Bay Ka’nın Kar Altındaki Kars Serüvenleri ya da
Orhan Pamuk’un yeni romanı “Kar” üzerine notlar…
Orhan Pamuk’un yeni romanı Kar Türkiye’de birinci baskısı 100 bin olan ilk roman olarak çıktı piyasaya.
Verilen ilk bilgilere göre bu yüzbinlik baskının yarısı kitabın piyasaya çıktığı ilk günlerde dağıtıldı ve satışlar bir ikinci baskıyı gerekli hale getirecek kadar iyi gidiyor. 400 sayfayı aşan bir romanın, hem de içeriği “anı” başlığı altında piyasaya sürülen magazin, dedikodu vb. ya da Harry Potter gibi her yaştan çocuklara ve çocuklaşmışlara yönelik iyi-kötü ikilemesi üzerine kurulu cinli/perili/büyücülü masal olmayan bir romanın ilk baskısında100 bin basıp satması kuşkusuz okuma alışkanlığının giderek eksildiği bir toplum ve dönem açısından sevindirici bir olgu. Kuşkusuz bu satışta reklam olgusunun da küçümsenmeyecek payı var; kitabı satın alanların birçoğu belki kitabı okumayacak da! Fakat olsun. Yine de bin satan bir kitabın parmakla gösterilebileceği bir ülke ve ortamda yüzbin baskı-satış kendi başına bir olaydır. Ve eğer başka zaman kitap okumayan kimi insanları da –üzerinde iki lafın belini kırabilmek için de olsa– kitap satın almaya ve belki okumaya zorluyorsa bu iyidir. Orhan Pamuk Türkiye’de yüzbinlik bir ilk baskı yaptıracak bir “marka” haline geldiyse, ve İletişim Yayınları da bir romanın ilk baskısını 100 bin basıp piyasaya sürme cesareti gösteriyorsa bu olguların kendisi dikkate değer.
***
Orhan Pamuk bence kitabın sonunda “Pamuk’un Diğer Romanları Dünya Basınında” başlığı altında toplanan kimi abartılı övgülerde dile getirildiği kadar büyük ve iyi olmasa da (“Türkiye’nin harika çocuğu…” / The Observer-İngiltere; “Benim Adım Kırmızı çok iyi bir roman.” / Süddeutsche Zeitung-Almanya; “Bu kitap kendi başına benzersiz bir buluş!” / The Economist-İngiltere; “Dünya romanının en özgün yaratıcılarından biri.” / The Guardian-İngiltere; “Pamuk’un şaheseri –Kara Kitap için söyleniyor / BN” / Times, Litarary Supplement-ABD; vb. vs.) iyi bir edebiyetçı, iyi bir romancı.
Bu oldukça aşırı değerlendirmelerde bence “doğu”ya hep tepeden bakmış ve bakan “batı” ortalama aydınının, doğudan gelen ve batının belirlediği içeriksel ve biçimsel ölçütlere göre de iyi sayılabilecek bir sanatsal yapıtla karşılaştığında duyduğu şaşkınlığı da dile geliyor. Orhan Pamuk, Kar’da olduğu gibi, batılı ortalama bir aydının da gıptayla bakabileceği bir bilgi/kültür birikimine sahip görünüyor.
Kar’da örneğin kendini Ka ismi arkasına gizleyerek, bir çok görüşünü “Keuner Öyküleri”nde, “Bay K” ağzından aktaran Bertolt Brecht’i ya da kimi yapıtlarında gerçekle düş arasında hareket eden bay bir başka “Bay K’nın” yaratıcısı Kafka’yı çağrıştırıyor. Orhan Pamuk, üzerini fazla örtmeye gerek görmeden kendini Kar’ın esas anlatıcısı romancı Orhan üzerinden, Kar’ın baş kahramanı Ka ile özdeşleştiriyor. Orhan Pamuk Kar’da Ka’nın ağzından onun değişik ruhsal hallerini tanımlarken bir çok yerde batının ortalama aydını için tanıdık kimi klasiklere başvurur.
