“Herkesin Lehinde” bir politika yeni bir dünya yaratma mücadelesinde bir işe yaramaz!
Feridun Ardıç, Güney Dergisi’nin Nâzım Hikmet konulu konferansı için hazırladığı konuşmasını yazılı olarak iletti bize. İlgili yazıyı yanıtıyla birlikte yayınlarken, en baştan şunu vurgulamak istiyoruz: F. Ardıç’ın yazısı esasen Güney Dergisi’nin Nâzım Hikmet değerlendirmesini değil, Marksizmi tartışmaya çalışan bir yazıdır. F. Ardıç sınıf mücadelesini temel alan Marksizmi reddetmekte, sınıflararası zıtlıkların –onları iradi olarak yok saymakla– ortadan kalkmış olacağını savunan bir konumda durmakta, dolayısıyla Marksizme karşı idealizmin savunuculuğunu yapmaktadır. Bu noktada aramızda temel yaklaşımda farklılık sözkonusudur ve bizim F. Ardıç’la Marksizmin doğruluğunu-yanlışlığını tartışmak gibi bir sorunumuz yoktur. Biz Marksizm-Leninizmi kendimize temel alıyor, Nâzım Hikmet’i de bu temel yaklaşımla değerlendiriyoruz. Bu nedenle yanıtımızda esasta F. Ardıç’ın –sınırlı da olsa– getirdiği bazı somut eleştirilere yoğunlaşmayı yeterli görüyoruz.
1. “Paylaşılamayan kim?” diye soruyor F. Ardıç ve bu başlık altında Nâzım’ın farklı dönem ve farklı vesilelerle şiir ve bir mektubunda ortaya koyduğu bazı seçilmiş tavırlarını alt alta –alt alta da değil, yorumlarla bölünmüş bir cümleye– diziveriyor. Bu şekilde kendi yarattığı “çelişkili ve vahim tavır”lı (hatta bir dediği bir dediğini tutmayan!) Nâzım Hikmet tablosuna bir adım geri çekilip bakıyor ve sözümona Nâzım Hikmet’in ve onu hata ve sapmalarıyla birlikte komünist bir sanatçı olarak savunan Güney dergisinin tutarsızlığını teşhir etmiş oluyor!
Bu bağlamda biz önce “yönteme biraz dikkat lütfen”, demeyi gerekli görüyoruz. Kişilerin yaşadığı tarihsel koşulları, dönemin en temel özelliklerini, kişilerin o koşullarda sınıf mücadelesi içinde oynadıkları rolü hiçbir şekilde gözönünde tutmadan ve söylenenleri bağıntısından da kopararak yan yana, alt alta dizme yöntemini kişilerin genel değerlendirmesi açısından işe yaramaz, diyalektik materyalizme ters bir yöntem olarak görüyor ve reddediyoruz. Eğer “ancak ölüler hata yapmaz” sözü doğruysa, böyle bir yöntemle tutarsız, ilkesiz, oportunist-revizyonist vs. vs. ilan edemeyeceğiniz tek kişi yoktur! Bütün mesele kişileri, sanatçıları, örgüt ya da grupları değerlendirirken, yaşadıkları dönemin koşullarını ve kendi özel koşullarını gözönünde tutarak kazanımlar kefesine koyduklarımızla hatalar / eksiklikler kefesine koyduklarımız arasındaki dengeyi (ya da dengesizliği) doğru kurabilmektir. Ancak, F. Ardıç’ın ve Güney konferanslarında tartışmalarda söz alan bazı arkadaşların tam da buna fazla önem vermediğini, bütün dikkatlerini kendilerince önemli olan belirli noktalara dikerek bir takım sonuçlara varmaya çalıştıklarını görüyoruz.
***
Ve yeniden “Paylaşılamayan kim?”, “hangisi?” sorusuna dönersek, bizim burjuvaziyle “paylaşamadığımız”, burjuvazinin sahiplenmesine izin vermediğimiz, her yönüyle ele alıp değerlendirdiğimiz, “bütünlüklü” Nâzım’dır. Onun şu veya bu yanı değil, komünist sanatçı Nâzım’dır burjuvaziyle paylaşmadığımız.
