12 Ekim 2006’da İsveç Akademisi Nobel Edebiyat Ödülünü Orhan Pamuk’a verdiğini resmen açıkladı ve bu seçimini yazarın, İstanbul adlı romanıyla “Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler” bulmasıyla gerekçelendirdi.
Yazar Orhan Pamuk, bir İsviçre gazetesine yaptığı “Mademki kimse söylemiyor, ben söyleyeyim. Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü” açıklamasından beri şoven-milliyetçi kesimin saldırganlıklarının hedefi haline gelmişti. Yazarın Nobel Ödülü’nü kazanması bu kesimleri iyice öfkelendirdi ve daha da çamurlaşmalarına yol açtı. Emin Çölaşan, Erol Manisalı gibi bir dizi azılı Türk şovenisti Orhan Pamuk’un Batı Dünyası tarafından “Türklüğü aşağıladığı” için ödüllendirildiğini ileri sürdüler:
“Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt kesti” sözlerini o arkadaş boşuna söylememişti. Ödülü kapmak için bu ve benzer sözleri söylemek, romanlarında durup dururken Atatürk’ü aşağılamak gerekiyordu.” (Emin Çölaşan) Yine aynı cephenin yazarları, Fransız Parlamentosunun “Ermeni Soykırımının reddini cezalandıran” yasanın çıkış tarihinin Orhan Pamuk’a Nobel Ödülü verildiğinin açıklamasıyla çakışmasının da “rastlantı” olamayacağı yönünde dedikodular saldılar ortaya…
Esasen gülüp geçesi geliyor insanın. Ancak, maalesef hiç de komik değil, mesele çok ciddi. Söz konusu olan gerçekten de çirkin bir kampanya ve sinsi bir demagojidir. Ve acı gerçek şu ki, bunların önemsenecek derecede etkisi olmaktadır. Nobel ödülü almanın “Türklüğe küfret ve ödülü kap” basitliğinde olmadığını/olamayacağını bu satırları yazanlar bilmiyor mu? Bal gibi biliyorlar! Biliyorlar ve gayet bilinçli olarak bu demagojilere başvuruyorlar. Bu tür sözlerle birincisi Orhan Pamuk’un bir yazar olarak emeğine saygısızlık edilmektedir ve ikincisi yazarlar, sanatçılar, aydınlar Türk şovenisti baskı ve saldırılarla sindirilmeye, susturulmaya çalışılmaktadır.
Esasen olan-bitene fazla şaşmamak da gerek. Türkiye’de resmi devlet politikasına ve resmi düşüncelere az-buçuk aykırı düşmüş hemen her yazarın, sanatçının, aydının başına gelen aynı şey olmamış mıdır? Nazım Hikmet “vatan hainliği” ile damgalanmış, hapislerde çürütülmüştür… Ömrünün önemli bir bölümünü hapislerde geçiren Aziz Nesin, kimi zaman kazandığı ödülleri teslim alma törenlerine bile gidememiş, postayla gönderilen ödüller karşılaştığı zorluklar sonucu gümrük ambarlarında sürünürken, bunları almaya gittiğinde kendisinden bir de üstüne üstlük para talep edilmiştir. Nerde davetler, törenler, nerde onurlu karşılamalar! Ona maalesef sadece ve sadece sineye çekmek zorunda kaldığı acı ve acıklı durumları mizahıyla okurlarıyla paylaşmaktan başka çare kalmamıştır. Sinemasıyla halkın gönlünde taht kuran Yılmaz Güney de hapislerde süründürülen, “yasaklı” sanatçılardandır. Bunlar ilk akla gelenler ve bu listenin daha epeyce kabarık olduğu bilinen bir gerçek.
Ve T.C. tarihine dönüp bakacak olursak Orhan Pamuk bir yerde “şanslı” bile sayılabilir. Bugün ona medyada daha büyük bir kesim sahip çıkıyor. En azından Orhan Pamuk’un Nobel ödülü almasının ertesinde, medyada ona sahip çıkanların sayısı onu yerenlerden, küçümseyenlerden fazlaydı. Bunda şüphesiz onun “resmi ideolojinin hassas noktaları”yla ters düşse de, sistemi sorgulama sınırının bir burjuva liberal demokratınki kadar olması da rol oynuyor. Diğer taraftan ama iflah olmaz azgın Türk şovenisti çevreyi bir kenara bırakırsak, diğerleri biraz da geçmişteki gaflardan öğreniyor ve soruna pragmatik yaklaşılmasını talep ediyor. “Dünyanın beğenip ödüllendirdiğine, biz niye sahip çıkmıyoruz” anlayışı yaygınlaşmaya başlıyor.
Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü kazanması da bir dizisi tarafından bu çerçevede ele alındı. Dünyanın en saygın ödülünün bir “Türk”e verilmesinin ve bunun bütün dünya haber ajanslarında günün haberi olarak verilmesinin ne kadar önemli olduğu üzerinde duruldu. Bunun Türkçe dilindeki edebiyata ve yazarlara ilginin artması anlamına geleceği söylendi vs. Ve bu doğrudur da. Orhan Pamuk’un kitapları 45 dünya diline çevrilmiş durumda, şimdi daha çok dile çevrilecek, daha çok yayılacak ve dünyada okunacak. Bunun diğer Türkçe dilli edebiyatçılara da ilginin artması bağlamında faydası olabilir. Türk şovenisti kesimin saldırılarına karşı Orhan Pamuk’a destek veren kesimin genişlemesi, bu kesimin Orhan Pamuk’un “sözlerimin ardında duruyorum” dediği açıklamalarla hemfikir olduğu falan anlamına gelmiyor, milliyetçi yaklaşımlardan uzaklaştıkları anlamına hiç gelmiyor… Bu kesim ‘bırakın siyasi açıklamalarını, edebiyata ve ödüle bakın’ türünden bir yaklaşım içindeler…
Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü töreninde yapmış olduğu ve siyasetten bilinçli biçimde uzak duran “babamın bavulu” konuşması da bu kesimi son derece rahatlatmış oldu. Doğrusu, “ülkemde sevilmek istiyorum” diyen Orhan Pamuk’un ‘taktiği’ gayet zekiceydi, ilgi çekici bir konuşmaydı ve çıkış noktası olarak kendisini ve yazarlık dürtülerini konu aldığı ölçüde de gayet samimiydi. Hakkında Edebiyat Nobel Ödülü tarihinde siyasi olmayan konuşma yapmış ilk kişi değerlendirmesi yapılan Orhan Pamuk neden böyle bir konuşmaya gerek duyduğunu şöyle açıklıyor:
“Nobel Ödülü almam benim 32 yıllık çabamın sonucudur. Son birkaç ayda siyasi bir açıklama yapmaktan kaçınmamın nedeni, söyleyeceğim en küçük politik lafın abartılarak büyütülmesi tehlikesiydi. 32 yıllık çabama saygısızlık etmemek için bunu yapmadım. Bu saygısızlığı yapmaya çalışan pek çok kişi var.” (Milliyet, 12 Aralık 2006)
Eh, bu tavır da uyar…
Siyasetten kaçmadığını söyleyen Orhan Pamuk’un siyasetle ilgisi bugüne dek esasen Avrupa tipi burjuva-demokrasisinin özgürlüklerine duyduğu özlem kadar olmuştur. Nobel Ödülü konuşmasında da yinelediği gibi, onun esas ilgisi kendi yazarlığınadır.
Orhan Pamuk’u “dünya okunası buluyor”, ben niye okuyamıyorum?
Nobel Ödülü ister istemez tartıştırıyor. Orhan Pamuk’a Türk şovenistlerinden gelen saldırıların karşısında olmak başka bir şey, Orhan Pamuk’un eserlerini beğenip beğenmemek, Nobel Ödülü ayarı bulup bulmamak başka bir şey…
Nobel Ödülü’nü almasının ardından Orhan Pamuk ve onun kitapları hakkında bir kere daha düşündüm. Her eleştiri eleştirilen nesne ya da kişi hakkında olduğundan çok eleştiren kişi hakkında, beklentiler hakkında bilgi verirmiş, mademki öyle burada yazdıklarımın tamamen sübjektif olduğunun kabulüyle başlayayım işe…
Ve en baştan şunu da teslim etmeliyim ki, ben Orhan Pamuk fenomenini henüz çözmüş değilim! Bu nedenle, ancak eleştiri niyetine kafamda gezen bölük pörçük düşünceleri yazabilirim…
Bütün mesele şurada başlıyor:
Ben Orhan Pamuk’un kitaplarını okumakta zorlanıyorum. Yanlış anlaşılmasın, ben sıkı bir kitap okuyucusuyum, hele hele roman düşkünüyüm. Rus klasiklerini (Dostojevski, Tolstoy, Turgenjev’i…) okuyabiliyorum; Alman yazarları (Goethe, Mann, Böll…), Fransız (Hugo, Balzac…) İngiliz-Amerikan yazarları (Dickens, London, John Irvin…) okuyabiliyorum; Paul Auster gibi post-modern yazarları da beğeniyorum…
Ama ne var ki, Orhan Pamuk’u okumakta zorlanıyorum. Ve gerçekten de kendi kendime soruyorum… Allah allah, dünya Orhan Pamuk’u okunası buluyor, ben niye okuyamıyorum?
Okumadım değil, toplam iki buçuk (!) kitabını okuyabildim. En çok Cevdet Bey ve Oğulları’nı beğendim, onda fazla zorlanmadım. Kar’ı zorlanarak sonuna kadar götürdüm. İstanbul’un 180. sayfasındayım, herhalde yarıda bırakacağım. Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı, Kara Kitap… Hepsine başladım, ama itiraf ediyorum, sonuna kadar okuyamadım. Halbuki elime aldığım kitabı yarıda bırakmak pek huyum değildir.