Örneğin Ka yalnızca kederli olmakla yetinmez, o “Çehov kahramanları gibi kederli”dir hep! (s. 11)
Ka, İpek ile ilk buluşmasına basitçe gitmez. O “ Kendini bir Turgenyev romanının yıllardır hayalını kurduğu kadınla buluşmaya giden romantik ve kederli kahramanı gibi “ görür. (s. 36)
Ya da o kendine “gelen” bir şiiri kağıda dökmesini engelleyecek bir olayla / kişiyle karşılaşmaz basitçe! Hayır! “Porlock’ten gelen adam” engeller onu. Kar’da romancı Orhan şöyle anlatır bu öyküyü:
“Porlock’tan gelen adam! Lisenin son yıllarında Ka ile gece yarılarına kadar edebiyattan konuştuğumuz günlerde çok sevdiğimiz bir konuydu bu. İngiliz şiirini biraz tanıyan herkes Coleridge’in “Kubla Khan” (Kubilay Han) adlı şiirin başına yazdığı notu bilir. Alt başlığı “Rüyada Görülen Bir Hayal, Bir Şiir Parçası” olan bu şiiren başında Coleridge, hastalığı yüzenden aldığı bir ilacın (aslında keyif için afyon çekmiştir) etkisiyle uyuyakaldığını, uykuya dalmadan önce okumakta olduğu bu kitabın cümlelerinin derin uykuda gördüğü harika bir rüyada sanki bir nesneye ve bir şiire dönüştüğünü anlatır. Hiçbir zihnî çaba harcanmadan sanki kendiliğinden oluşan harika bir şiir. Dahası uyanır uyanmaz Coleridge bu harika şiirin bütününü kelime kelime hatırlamaktadır. Kâğıt, kalem, mürekkep çıkarır ve merakla mısra mısra şiiri hızla yazmaya girişir. Ünlü şiirin bildiğimiz mısralarını yazmıştır ki kapı vurulur, kalkıp açar: Yakındaki Porlock şehrinden bir borç para işi için gelen biridir bu. Adamı savdıktan sonra Coleridge masasına hızla geri döndüğünde şiirin geri kalanını unutttuğunu, yalnızca havasının ve tek tük bazı kelimelerinin aklında kaldığını anlar.
Porlock’tan gelen hiç kimse dikkatini dağıtmadığı için Ka sahneye çıktığında şiiri hala aklında tutabiliyordu.” (s. 145)
Ya da, Ka otel sahibi eski solcu ve İpek’in babası Turgut beyle görüşmeye gittiğinde, kapı ona basitçe açılmaz; hayır, o kapıyı vurur ve: “Kürt hizmetçinin kendisini tıpkı bir Turgenyev romanındaki gibi “yarı esrarlı yarı saygılı” bir havada karşıladığını” hisseder!” (s. 238)
Fakat bunca “bilgili” olan ve bunu mutlaka bir türlü hissettirmek ihtiyacı duyan yalnızca Kar’ın başkahramanı Ka değildir. Orhan Pamuk’un tüm kahramanları batının kültürünü yakından tanımaktadırlar. Yalnızca edebiyatta değil, diğer dallarda da epey bilgilidirler. Örneğin hücrede ölümü bekleyen Lacivert, Ka ile yaptığı pazarlıkta, egemen sınıflar açısından bir isyancının ölüsünün, dirisinden daha zararlı olabileceğini basitçe anlatmaz. Sinema tarihinin önemli filmlerinden birine atıfla anlatır derdini, şöyle der:
“Münih’teyken cumartesi geceleri saat on ikiden sonra ucuza çift film gösteren bir sinema vardı, oraya giderdim.” dedi Lacivert. “Cezayirde Fransızların yaptığı zulmü gösteren Cezayir Savaşı diye bir film çekmiş bir İtalyan vardır. Onun son filmi Queimada’yı gösterdiler. (Bu İtalyan rejisörün ismi Gillo Pontecorvo. Queimada son filmi değil! / BN) Film Atlantik’te şekerkamışı yetiştirilen bir adada İngiliz sömürgecilerinin çevirdiği dümenleri, ayarladığı devrimleri gösteriyor. Önce zenci bir lider bulup Fransızlara karşı bir isyan çıkartıyorlar, sonra da adaya yerleşip duruma el koyuyorlar. Siyahlar ilk isyanın başarıszlığı üzerine bir kere daha, bu kez İngilizlere karşı ayaklanıyor, ama İngilizler bütün adayı yakınca yeniliyorlar. Bu iki isyanın zenci lideri yakalanmış, bir sabah asılmak üzere. Tam o sırada ta baştan onu bulan, isyana kışkırtan, yıllar boyunca her şeyi ayarlayan, en son da İngilizlerin hesabına ikinci isyanı bastıran Marlon Brando zencinin tutsak edildiği çadıra giriyor ve iplerini kesip onu serbest bırakıyor. ”
“Niye?”