2. Paylaşamayanlar kimler?
F. Ardıç, Nâzım Hikmet’e sahip çıkanların, onu “paylaşamayanlar”ın “burjuva sınıfı”; “Nâzım’ı eleştirisiz olarak sahip çıkmaya çalışanlar” ve “Nâzım’ı eleştirel olarak sahip olmaya çalışanlar” olarak sınıflandırdıktan sonra, her üç kesimin de aslında Nâzım Hikmet’i “sömürmeye çalıştığı”, bu noktadan bakıldığında aralarında özde bir fark olmadığı iddiasını ileri sürmektedir. Daha net söylemek gerekirse, F. Ardıç, Nâzım Hikmet’e eleştirel yaklaşan Güney dergisinin de özde faydacı bir yaklaşıma sahip olduğu görüşündedir ve bunu genel olarak Marksizmin “faydacı ve çifte standartlı” oluşunun kaçınılmaz bir sonucu olarak değerlendirmektedir.
F. Ardıç’a göre, Güney dergisinin Nâzım’dan vazgeçememesinin bir diğer nedeni Nâzım’ın “vahim hatalarının, Stalin dönemi tespitlerinden, uygulamalarından kaynaklanması” ve “Stalin dönemini sahiplendiği için, bu sahiplenmesine halel getirmemek için, zorlanarak da olsa Nâzım’ı esas olarak sahiplenmek zorunda kal”masındandır.
***
Önce bu ikinci iddiayı ele alalım. Güney dergisini düzenli olarak izleyen okurlarımız, bu iddianın tamamen boş, ayakları havada bir iddia olduğunu kavramak için fazla zorlanmayacaklardır. Güney dergisinin çeşitli dosyalar bağlamında sergilediği pratik ortadadır. Güney dergisi, sanat ve kültür alanında belirli bir rol oynayan kişileri değerlendirirken aynı eleştirel yaklaşıma sahip olmuş, hepsine aynı kıstaslarla yaklaşmıştır. Bu anlamda Nâzım Hikmet’e “faydacılık”ın işareti olabilecek özel bir yaklaşımı olmamıştır. F. Ardıç, bu bağlamda genel iddiaları bir kenera bırakarak, Güney dergisinin Nâzım değerlendirmesinde yakaladığını iddia ettiği “çifte standartçılık”ı somut olarak göstermeye çalışsaydı, daha iyi bir iş yapmış olurdu. İleri sürülen somut bir şey olmayınca, yanıt da genel iddianın geri çevrilmesi düzeyinde oluyor…
Fakat şu gayet açık ve kanıtlanabilir bir gerçek: Güney dergisi “Hangi kültür mirasına sahip çıkıyoruz?” konulu dosya ve konferans tartışmalarında (bkz. Güney sayı 5/1998) Ardıç’ın iddiasının tersine Stalin dönemini de aynı eleştirel yaklaşımla ele aldığını kanıtlamıştır. Güney dergisi sosyalizmin, özelde de Stalin döneminin kazanımlarını savunma ve kimi hatalarını da adlandırma noktasında hiç de zorlanmamaktadır. Güney dergisinin Stalin dönemini “köklü olarak sorgulamaktan kaçındığı” iddiası ileri sürüldüğünde, bu iddianın neye dayandırıldığı ortaya konmadığı sürece, ciddiye alınabilecek somut bir şeyler söylenmediği sürece, bunları gerçek anlamda yanıtlamak da olanaksızlaşmaktadır.
F. Ardıç iddiasının altını hiçbir şekilde doldurmazken, bir yandan Güney dergisine yönelik bir dizi ithamda bulunuyor, diğer taraftan da bunların kendisi için pek önem taşımadığını ima ediyor ve “beni ilgilendiren, faydacı yaklaşımın esas temelinin, Marksist yaklaşımın faydacı yaklaşıma temel yaratıyor olmasıdır” diyerek daha önceki yazılarından da tanıdığımız tezini bir kere daha ileri sürüyor.
F. Ardıç’ın bu yazısında da esas tartıştığı Nâzım Hikmet ve Güney dergisinin Nâzım Hikmet değerlendirmesi değil, doğrudan Marksizm! O bunu şu cümlede gayet açık ifade ediyor: “Amacım, Nâzım’ın sözkonusu davranışlarından yola çıkarak onun hakkında değerlendirme yaparak onu bir yerlere koymak değil. Benim için önemli olan, davranışlarının arka planının incelenmesidir.” Ona göre bütün sorunların kaynağı Marksizmin taraflılığında yatıyor ve Marksizmi benimseyen herkes (elbette Nâzım Hikmet de) bu hastalıktan muzdarip.
F. Ardıç’a göre, Marksizm sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesini temel aldığı için sürekli “ben-biz ve ötekiler” ayrımını yapmak zorundadır ve dolayısıyla da bir türlü sınıflarüstü “bütünlük”ü sağlayamamaktadır. Ve buradan da “taraflılığı” kabul eden Marksizmin kaçınılmaz olarak “faydacı” olmak zorunda olduğu tezine varıyor.
