Doğruları bilsek de, doğru düşünmeye, doğru davranmaya çalışsak da uygulamak her zaman o kadar kolay olmadı.
Öğretmenlik yaptığım küçük taşra ilçesinde ikinci sınıf öğrencilerini okuttuğum yıl sonbahar yaklaşmış, beklenmedik bir zamanda şiddetli soğuklar başlamıştı. O soğuğa rağmen naylon ayakkabılarının içinde çıplak ayaklarıyla gelen öğrencim dikkatimi çekti. Mehmet:
– Oğlum hava çok soğudu, çorapsız okula gelme, hasta olursun.
– Tamam öğretmenim.
Ertesi gün Mehmet’i yine çorapsız gördüm.
– Oğlum hava çok soğudu, okula bir daha çorapsız gelme!
– Tamam öğretmenim.
Sandım ki kısa bir süre öncesine kadar havalar güzeldi, çocuk üşüdüğünün farkına varmıyor.
Üçüncü gün Mehmet’i yine çıplak ayaklarıyla görünce dayanamadım ve:
– Oğlum sana okula bir daha çorapsız gelme demedim mi? Diye bağırdım.
Mehmet bağırmama alışık olmadığından korkmuş, şaşkın gözlerle bakarak:
– Öğretmenim, çorabım yok, dedi.
Bağırdığım için çok utandım. O gün üç çift çorap aldım. Ertesi gün kimsecikler görmeden çantasına koyduk.
Birileri evlerinde gereksiz stoklar yapmasaydı; birileri kirlenen çoraplarını yıkamak yerine tembellik edip çöpe atmasaydı kim bilir Mehmet okula çorapsız gelmek zorunda kalmayacaktı.
Mehmet’in ailevi durumunu merak edip evlerine gitmeye karar verdim. Haber vermeden gitmek hoş değildi ama haber verecek olsam da hem zahmete hem yoksulluklarına rağmen masrafa girmeye kalkacaklardı. Haber vermeden bir öğle tatilinde Mehmet’le birlikte evlerine gittik. Haber vermeden rahatsız ettiğim için özür diledim.
Yoksulluğun o boyutunu hiç görmemiştim. Kış bulunduğumuz, bir tarafında camı olmayan minderle naylonla kapatılmış odada geçiriliyordu. En küçük, kundaktaki kardeş çok kötü öksürüyordu.
Anne öğle yemeği hazırlamıştı. Evdeki herkesin neden aşırı zayıf olduğunu daha iyi anlamıştım. İyi beslenmeleri gerektiği halde yemekte sadece pirinç pilavı ve çay vardı. Yaşlar geldi gözüme yerleşti.
Oturduk, yemeye başladık. Pirinçler tane tane boğazıma dizildi. Yutkundukça yutkundum.
Ağlamamak için zorladım kendimi.
Önce pencerelerini taktırdım, sonra çocukların direk tüketebilecekleri gıdalar almaya çalışarak onlara iyi bir alışveriş yaptım.
Daha çok yoksula, daha çok çocuğa yardım edebilmek için çırpındığım o günlerde bir arkadaşım:
“Yeter artık! Lütfen Türkiye’de bir öğretmen maaşıyla yapabileceğin yardımın sınırının farkına var.” dedi.
Haklıydı belki. O kadar çok yoksul vardı ki; çok uğraşsam kaçına ulaşabilirdim. Bir öğretmen maaşıyla kaçına yardım edebilirdim. Ama iki elma yerine bir elma yesem de ben aynı ben olacaktım.
MÜNİRE BATKIN