Biraz sinirlendi Lacivert. “Niye olacak… Asılmasın diye! Eğer asılırsa zencinin bir efsane olacağını, yerlilerin onun adını isyan bayrağı edeceklerini çok iyi biliyor. Ama zenci, Marlon’un ipleri bu yüzden kestiğini anladığı için serbest bırakılmayı reddediyor ve kaçmıyor.” (322)
Orhan Pamuk, batının ortalama aydını karşısında, yalnızca ona bildik tanıdık gelenleri –en azından isimlerini duymuş olduklarını!– tanımanın yanında, doğunun –en başta Türkiye ve Osmanlı’nın– sanatını tanıma üstünlüğüne sahiptir. Örneğin onun Kar’da İslamcılarla Ka’ya yürüttürdüğü tartışmaları, bu tartışmada başvurulan atıfları vb. bir batılı yazar zor yürüttürürdü! Ya da örneğin, “Benim Adım Kırmızı”da hat sanatı üzerine anlattıklarını, bir batılı yazarın o canlılıkta anlatması oldukça güç olurdu.
Yani batının ortalama aydını için Orhan Pamuk hem tanıdık, hem yabancı bir “doğuludur”. “Doğulunun” ekzotikliği, batının bilgisiyle bütünleşmiştir onda. Batının ortalama aydını için Orhan Pamuk’u çekici kılan ve ona olağanüstü övgüler yağdırtan da bu sentezdir sanırım.
Bunun ötesinde batının ortalama aydınının Orhan Pamuk’a duyduğu hayranlığın bir başka nedeninin de, onun Orhan Pamuk romanlarının liberal demokratik yaklaşımlarında kendisini bulması olduğunu sanıyorum. Orhan Pamuk’un romanları –Kar’da da görüleceği gibi– yazarının, batılı ortalama aydının kendini de bulduğu liberal demokrat diye adlandırabileceğimiz bir yaklaşıma sahip olduğunu gösteriyor. Batının ortalama aydını kendi dünya görüşüne uygun bir yaklaşımı sevinçle, övgüyle karşılıyor.
Biçim olarak da Orhan Pamuk batılı ortalama aydınının tanıdığı ve sevdiği biçimde yazıyor. Biçimde kendini yinelemekten çok, yeni biçim aramalarına giriyor. Deniyor. Anlatıcıların, perspektiflerin sürekli değiştirildiği, içiçe girdiği, yer değiştirdiği biçimler. Orhan Pamuk iyi bir romancı. İşini iyi yapıyor. Romanları iyi düşünülmüş, iyi kurgulanmış, büyük emek ürünü olduğu belli olan yapıtlar.
***
Kar öyküsüyle, kurgusuyla kendini sıkmadan okutan bir roman.
Kar’ı bir çok biçimde okumak mümkün.
Kar’ı en görünür yüzeyde önce yıllarca Almanya’da siyasi mülteci olarak kalmış bir Türkiyeli şairin, Türkiye’ye döndüğünde, türbancı genç kız intiharlarını araştırmak bahanesiyle (bahanesiyle diyorum, çünkü gerçek neden üniversite döneminden aşık olduğu ve şimdi kocasından ayrıldığını duyduğu İpek’le yeniden karşılaşmak istemesidir. – Bkz. s. 14) gittiği Kars’ta, mutlululuğu aradığı; fakat onu bulduğunu sandığı anda yaptığı bir yanlış sonucu yitirdiği bir aşkın romanı olarak okuyabilirsiniz. Böyle okuduğunuzda “mutlu aşk yoktur”la sonuçlanan kötümser bir romandır sözkonusu olan.
Ka “On iki yıldır Almanya’da siyasi sürgün hayatı yaşayan, ama hiç bir zaman siyasetle fazla ilgilenmemiş olan, asıl tutkusu ve düşüncesi şiir olan”, “yalnızlıktan hoşlanan sıkılgan biri”dir. (s. 10 ) O kendi kendine itiraf etmekten çekinse de kişisel mutluluk peşindedir. Kişisel mutluluk onun için üç gün içinde ölesiye aşık olduğu İpek’le –ki aslında İpek’e önceden de aşıktır– birlikte yaşamak ve şiir yazmaktır. Onun bu kişisel mutluluk projesinin karşısında, mutluluğun ancak toplumsal bir mücadele içinde mümkün olabileceği görüşü vardır. Bu iki proje, Ka’nın, mutluluğu önünde rakibi de olan siyasi İslamcı terörist Lacivert’le yürüttüğü son diyalogta şöyle yansır.
“Ka: “Mutlu olmak bana yetiyor. ”
“Git hadi, git” diye bağırdı Lacivert. “Mutlu olmakla yetinen mutlu olamaz, bil bunu.” (s. 350)
Aşk romanı olarak okunduğunda bireysel mutluluk projesi ile, toplumsal mücadele, bir dava için mücadele içinde mutluluk projelerinin çatıştırıldığı bir romandır Kar. Ve her iki projenin de olmazlığı ile sonuçlanan bir roman.