F. Ardıç’ın bütün yazısı esasta Marksizme karşı bu tezin savunulması amaçlıdır, bu nedenle de Güney dergisinin ileri sürdüğü tezlerin ve değerlendirmelerin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinde durulmamaktadır. Çünkü F. Ardıç’a göre kendisine Marksizmi temel alan Güney dergisi kadar, taraflı olduğunu açıkça ilan etmiş Nâzım Hikmet’in de genel duruşu yanlıştır.
F. Ardıç’ın tavrı, toplumun sınıflara bölünmüşlüğü gerçeğini yok sayan, sınıflı toplumda tarafsızlık iddiasının boş bir iddia, birçok halde de bilinçli bir sahtekârlık olduğunu anlamayan bir tavırdır. Fakat bizim derdimiz burda onunla Marksizmin haklılığı-haksızlığını genel düzlemde tartışmak değil. Biz yazımızı gelen somut eleştiriler üzerinde yoğunlaştırmayı doğru buluyoruz.
3. Ve gelelim tek tek örneklere…
« “Nâzım’ın hangi davranışları samimi olabilir? Örneğin: Stalin’in sağlığında ve ölümünün hemen ertesindeki övgüleri mi? Yoksa, tersten rüzgârlar esmeye başladığında, Stalin’i yermeleri mi? …”
Bu satırlarla Nâzım Hikmet’in sınıf mücadelesini kabul etmenin, taraflılığı kabul etmenin kaçınılmaz olarak faydacılığı doğurduğu ve samimiyetsizliği yarattığı anlatılmaya çalışılıyor.
Bizim değerlendirmemizin bunun tam karşısında durduğu açıktır. Nâzım Hikmet duygularında, şiirlerinde samimidir. Bu şiirler aynı dönemde, aynı (duygusal) ortamda yazılmış şiirler değildir ki, N. Hikmet’in samimiyetinden şüphe edilsin! Dünya Komünist Hareketinin büyük önderlerinden olan Stalin öldüğünde komünistlerin, ilericilerin ve emekçi kitlelerin duyduğu üzüntü, döktüğü gözyaşı ne kadar samimiyse, N. Hikmet’in Stalin’in ardından yazdığı “güzelleme” de o kadar samimidir. Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği’nde yaşadığı-gördüğü kimi olumsuzluklara, kendisine ters gelen kimi uygulamalara karşın, SBKP’ye ve onun önderi Stalin’e olumlu yaklaşıyor, sahip çıkıyordu. O, bu olumsuzlukların, uygulamaların aşılabileceği, düzeltilebileceği inancındaydı. Onun eleştirileri, bir komünistin bir komüniste / bir komünist partisine yönelik eleştirileri niteliğindeydi. Ve bu genel yaklaşımında da haklıydı. O dönem Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin yanında yer almak, sosyalizmin “anavatanı”nı savunmak bir ayrım noktasıydı ve Nâzım da “doğru tarafta” yer alıyordu.
Her ihtimalde, Nâzım Hikmet’in Stalin’in ölümünün ardından övgü şiiri yazmış olması gerçeği onun samimiyetsizliğini değil, şair duygusallığıyla o anda dünya çapında yaşanan kitlesel hüzün ortamından etkilendiğini gösterir.
Bu bağlamda Nâzım Hikmet’e getirilebilecek eleştiri, onun böylesi “güzelleme” yazmış olması değil, kendisini son derece rahatsız eden uygulamalara yönelik eleştirilerini açıkça kamuoyu önünde getirme noktasında olanaklarını zorlamamış olması, revizyonizme karşı ideolojik mücadelenin ihmal götürmez olduğu gerçeğine uygun hareket etmemiş olmasıdır.
Nâzım Hikmet’in 20. Parti Kongresi ertesinde esen rüzgârlardan, Kruşçev revizyonizminin Stalin dönemine saldırganlığından etkilendiği gayet açıktır. Fakat, bu bağlamda “tersten esen rüzgârlar”dan etkilenen salt o olmamıştır. Kruşçev’in Stalin’e saldırı niteliğini taşıyan “gizli raporu” bir bütün olarak dünya komünist hareketi içinde bir sarsıntıya yolaçmış ve ne SBKP içindeki komünistler ne de diğer komünist partileri buna karşı zamanında doğru ve gerekli tavrı alamamışlardır. Nâzım Hikmet 3 Haziran 1963’te öldüğünde, dünya komünist hareketi içinde beliren saflaşma henüz kesin hatlarıyla belirginleşmemişti. Kruşçev modern revizyonizmine karşı ÇKP ve AEP önderliğindeki açık cepheleşmede “1963 Polemikleri” belirleyicidir, ki ÇKP Merkez Komitesi imzalı “Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Bir Öneri” 14 Haziran 1963 tarihlidir. (Bkz. Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik (1963), İnter Yayınları)
Bu bağlamda, Uluslararası Komünist Hareketin belini kıran, Marksizmin sınıf mücadelesi-ideolojik mücadele ilkesinin gereklerinin yerine getirilmemiş olmasıdır; tam da bu bağlamda gerekli taraflılığın gündeme getirilmemiş olmasıdır.