Bunları yazmamın bir nedeni var tabii ki, neden böyle olduğunu çözmeye çalışıyorum. Şunu da görüyorum, çevremdeki kitap okuyan, edebiyattan anlayan insanların çoğu da pek farklı değil. Diğer taraftan ama Avrupalı aydınların, okurların harıl harıl okuduğunu ve çok beğendiklerini duyuyoruz. Terslik nerde? Anlamak lazım…
Yazar Orhan Pamuk’un kitaplarında büyük bir emek olduğu, araştırmacılık olduğu gayet açık. Fakat benim bir romanı, romancının kitaplarını beğenmem için bu yetmiyor. Roman dediğin, seni alıp sürüklemeli. Seni ilgi duyduğun yaşamlara götürmeli. Yaşama dair yanıt aradığın sorularla yüzleştirmeli. Romanda kendinden birşeyler bulmalısın, mesela başka insanlarla paylaştığın duyguları, dertleri…
Ve okurken hayret etmelisin, benzer yaşam ve duyguları yaşayan insanların nasıl da farklı davranabileceklerine. Roman dediğin seni hem geçmişinle yüzleştirmeli ve hem de yarın için ufkunu açabilmeli. Her ihtimalde güzel okunabilmeli, birkaç saatliğine de olsa sana zaman ve mekânı unutturabilmeli… Ah işte, böylesine iyi bir roman geçti mi insanın eline, hem sayfaları yutarcasına okur, kitabı hemen okuyup bitirme hırsına kapılır, hem de yaşanılan bu büyük zevkten erken mahrum kalmamak için çocuksu bir duyguyla ‘aman ne olur, bitmesin’ diye yalvarır…
Orhan Pamuk’un kitaplarında maalesef bunu yakalayamıyorum. Kitaplarını okurken pek de ilgi duymadığım bir araştırma ya da tarih kitabı okurmuş gibi sıkılıyorum ve sonuçta elimden bırakıyorum.
Sanırım bu Orhan Pamuk’un sınıfsal konumu, seçtiği konular ve bakış açısıyla ilgili.
Orhan Pamuk, kökü Osmanlıya dayanan İstanbul/kentli orta sınıfın çocuğu. Romanlarında (en azından Cevdet Bey ve oğulları ve İstanbul’da) bu sınıfın inişini-çıkışını, dertlerini, günlük yaşamlarını, hayal kırıklıklarını işliyor. Ve bunu yaparken de, örneğin “İstanbul”da, esasta doğunun esrarengizliğini keşfetmek isteyen Batılı okurun ilgisini çekecek biçimde yapıyor. Kitabında “Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri” (Nobel konuşmasından) şeyleri yakalamaya çalışıyor, onlara İstanbul’u yabancı ama yine de bildik bir kent olarak sunuyor. Onun İstanbul’unda yıkılan Osmanlının melankolisi var… Yıkılan bir saltanatı yaşayan bir kentin orta sınıfının bundan etkilendiğini, (nesilden nesile) nasıl etkilendiğini okuyorum, anlıyorum… Ama bu duygular beni tutmuyor, kapıp götürmüyor. Benim gördüğüm, yaşadığım, hissettiğim İstanbul aynı İstanbul değil…
Orhan Pamuk dostları diyorlar ki, o köy kökenli yazarlarımız, sanatçılarımız gibi yerellikte saplanıp kalmıyor, evrenselliği yakalıyor. Evet doğru, post-modern yazar Orhan Pamuk, bugün dünya orta sınıfının, burjuva liberal entellektüellerin evrenselliğini yakalıyor… Fakat bizim evrenselliği yakalamış başka yazarlarımız şairlerimiz de var. “Büyük İnsanlık”ın dertlerini kendilerine dert etmiş, şiirlerinde, kitaplarında onların sorunlarını işlemiş yazar ve şairlerimiz var. Dünyaca tanınan Nazım Hikmet, Yaşar Kemal var. “Büyük insanlık”ın dertlerine, umutlarına, kırılganlıklarına yaklaşımdan daha büyük bir “evrensellik” olabilir mi? Nobel Ödülü alan Pablo Neruda tam da dünya ezilenlerinin ortak dertleri, kavgaları ve umutlarını dile getirdiği ölçüde bu evrenselliği temsil etmiyor muydu?
Ne var ki, bugün “Büyük insanlık”ın sorunlarından bahsetmek “demode”! Başka bir dünya umutları beslemek, “hayaller” kurmak demode! Hatta kimilerine göre son derece sıkıcı. Ben nasıl zorlanıyorsam Orhan Pamuk okumaya, onlar da zorlanıyor, ‘Büyük İnsanlık’ın sorunlarıyla haşır-neşir olmaya… Dedim ya, çözemedim hala, ama belki de bu kadar basit mesele. Herkesin beğenisi kendisine…
Uzun lafın kısası, ister Nobel Ödülünü yakıştıralım, ister beğenmeyip tartışalım… •
Orhan Pamuk’a Türk şovenisti-milliyetçi kesimden yönelen her türden saldırının karşısında duracağımız açık. Ve bir şey daha açık: zorlansak da, üzerinde tartışabilmek ve neden bahsettiğimizi bilebilmek için de olsa, Orhan Pamuk’u okuyacağız. •
Gülfer Uğur