Sonuçta romanın esas kahramanlarından hiç biri aradığını bulamaz. Ka Frankfurt’a yine İpek’siz, yalnız döner. İpek’siz ve “şiir gelmeksizin” yaşadığı 4 yıl sonrasında Frankfurt’ta –büyük olasılıkla dinciler tarafından– öldürülür. İpek, gerçekte aşık olduğu Lacivert’in Ka tarafından ihbar edildiği düşüncesiyle (ki bu düşüncesinde haklıdır) Ka ile gitmekten vazgeçer. Lacivert vurulup öldürülür. İpek’in kızkardeşi –Kadife– hem sevgilisini (Lacivert) yitirir, hem sembol olma (türbanlı kızların sembolüdür) niteliğini yitirir; sonuçta “normal bir aile” kurar. Ka’nın izinde kendisini bir çok halde onunla özdeşleştiren romancı Orhan da aynı Ka gibi bireysel mutluluğu aramaktadır. Ama bulamayacağı bellidir. Mutluluğun toplumsal bir mücadele ile, onun içinde kazanılabileceği düşüncesi ise hem Ka ve hem de romancı Orhan açısından sadece bir yanılsamadır. Roman bütününde aslında gençken intihar etmeyen veya vurulup ölmeyen toplumsal proje savunucularının sonradan bireysel mutluluk arama pozisyonuna geleceğini anlatır konumdadır.
Yani kısaca ne yapılırsa yapılsın, mutluluk yoktur. Ya da, Ka’nın korktuğu gibi geçicidir, anlıktır, en yoğun anında bile tehdit altındadır. Ve aynı Kars’ta üç gün hayatı durduran karın eriyip gitmesi gibi, ortadan kalkar. Böyle okunduğunda Kar iyice kötümser bir romandır.
Burda bu kötümserlik koyu bir kadercilikle da tamamlanmaktadır. Roman –aşk romanı olarak okunduğunda da– kaderci bir dünya görüşünü yansıtmaktadır. Sonuçta insanlar ne yaparsa yapsınlar önceden belirlenmiş olanı değiştirme imkânları yoktur. Hepsinin önceden yazılmış oyunda yerleri bellidir. Örneğin Ka, Kars’a giderken aslında hayatında pek fazla bir şey değişmeyeceğinden yola çıkmaktadır. Mutluluğunun en yoğun olduğu anlarda bile korku içindedir. Sonuçta mutluluğunu kazanıp sürekli kılmak için attığı bir adım (İpek’in aşık olduğunu düşündüğü Lacivert’in evini gösterip onun katledilmesine yol açmak) mutsuzluğunun sürmesine yol açar. Ka Kars’tan geldiği gibi mutsuz ve şiirsiz döner.
Aşk romanı olarak okunduğunda Kar için olumlu olarak söylenmesi gereken bir şey, romandaki kadın karakterlerin güçlülüğüdür. Romandaki esas kadın karekterler (İpek, Kadife, hatta oyuncu Funda) ne istediğini bilen kararlı, fedakâr, karar verdikleri işin arkasında duran insanlardır. İnandıkları dava uğruna zorluklara katlanmaya hazır oldukları gibi sevgide de öyledirler.
Kar’ı yine en görünür yüzeyde Türkiye’deki siyasi çatışmaların laboratuar koşullarında ortaya konduğu bir siyasi roman olarak okuyabilirsiniz. Laboratuar romanda lapa lapa yağan karın yolları kesmesi sonucu üç gün dış dünya ile ilişkisi kesilen Kars kentidir.
(Kars kentinin seçilmesi, yazarın “Ka” takıntısı yanında, bu kentin coğrafyası –karla dış dünya ilişkisi kesilmesi çokça yaşanan bir kent– ve Türkiye’nin çok uluslu mozağini yansıtan yapısıyla bağıntılı olsa gerekir.
“Osmanlı zamanında çeşit çeşit milletin, mesela bin yıl önce diktikleri kiliselerin bazıları hâlâ bütün haşmetiyle duran Ermenilerin, Moğollardan ve İran ordularından kaçan Acemlerin, Bizans ve Pontus devletinden kalma Rumların, Gürcülerin, Kürtlerin, her türlü Çerkez kavminin yaşadığı bir yerdi burası.” (s. 25)
Orhan Pamuk bir söyleşide; “Aklımdaki hikayeyi Türkiye’nin çok kar yağan ücra bir yerinde, bir kasabada geçirmek istiyordum. Bu kasabada Türkiyenin küçük bir modelini yaratmak istiyordum. ” (Radikal kitap, Cem Erciyeş’le röportaj, 18 Ocak 2002) diyerek aslında Kars’ta Türkiye’yi anlatmak istediğini söylüyor.)
