1925 ve sonrasında da uygulanan faşizmdir. Oysa Nâzım kemalistlere övgüler dizmektedir.
Nâzım, 4.8.1959’da Bizim Radyo’da yaptığı konuşmada şöyle der:
“Sizde zerrece yurt, millet ve hürriyet sevgisi varsa, yurdumuzu bir sömürge hâline getirenlerle savaşmaktır. Atatürk bu vatanı, bu cumhuriyeti ve her şeyden aziz millî bağımsızlığımızı biraz da size emanet etmedi mi?” (“Bizim Radyoda Nâzım Hikmet”, s.100, Tüstav Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2002, İstanbul)
Abdülkerim Kasım, 1958’de Irak’ta askeri darbe yapar. Nâzım bu radyo programında, “Milli Türk Talebe Birliği”nin General Kasım’a gönderdiği telgraf üzerinde durmaktadır. Nâzım burada bir kez daha 1950’den sonra ülkeyi sömürge hâline getirenlere karşı savaşmanın esas görev olduğunu belirtmektedir. Nâzım’a göre Atatürk, milli bağımsızlığı gerçekleştirmiş ve ülkeyi gençlere emanet etmiştir! Kemalist iktidarın yaptıklarına eleştirel bir yaklaşım yoktur. Her şey “Kemalizm”den, Atatürk’ten uzaklaşmakla kötüleşmiştir Nazıma göre.
Nâzım 3.8.1959’da Bizim Radyo’da Mısırlı bir subayla yaptığı konuşmayı şöyle aktarmaktadır:
“Mısırlı yüzbaşıya şöyle karşılık verdimdi:
“Yüzbaşım, Türk subayları babalarının, ağabeylerinin kendilerine bıraktığı emanete hıyanet etmeyeceklerini, etmediklerini, günün birinde elbette bütün dünyaya ispat edecekler. Türk milletiyle, Türkiye halkı ile el ele vererek Sultan Hamit zulmünü yıkan genç subaylarımız vardı. Memleketi Amerika’ya peşkeş çekmek isteyen mandacılara karşı; Sultanın kuvvayı inzibatiyesine, Anzavur haydutlarına karşı, milletle el ele vererek dövüşen subayların başında Mustafa Kemal vardı. Emperyalizmi İzmir’den denize döken Türk ordusunun başında kahraman subaylarımız vardı. Milletin istediğini gerçekleştirip saltanatı, hilafeti yıkan, Cumhuriyeti ilan edenlerin arasında şanlı kumandanlarımız vardı. Yani bugün Türk ordusunu Amerikalıların emrine kumandasına verenleri cehennemin dibine yollamak için savaşan Türk milletinin yurtsever oğulları, subayları vardır.” (Age., s.99)
Nâzım, Menderes dönemi ile Atatürk dönemini kıyaslamakta ve Atatürk dönemine övgüler düzmektedir. Tüm kötülüklerin kaynağı olarak Menderes dönemini görmektedir.
Nâzım Hikmet, Bizim Radyo’da 30.8.1961’de yaptığı konuşmada şöyle diyor:
“30 Ağustos zaferini, milletçe, Türkiye’mizde yaşayan öteki halklarla da kardeşçe elbirliği yaparak kazandık. Ordumuzla halkımız 30 Ağustos’ta bir bütündü. Ordumuz 30 Ağustos’ta halkımızın emrindeydi ve onun için büyük, eşsiz zaferi kazanabildi. Doğu, Batı, Güney Doğu illerimizde köylülerimiz, aydınlarımız, işçilerimiz, esnaflarımız silâhı kapıp İngiliz, Amerikan, İtalyan, Fransız, Yunan emperyalizmine karşı çakmak çalmağa başlamasalardı, çeteler kurmasalardı ne yeni bir Türk ordusu ortaya çıkabilirdi, ne de 30 Ağustos zaferinin güneşi doğabilirdi. Türk halkının, Türkiyeli halkların, büyük yığınlarıyla ayaklanması, büyük yığınlarıyla Büyük Millet Meclisini ve Mustafa Kemal’i desteklemesi, bizi esir bir millet olmaktan, yurdumuzu parçalamaktan kurtardı. Ama sonra zaferimizin bu ana sebebi unutuldu, o zaferi sağlayan halk, Memetçik sözde pohpohlandı, işte her gün biraz daha ezildi, sömürüldü. 30 Ağustos zaferinin yemişlerini bir avuç para babasıyla bir avuç politikacı toplayıp yedi. Sonunda iş oraya vardı ki, Mustafa Kemal bugün anıt kabrinden başını kaldırıp memlekete bir baksa, 1919 yıllarındayız sanacak. Memleketin limanları, tersaneleri, şehirleri, üsleri yabancıların işgali altında. Memleketin iç ve dış işlerinde son söz yabancıların. Ekonomimiz, kültürümüz yabancıların boyunduruğunda. Memleket, satılmış, küçük bir Lâtin Amerika Cumhuriyeti gibi Amerikan emperyalizminin kulluğunda. Başımızdakiler, hangi partiden ve kim olurlarsa olsunlar, bağımsız bir devletin iradecileri değil, Amerikan elçisinin memurları.” (Age., s.153-154)