Kruşçev modern revizyonizminin saptığı yolu farkedenler (örneğin ÇKP ve AEP) belirli bir dönem, tamamen yanlış biçimde, F. Ardıç’ın deyimiyle en azından Dünya Komünist Hareketi içinde “ben ve öteki ” yaratmama, Uluslararası Komünist Hareketin “bütünlüğü”nü tehlikeye atmama yolunu seçmişlerdir. Seçilen bu yolun işe yaramazlığı gayet açık ortadadır, ‘aman bölünmeyelim’ adına yolda kalan Marksizmin-Leninizmin ilkeleri olmuş, Marksist-Leninist partilerin sergilemiş olduğu bu yalpalamadan fayda sağlayan modern revizyonizm olmuştur. Salt bu örnek dahi, F. Ardıç’ın savunduğu “herkesin lehinde” bir yol izleme pozisyonunun, taraflılıktan– sınıf mücadelesinden vazgeçme pozisyonunun yeni bir dünya yaratma hedefine ilerlemekte işe yaramaz olduğunu kanıtlamaktadır.
« Şefik Hüsnü TKP’sine karşı Nâzım ve arkadaşlarının yeni bir TKP kurma ve bunu Komünist Enternasyonal nezdinde meşrulaştırma çabaları nasıl değerlendirilmelidir?
Bu örneği de F. Ardıç
, Komünist Enternasyonal’in, TKP’nin ve Nâzım Hikmet’in “faydacı” yaklaşımını teşhir amacıyla veriyor.
“Faydacılık”la ilgili genel teze tavrımızı yukarda da ortaya koyduk. Bu nedenle burada salt bazı olguların tersyüz edilmesine karşı tavrımızı ortaya koyacağız, çünkü bunlar Nâzım’ın komünist değerlendirilemeyeceğini ileri sürenler tarafından da kullanılmaktadır.
Güney dergisi yayınladığı Nâzım dosyasında, Nâzım Hikmet’in yeni bir TKP kurma girişimini esas olarak, parti içindeki ideolojik-siyasi saflaşmanın bir ürünü olarak değil, adı var kendi yok TKP’yi yeniden var etme girişimi olarak değerlendirmektedir. Nâzım Hikmet ve arkadaşları, durumdan görev çıkarmışlar ve tutuklama-takibatlarla çalışamaz durumda olan TKP’yi yeniden çalışır hale getirmek için biraraya gelmişler ve yeni bir merkez komitesi belirlemişlerdir. Bu yeni merkez komitesini Komünist Enternasyonal nezdinde meşrulaştırma girişimi de tutarlı bir adımdır, ancak bu girişimde başarılı olunamamıştır. Bu bağlamda Şefik Hüsnü takımı Komünist Enternasyonal Yürütmesindeki pozisyonlarını, bağlantılarını usta biçimde kullanmışlardır.
Geçmişte olan bu olaydan çeşitli sonuçlar çıkarmak mümkündür. Bizce, N. Hikmet ve arkadaşları Ş. Hüsnü revizyonizminin geldiği noktayı doğru tahlil edememiş, revizyonizme karşı ideolojik mücadelenin savsaklanacak yanı olmadığını kavrayamamış ve karşıtlarını bu noktada küçümsemişlerdir. Komünist Enternasyonal Yürütmesi’nde resmi TKP’nin pozisyonunu sarsmak için her ihtimalde daha ciddi bir uğraşın gerektiği görülmüştür ve bu anlaşılır da.
F. Ardıç, ise bu örneği Marksist anlayışla sağlıklı bir ideolojik mücadele yürütmenin imkânsız olduğunu anlatmak için kullanıyor. “Marksist anlayışın muhalif unsurları etkisiz kılmak için bu tür manevralara olanak ver”diğini ileri sürüyor. Pardon ama, Marksizmi temel aldığını söyleyen herkesin, her bir durumda Marksist yaklaşıma bağlı kaldığından yola çıkılmayacağını bilmiyor mu F. Ardıç? Biliyor bilmesine ama, “ben ve öteki” yaratmaya en baştan karşı olduğunu unutarak, ‘aynı yanlış’a düşüyor ve kendi pozisyonunu bir yana, Marksizm adına konuşanların hepsini de “öteki” yana koyuyor ve bu şekilde revizyonist manevraları da Marksizmin hanesine yazıveriyor. Bu iyi bir yöntem değildir.