Kars burada bir anlamda Türkiye’nin temsil edildiği bir tiyatro sahnesi gibidir.
Fakat Orhan Pamuk kurguda Türkiye’yi Kars sahnesine taşımakla kalmıyor; Kars’ta hayatının oyununu oynama fırsatını arayan bir tiyatrocu çiftin “tiyatro kumpanyasını” (Sunay Zaim Tiyatro Kumpanyası) taşıyarak “oyun içinde oyunla” anlatım yolunu tutuyor. Bu çifte yabancılaştırma efektifyle o yazdığının roman olduğunu, hayatın kendisi değil, bir romancının kurgusu olduğunu sürekli vurguluyor. O hiç bir yanlış anlaşılmaya meyden vermemek için romanın önemli kişilerinden biri olan Fazıl’a romanın sonunda okuyucuya doğrudan seslenme fırsatı verdiğinde, Fazıl’ın söylediklerini şöyle aktarıyor:
“Beni Kars’ta geçen bir romana koyarsanız, benim hakkımda, bizler hakkında söylediklerinize okuyucunun hiç inanmamasını söylemek isterdim onlara. Kimse uzaktan bizi anlayamaz.” (s. 427)
Kuşkusuz bu çifte yabancılaştırma, Orhan Pamuk’a, romanda çizdiği Türkiye panoraması konusunda yönelebilecek eleştirilere karşı, kendini romancı özgürlüğü zırhı ardına çekebilecek oldukça rahat bir pozisyon sağlıyor.
(Fakat bu pozisyon bile onu bir dizi haksız eleştirinin hedefi olmaktan kurtaramıyor. Okudukları –ya da daha doğrusu okumadıkları!– her satırı birebir okuyanlar, romancının yaratığı dünyayı gerçek dünya sananlar, romancının dünyasının gerçek dünyayla çeliştiği noktasında dehşetengiz eleştiriler yöneltiyorlar ona. Bunların el ilginçlerinden biri 24 Ocak 2002 tarihli Cumhuriyet’te kültür sayfasında yayınlanan Oktay Ekinci imzalı bir eleştiri oldu. “Orhan Pamuk’un Kars darbesi” başlıklı bu eleştiri yazısında, yazar önce kendisinin romanı daha okumadığını açıkladıktan sonra, okumadığı roman hakkında “gazete ve televizyon tanıtmalarındaki Orhan Pamuk açıklamalarına” dayanarak Kars’a yapılan haksızlıklara karşı çıkıyor! “Herhangi bir düğünde bile örneğin ‘Hoş gelişler ola, Mustafa Kemal Paşa’ türküsünün 70 yıl önceki coşkuyla söylenip, oynandığı” “Cumhuriyet yönetimini 1923’ten çok önce kuracak kadar köklü bir yurtsever kültürle yoğrulmuş, uygar insanların kenti” Kars’ın “türbanlıların, siyasi İslamcıların” cirit attığı bir kent olarak gösterilmesine dehşetengiz bozuk atıyor!!! Böyle ciddi ve derin bir eleştiri karşısında “Ya sabır!” demekten başka bir şey yapamıyor insan!)
Fakat tüm yabancılaştırmaya rağmen, tabii ki Orhan Pamuk’un öyküsünün geri planında gerçekler ve bunların Orhan Pamuk’un dünya görüşüyle değerlendirilmesi var.
Bu noktada Kars’ta sahneye konan “Türkiye”de siyasi tablo şöyle:
Bir yanda açık devletçi diyebileceğimiz güçler var. Bunlar aydınlanmacılık, batıcılık, Kemalizm vb. adına karşılarına çıkan her tehdidi, terörle bastırmaya hazır, fırsatını bulduklarında devletin birliği ve bütünlüğü, halkın huzuru vb. adına askeri darbe yapmaktan çekinmeyen güçler. Aralarında kimi çelişmeler var ve fakat özde, devleti gerektiğinde halka karşı savunma konusunda birleşiyorlar. Ve ne yazık ki, halktan da önemli bir tepki görmüyorlar. Bu devletçi güçlerin içinde resmi ve özel terör grupları var. Darbe sırasında bunlar birarada hareket ediyor.