Nâzım Hikmet, bu konuşmayı 1961’de yapıyor. Yaptığı tahliller, Demokrat Parti dönemine yönelik tahlillerdir. Kurtuluş Savaşı’nı Kuzey Kürdistan-Türkiye halklarının başlattığı bir olgudur. Ancak kazanılan başarı sonuçta Mustafa Kemal’e bağlanmaktadır. Evet, Kurtuluş Savaşı ile Osmanlı’nın bakiyesi bütünüyle sömürge olmaktan kurtuldu. Emperyalist işgal kırıldı. Bu güdük de olsa emperyalizme karşı kazanılmış bir zaferdi. Ancak kurulan T.C., Sosyalist Sovyetler Birliği’nin büyük desteğine rağmen, emperyalist dünyanın bir parçası olarak, bir yarı-sömürge olarak devam etti yoluna. Bu anlamda Nâzım’ın sözüyle konuşursak “esir bir millet” olmaktan gerçek anlamda kurtulamadık. Üstüne üstlük 1925’ten itibaren kemalistlerin zulmü başladı bu coğrafyada.
Nâzım “Kuvayi Milliye” destanında Atatürk hakkında şöyle diyor:
“Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.” (“Kuvâyi Milliye”, Nâzım Hikmet, s.81, Yapı Kredi Yayınları, Birinci Baskı, Ekim 2020, İstanbul)
Yanlış anlamaları önlemek için şunları söylemeyi gerekli görüyoruz. “Kuvâyi Milliye” destanında anlatılan sadece Mustafa Kemal ve diğer üst subaylar değildir. Bu destanda aynı zamanda ve öncelikle işçiler-emekçiler ve köylüler anlatılmaktadır. Nazım, Mustafa Kemal’e çok olumlu yaklaşsa da “Kuvâyi Milliye” destanında öncelikli olarak bu destanın gerçek yaratıcılarının öykülerini anlatır.
“Nâzım, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” başlıklı romanında da Mustafa Kemal’e olumlu atıflarda bulunmaktadır.
Yukarda Nâzım’dan yaptığımız alıntılar şunu göstermektedir:
Nâzım, kemalist diktatörlük altındaki T.C.’nin “iç” ulusal sorunlarının önemini görmeyen ve yer yer açıkça Türk milliyetçisi konumları savunan bir durumdadır. Nâzım’ın bu savunusu, o günkü TKP’nin de çizgisinin birebir savunusudur. Kemalist iktidarın işçi-köylü düşmanı, devrim düşmanı yönü vurgulanıp ona karşı uzlaşmaz sınıf mücadelesinin örgütlenmesi gerekiyordu. Nâzım’dan yaptığımız alıntılardan da görüldüğü gibi Nâzım, kemalistlerin güdük anti-emperyalist “inkılâpçı” yanını öne çıkarıp kemalistlere övgüler diziyor. Bu bağlamda Nâzım Hikmet’in 1938’de “orduyu” ve “donanmayı” isyana teşvikten yargılandığı sırada Mustafa Kemal’e yazdığı –ve ona ulaştırılmadığı– söylenen mektup, Nâzım Hikmet’in ve o günkü TKP’nin görüşlerini birebir yansıtan bir mektuptur. Nâzım’ın Kemalist Devrim’e yaklaşımı ve Mustafa Kemal’i değerlendirmesi TKP değerlendirmelerden farklı değildir. TKP’nin kemalistleri yanlış değerlendirmesi sonucu on beşler katledildi. Nâzım’a göre; Mustafa Kemal inkılâpçıdır! O büyük inkılâplar yapmıştır! O, en büyük kahramandır vb.
(Nâzım’ın yer yer Kemal’i burjuva olarak adlandırması, Kemalizm’i burjuva diktatörlüğü olarak görmesi, O’nun Kemalizm genel değerlendirmesi ile çelişmemektedir. Nâzım TKP gibi Kemalizm’in işçilere, emekçilere düşman olan yanını değil, kendisinden geri olan burjuva muhalefete karşı inkılâpçı yanını öne çıkarıp desteklemiştir.)