« Nâzım Hikmet’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektup nasıl değerlendirilmelidir?
F. Ardıç, bu mektubu Nâzım’ın tutarsızlığının, “bedel ödemeyi göze alamamasının” ve genel olarak da “insanların öncelikle “bireysel çıkarlarına” uygun davranış geliştiriyor olma gerçekliğinin pratiğe yansıması”nın örneği olarak görüyor.
Bizce, bu noktada da yanılmaktadır F. Ardıç.
Nâzım Hikmet’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektup, Nâzım Hikmet’in Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki “kurtuluş savaşını” yanlış değerlendirmesiyle ilgilidir. Bu bağlamda kendi içinde tutarlıdır N. Hikmet, fakat bu onun ve TKP’nin kemalizm konusundaki tutumunun kökten yanlış, Marksizm-Leninizmden sapma olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Nâzım Hikmet, öncelikle 1936’daki tutuklanmasında kendisini tamamen suçsuz görmektedir. Harp okulu öğrencilerini örgütlediği ve ordu içinde ayaklanmaya kışkırttığı iddiasıyla tutuklanmış ve hapis cezası yemiştir. Nâzım Hikmet’in gerçekten de harp okulu öğrencileriyle bir ilişkisi yoktur ve orduyu kemalist yönetime karşı ayaklanmaya kışkırtma gibi bir siyasi yaklaşımı da yoktur. O Mustafa Kemal’e hayrandır, kurtuluş savaşını anti-emperyalist devrimci bir savaş olarak değerlendirmektedir, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı da iyimser bir yaklaşım içindedir. Bütün bu nedenlerle Mustafa Kemal’e yazmış olduğu mektup, onun “tutarsız” oluşu, “bedel ödemekten” kaçışı, korkaklığı, ilkesizliği vs. olarak değerlendirilemez. Yukarıda da söylediğimiz gibi, başta vahim olan onun böylesi bir mektup yazmış olması değil; bunun arkasında yatan, Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki TC devleti hakkında anti-emperyalist, devrimci değerlendirmesidir.
F. Ardıç yazısını çıkardığı şu sonuçla bağlıyor: “Sonuç olarak, diğer şeylerin dışında Marksist yaklaşım, kendi bütünlüğü içinde devamlı “ötekileri” yarattığı için, özlemi duyulan “yeni bir dünya”nın kurulması için gereken “biz bütünlüğünü” yaratamıyor. Bu yüzden de bu perspektifle yürütülen çalışmalar, nafile çalışmalardır.” … “Yeni bir dünyanın oluşturulması için gereken “irade birliği”nin -ötekilersiz “biz bütünlüğünün” yaratılabilmesi için, herşeyden önce, herkesin lehinde -ötekilerin aleyhinde olmayan- “yeni bir dünya”nın hedeflenmesi gerekiyor.”
Bizce, komünist sanatçı Nâzım Hikmet’in yaşamı ve mücadelesinin değerlendirilmesinden kesinlikle çıkarılmayacak bir sonuçtur bu sonuç. Nâzım Hikmet, yaşamı boyunca baskısız ve sömürüsüz bir dünya, sınıfsız bir toplum özlemine sahip olmuş, bu hedef için mücadele etmiş ve sanatını bu mücadelenin hizmetine sunmuştur. Onun yanlışları, sınıf mücadelesinin her bir anında proletaryanın çıkarları ile burjuvazinin çıkarları arasındaki ayrım çizgisini çizemeyen, ideolojik mücadelenin gerekliliklerini yerine getiremeyen, “biz” (proleter bakış açısı) ile “ötekiler” (her türden burjuva düşünce) arasındaki çelişkiyi doğru değerlendiremeyen komünistlerin yanlışıdır. Nâzım ve Nâzımların düştükleri, “hiç de hoş olmayan durumlara” (F. Ardıç) düşmekten bizi koruyacak olan bu gerçeğin kavranmasıdır. Yoksa, F. Ardıç’ın yaptığı gibi, Marksizme sırt çevirerek “herkesin lehine”liğin, taraflılık ve sınıf mücadelesi yerine, “biz bütünlüğü”nün, burjuvazi ile proletaryanın çıkar birliğinin savunulması değil!