Romanda ustaca bir kurguyla darbe, bir tiyatro oyunu imiş gibi sergileniyor. Darbenin başını bütün hayatı boyunca Mustafa Kemal’i oynamak isteyen tiyatrocu Sunay Zaim çekmektedir. Onun darbeyi ilan eden; “Şerefli ve Aziz Türk milleti … Aydınlanma yolunda çıktığın o büyük ve soylu yolculuktan kimse seni döndürümez. Merak etme. Tarihin tekerine gericiler, pislikler, örümcek kafalılar asla çomak sokamaz. Cumhuriyet’e, özgürlüğe, aydınlığa uzanan eller kırılır.” (s. 155) sözleri, bir oyunun repliği olabileceği gibi, bir sıkıyönetim kumandanı bildirisinden da alınmış olabilir.
Sıkılan kurşunlar tiyatroda kuru sıkıdır, gerçekte ise kurşun dolu. Aradaki fark öldürücüdür.
Medya doğrudan doğruya devletçi güçlerin elindedir, onların emrindedir.
Devletçi güçlerin karşısında romanda siyasal İslam vardır. Bunun yanında biraz da PKK şahsında Kürt milliyetçisi hareket vardır. Fakat esas güçlü olan tehdit siyasal İslamdan gelmektedir. Siyasal İslam ise kendi içinde ılımlı, legal kanat ile, radikal, terörist yöntemler kullanan kanat olarak bölünmüştür. Ilımlı, legal kanat partisi aracılığıyla iktidara yürümektedir. (Darbe öncesinde 4 gün içinde yapılacak belediye başkanı seçimlerinde bu partinin adayının seçimleri kazanması beklenmektedir. Fakat bu, bu partinin belediye başkanı olması olasılığı yüksek başkanının henüz darbe olmadan da gözaltına alınıp işkenceli sorgulanmasının engeli değildir!) Siyasal İslamın legal ılımlı kanadı ile illegal kanadı arasında da sıkı ilişkiler vardır. Her iki yan birbirini kullanmaktadır. (Bu kullanma özel ilişkilere kadar varmaktadır. İllegal kanadın önde gelen isminin (Lacivert) Kars’taki ilk uğrağı, legal parti başkanının evidir. Ve legal parti başkanının mutsuz karısı İpek, mutkluluğu illegal kanadın yakışıklı önderinde arar vs.)
Romanda çatışan bu iki kanat dışında bir de şair Ka’nın şahsında somutlaşan, bu her iki kanadın da yanlış olduğunu düşünen, Batı Avrupa tipi demokrasiden yana olan ve fazla kan dökülmemesi için –ama her şeyden önce de kendi bireysel mutluluğunu sağlayabilmek için– iki kanat arasında arabuluculuk yapan bir kanat vardır. Liberal demokrasi diye adlandırabileceğimiz kesimin görüşleri Ka’nın iktidar mücadelesinin iki esas kanadından kişilerle yaptığı görüşmelerde dile getirilmektedir.
Roman böyle okunduğunda bir yandan yazarının liberal demokrasiye övgüsü, fakat diğer yandan onun yarım gönüllüğünün, kararsızlığının, yer yer korkaklığının, tutarsızlığının eleştirisi (belki özeleştirisi?) olarak da kavranabilir.
Roman bir bütün olarak ele alındığında, siyasi mesaj olarak Türkiye’de Kemalist devletçi güçlerin ancak darbelerle ayakta kalabildiği, iyice köşeye sıkışmış olduğu, siyasal İslamın da gerçek anlamda bir alternatif olmadığı, geleceğin Avrupa tipi bir demokraside olduğu mesajını veren bir romandır.
Burada Orhan Pamuk kendi dünya görüşünü yansıtmaktadır romana ve yüzeyde sıkışıp kalmaktadır. Romanda resimlenen Türkiye gerçeğinde, işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların sınıf hareketi yoktur; devrimci örgütlü sol hareket için ise yapılan tespit böyle bir hareketin geçmişe ait olduğu tespitidir. Devrimci sol hareket romanda geçmişe ait olarak da yalnızca “eli sopalı” ceberrut cinayet örgütü olarak vardır:
“1970’lerin ortasında eli sopalı bir Marksist fraksiyon burayı işgal edip merkez olarak kullanmış, bazı siyasi cinayetler burada planlanmış (belediye başkanı avukat Muzaffer bey yaralı olarak kurtulmuştu) …tı” (s. 188)
Romanda bir tek komünist yoktur. “Eski komünist” olduğu söylenen(ler) vardır. Kadife’nin ağzından komünistler için şu değerlendirme yap/tır/ılır:
“İki türlü komünist vardır: Halkı adam etmek, ülkeyi kalkındırmak için bu işe girişen mağrurlar; bir (de? / BN) adalet ve eşitlik duygusuyla bu işe giren masumlar. Mağrurlar iktidar düşkünüdür, herkese akıl verirler, yalnızca kötülük gelir onlardan. Masumlar ise yalnızca kendilerine kötülük ederler. Ama tek istedikleri de budur zaten. Yoksulların acısını suçluluk duygularıyla paylaşmak isterken daha da kötüsünü yaşarlar.” (s. 117)
Orhan Pamuk’un kafasındaki komünistler kendine komünist adını takan küçük burjuvalardır olsa olsa.