TKP, Türk egemenlerinin “tehcir” dedikleri olguyu yok sayıyordu. Sorun en iyi hâlde Birinci Dünya Savaşı’na katılan ve savaş sonunda parçalanan, emperyalist güçler tarafından işgale uğrayan Osmanlı-Türk imparatorluğunun kendini savunma refleksi olarak görülüyordu. TKP, programlarında genel düzlemde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı savunuluyordu. Ancak, Kürtlerin ezilen bir ulus konumunda olduğu ve bu durumdan kaynaklanan hakları savunulmuyordu. Nâzım’da genel tavır olarak ve kendi başına yanlış olmayan çeşitli milliyetlerden emekçilerin birliğini öne çıkaran tavırlar var. Komünist bir sanatçı, tıpkı Yılmaz Güney’in yaptığı gibi ezen ulusun şovenizmini teşhir eder. Ezilen ulusun ayrılma hakkını kayıtsız-koşulsuz savunur. Ezen ulus şovenizmi teşhir edilmiyorsa, ezilen ulusların ayrılma hakkı savunulmuyorsa, bu siyasetin pratik anlamı ezen ulus şovenizmi ile birleşmektir. Nâzım’ın bu konumda olmasının nedeni kemalistleri ve Mustafa Kemal’i yanlış değerlendirmesidir.
Nâzım Hikmet bir dizi şiirinde –örneğin Kurtuluş Savaşı Destanı’nda– emperyalizme karşı mücadeleden söz ederken o mücadelenin içinde çeşitli milliyetlerden emekçilerin omuz omuza yer aldığını belirtmektedir. Son dönemlerinde Bedirxan‘la yazışmalarından Türkiye’de, Kürt ulusunun varlığından söz ediyor. Kürt ulusunun varlığından söz ettiği yerde de emekçilerin birliğini öne çıkarma çabası var. Fakat Türk şovenizmine karşı açık tavır, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ayrı devlet kurma hakkı olarak kayıtsız-koşulsuz savunusu yoktur.
Nâzım, Mustafa Kemal’e övgüler düzen bir mektup yazmış olabilir mi? Bu soruya M. İpek arkadaşımız kategorik olarak hayır cevabı veriyor. Biz TKP’nin ve Nâzım’ın Mustafa Kemal, daha sonra “Atatürk” hakkındaki tavırlarına bakarak, bunun mümkün olduğunu söylüyoruz. Böyle bir mektubun varlığı, Nazım’ın böyle bir mektubu yazmış olması, ya da yazımına onay vermiş olması mümkündür. Böyle bir mektubun geri planında, Kemalist Devrim’i ve kişi olarak da Mustafa Kemal’i olduğundan daha olumlu değerlendirmesi yatmaktadır. Kemalist Devrim, Stalin’in belirttiği gibi “güdük anti-emperyalist bir üst tabaka devrimidir.” Güdük anti-emperyalist devrim, tam işgal tehlikesi ortadan kalktıktan sonra yönünü emperyalist dünyanın bir parçası olarak kalma, onun bir parçası olarak gelişmeye çevirmiştir. Kemalistler iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra kendisinden daha gerici olan güçlere karşı savaşmıştır. Diğer yandan kemalistler kendi iktidarını korumak için solundaki hiçbir güce de gelişme imkânı vermemiş, kendisinden olmayan tüm muhaliflere azgınca saldırmıştır.
Nâzım’ın yazdığı ilk şiirler de açık Türk milliyetçisi şiirlerdir.
Nâzım’ın 1956’ya kadar Stalin’i değerlendirmesi olumludur. Modern revizyonistlerin hâkimiyeti ile birlikte Nâzım’ın bu konudaki tavrı da değişmiştir. Burada saydığımız ve sayamadığımız hatalar, sonuçta bir komünist sanatçının yaptığı hatalardır.
Nâzım, genel değerlendirme içinde ele alındığında önemli hataları da olan, fakat bütün hayatı boyunca yeni, sömürüsüz bir dünya için mücadeleden vazgeçmeyen bir komünist sanatçıdır. Nâzım “Otobiyografi” şiirinde “kadınlarını” aldattığını kendisi yazmaktadır. Nâzım Hikmet’in ne Ermeni “tehciri” ne de Kürt isyanları bağlamında yazdığı bir şiir, bildiğimiz kadarı ile özel bir tavrı yoktur. TKP, Kürt isyanlarının tümünü emperyalizmin satın aldığı Kürt feodallerinin genç burjuva cumhuriyetine saldırısı, gerici ayaklanma vb. olarak değerlendirmektedir vb.
Sonuç olarak Nâzım’ın Atatürk’e yazdığı mektubun gerçek olmadığı, Atatürk’ü ve devrimlerini olumlayan tavırlarının olmadığı şeklindeki yaklaşım, Nazım’ı “bunu yapmış olamaz” şeklinde savunmak yanlıştır.
10 Şubat 2022