Tabii böyle bir Türkiye resmi için iki özür bulunabilir. birincisi “sanatçı özgürlüğü”. Bu bağlamda fakat o zaman Orhan Pamuk’un “ Küçük bir Türkiye modeli yaratmak istiyordum” iddiasını ne yapacağız? Hayır, Orhan Pamuk, kendi liberal burjuva bakış açısıyla bir model kurmuştur. Bu modelde işçi sınıfı ve emekçinin rolü en iyi halde figüranlık rolüdür. Burada devrimci sola, hele hele gerçek komünistlere yer yoktur.
İkinci özür ise anda Türkiye’de iktidar dalaşının gerçekten de devlet ile siyasal İslam arasında yürüdüğü, işçi sınıfı ve emekçi hareketinin etkin olmadığı, devrimci örgütlü solun ise varlığının bile belli olmadığı; bu yüzden de bu “teferruatın” romanda yer almasına gerek olmadığı vb. biçiminde olabilir. Bu bağlamda da söylenecek şudur: Yalnızca anda olanı, yüzeyde olanı, görüneni değil, aynı zamanda geleni, gelişmekte olanı görebilmek ve gösterebilmektir hüner. Sanatçı duyarlılığı herkesin görebildiği ve söylediğinin ötesine geçebilmeyi mümkün kılar. Orhan Pamuk, romanın siyasi içeriğinde verili, egemen kalıpların dışına çıkamamıştır.
Siyasi roman olarak okunduğunda da Kar kötümser bir romandır. Evet liberal demokratik görüşler olumlanlanmakta ve geleceğin onlara ait olduğu yönünde ipuçları verilmektedir. (Darbeden sonra –karlar çözüldükten sonra– her şey yine eski mecrasına dönmektedir. Ve o mecrada Avrupa giderek güçlenen bir rol aynamaktadır. O kadar ki, darbe sırasında Kars’ın darbeye karşı olan bütün güçleri için –buna İslamcıların en radikal kesimi de dahildir– “Avrupa’ya sesini duyurmak” belirleyici bir önem taşımaktadır.) Ancak liberal demokrasinin temlsilcileri kimi yerde ancak Jakoben Cumhuriyetçi, Kemalist darbecilerin sayesinde, kimi yerde de dincilerin işine öyle geldiği için hayatta kalabilmektedir. Ve sonunda Ka gibi öldürülmektedir.
Orhan Pamuk, yüzeyde kaldığı, işçi sınıfı ve emekçilerden umudu olmadığı için, diğer yandan liberal burjuvazinin de deyim yerindeyse “Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranan” “kararsız” arabulucu tavrını da gördüğü için, geleceğe ilişkin kötümser olması, Ka’yı sonuçta –herhalde İslamcılara– öldürtmesi gayet anlaşılır bir şey. Romanın kötümserliği, Orhan Pamuk’un siyasi tavrının ifadesi gerçekte.
***
Kar’ı Allah’ın varlığı yokluğu, hayatın anlamı vb. üzerine tartışılan bir felsefi roman olarak da okuyabilirsiniz. Böyle okuduğunuzda, romancı Orhan’ın tutarlı bir materyalist olmadığı, Kar’da –Kars’ta, yağan kar taneciklerinde ve her konuşmada, her şeyde– madde / fizik ötesi bir gücü aradığını, kendisinin henüz tam inanmadığını ve fakat gerçekten inananlara büyük bir saygı duyduğunu görebilirsiniz.
Orhan Pamuk Ka’yı şöyle konuşturuyor:
“Bütün hayatım boyunca eğitimsizlerin, başı örtülü teyzelerin, ele tespihli amcaların inandığı yoksulların Allah’ına inanmadığım için suçluluk duydum. İnançsızlığımın mağrur bir yanı vardı. Ama şimdi dışarıdaki şu güzel karı yağdıran Allah’a inanmak istiyorum. Dünyanın gizli simetrisine dikkat kesilmiş, insanı daha uygar, daha ince kılacak bir Allah var. ” (…) “Ama burada sizin aranızda değil değil o Allah. Dışarıda, boş gecenin, karanlığın, garibanların kalbine yağan karın içinde.” (s. 100-101)
Böyle okunduğunda Kar, metafizik ve tanrı arayıcısı bir romandır.
Kar’ı sanat ve sanatçılık üzerine bir roman olarak da okuyabiliriz. Böyle okunduğunda Kar önce şiirin ve şairliğin, romancılıktan çok ayrı ve değişik olduğunu, şiirin “geldiğini” (Kar’da Frankfurt’ta siyasi mülteci olarak yaşayan, bu dönemde yıllarca hiç şiir yazamayan bir şairin –Ka– Kars’ta geçirdiği üç gün içinde toplam 19 şiir yazdığı anlatılıyor. Bu şiirlerin tümü de “geliyor!” (Bkz. s. 90, 103, 119, 129, 146, 168, 182, 198, 211, 214, 242, 283, 289, 299, 326, 331, 340, 352, 375) Şairin romancının tersine daha çok “ilham” ile iş yaptığını anlatan bir roman.
Romanı, romanın baş anlatıcısı romancı Orhan’ın kendini anlattığı bir otobiyografik roman olarak okursanız, Orhan’ın kendini romanın baş kişisi şair Ka ile- onun aşık olduğu kadınlara aşık olacak kadar özdeşleştirdiğini bilirseniz, Orhan’ın şair olmak isteğinin ve fakat çok zorlandığının romanı olarak okuyabilirsiniz. Diğer yandan roman, tiyatrocu Sunay Zaim’in şahsında sanatın gerçekle ilişkisinin sorgulandığı, gerçek sanatın, gerçekle sanatın içiçe geçmesinde, gerçeğin nerede bitip, sanatın nerede başladığınının ayrılmasının mümkün olmadığı (veya tersi) noktada sözkonusu olduğu tezinin işlendiği, bu tezin sorgulandığı bir roman olarak da okunabilir. Burada romanın anlatttığı üç günün birincisinin akşamında gerçek bir askeri darbe, bir tiyatro gösterisinde –canlı yayında– gerçekleştirilmekte, sanat gerçekle içiçe girmektedir. Üçüncü günün akşamında ise Sunay “gerçek sanatın varması gereken yere, efsaneye varma” çabası (s. 337) içinde sahnede kendi kendini vurdurtmakta, sanatı için ölmektedir. Sunay Zaim, ertesi günün gazetesine önceden dikte ettiği ölüm haberinde şöyle demektedir:
“Büyük Türk tiyatrocusu Sunay Zaim’in sahnede ölümü böylece hayatın kendisinden de büyük bir şiddetle yaşandı. Piyeste insanın gelenekten ve dinin baskılarından kurtuluşunu çok iyi kavrayan Kars seyircisi, vücuduna kurşunlar saplanırken bile, kanlar içinde oynadığı oyuna sonsuz inanan Sunay Zaim’in gerçekten ölüp ölmediğini bir türlü kavrayamadı. Ama tiyatrocunun ölmeden önceki son sözlerini, sanatına hayatını verişini asla unutmayacaklarını anladılar.” (s. 337)
Romancı Orhan, Kar’da nasıl Ka’nın şairliğine özendiğini anlatıyor, ona gıptayla bakıyorsa, Sunay Zaim’in de “sanatın varması gerektiği yere, efsaneye varma” konusundaki kararlığlığına, bunun için ölmeye hazır olmasına, aynı ölçüde gıptayla bakıyor. Burada da yine “arabulucu”nun arabuluculuk konumundan duyduğu rahatsızlığın dile getirilmesi sözkonusu. Fakat romancı Orhan arabulucu olmak zorunda değil ki, şair Ka arabulucu olmak zorunda değil ki.
Bunlar hepsi bilinçli tercihler. Bu bilinçli tercihler değiştirilebilir, yerine başkaları konabilir.
Romancı Orhan, onun kendini özdeşleştirdiği şair Ka Kemalizmle onun dinci faşist alternatifi arasında sıkışıp kalmak, ne birine ne ötekine yaranamadan arada arabuluculuk yapmak, sonunda zaten her şeyin olacağına vardığını, her şeyin boş olduğunu yaşamak ve anlatmak zorunda değil! Yerini bilinçli olarak geleceğin yanında, işçi sınıfının, emekçilerin yanında seçebilir.
Belki bireysel mutluluğunu mümkün olan sömürüsüz, sınıfsız bir toplum için kolektif bir çabanın –sanat-edebiyat alanında– bilinçli bir neferi olarak yakalayabilir.
Yeter ki istesin!
SEMA YILDIRIM, 3 Şubat 2002