Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının yarattığı dehşetli sonuçları yüreğinin derinliklerinde hisseden ve bu bağıntıdaki duygularını şiirleriyle de anlatan, örneğin:
“…Saçlarım tutuştu önce, / gözlerim yandı kavruldu. / Bir avuç kül oluverdim, / külüm havaya savruldu. /… Çalıyorum kapınızı / teyze, amca, bir imza ver. / Çocuklar öldürülmesin / şeker de yiyebilsinler” diyen Nâzım Hikmet mi? Yoksa Güney’in tespitine göre, “ “Büyük insanlığın” kurtuluşu için, mücadele eden bir sanatçıdır. Fakat “büyük insanlığa” yaklaşımı da idealistçe, dalkavukça, halk kuyrukçusu değil; eleştirel, gerçekçi, onu ataletinden kopmaya çağıran, uyandırmaya, aydınlatmaya yönelik bir yaklaşım”a sahip olan. Ve “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” başlıklı şiirinde, “…Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye. /…” serzenişinde bulunmasına rağmen pratikte, Stalin’in sağlığında ona övgüler düzen, ölümünün ardından rüzgarlar henüz tersine esmeden onun için şu övgüleri yapan: “İlkönce kim kime metin ol kardeşim- / diyecek, / ilkönce kim kime başsağlığı dileyecek? / Hepimizindi o, / hepimizindir / Yoldaşlarım, / acınızı duyuyorum, / sizin duyduğunuz gibi tıpkı, / aynı şiddetle, / kardeşlerim, / hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden, / tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı / aynı metanetle. / Seviyorum onu, / Marx’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi / sevdiğiniz gibi, / aynı muhabbetle, / aynı hürmetle. /…” Ama rüzgarlar tersten esmeye başladığında aynı Stalin için şunları: “taçtandı tunçtandı alçıdandı kaattandı iki santimden yedi metreye kadar / taştan tunçtan alçıdan ve kaattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında / parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kaattan gölgesi / taştan tunçtan alçıdan ve kaattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın / odalarımızda taştan tunçtan alçıdan ve kaattan gözleri önündeydik / yok oldu bir sabah / yok oldu çizmesi meydanlardan / gölgesi ağaçlarımızın üstünden / çorbamızdan bıyığı / odalarımızdan gözleri / ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın / tuncun ve kaadın” yazabilme “becerisini” gösterebilen, “büyük insanlığa” yaklaşımı da idealistçe, dalkavukça, halk kuyrukçusu değil; eleştirel, gerçekçi, onu ataletinden kopmaya çağıran, uyandırmaya, aydınlatmaya yönelik bir yaklaşım”a sahip olan! Nâzım Hikmet mi?
Evet, paylaşılamayan, diyet ödemenin ciddiyeti kapıya dayandığında,
“Cumhurreisi Atatürk’ün Yüksek Katına
Türk ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla onbeş yıl ağır hapis cezası giydim. fiimdi de Türk Donanmasını “isyana teşvik etmekle” töhmetlendiriliyorum.
Türk inkilabının ve senin adına and içerim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam yurdumu seven bir yüreğim var.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Yurdumun ve inkilapçı senin karşında alnım açıktır…
Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu “İnkilap askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim en inkilapçı baş sensin, kemalizmden ve senden adalet istiyorum.
Türk inkilabının ve senin başına and içerim ki suçsuzum.” düşkünlüğünü gösterebilen, buna rağmen Güney’in: “Nâzım Hikmet kendisini Bolşevik Parti’nin iktidarda olduğu Moskova’ya ilk kez gittiği 19. yaşından itibaren bütün hayatı boyunca komünist olarak değerlendirir. Bunu açıkça ilan eder, burjuvazinin bütün uzlaşma, satın alma girişimlerini boşa çıkartır ve “yürekten bağlandığı” komünizm davası için ölümü bile göze alır. Ömrünün 13 yılını hapiste geçirir. Ve fakat ‘sol memenin altındaki cevahiri kararmaz’” diye değerlendirebildiği Nâzım Hikmet mi? Bu tür çelişkili ve vahim tavırları çeşitlendirerek sorumuzu, “paylaşılamayan kim?” yineleyebiliriz. Ama sanırım amacımız için bu kadarı yeterli. fiimdi başka bir soru soralım:
Paylaşamayanlar kimler?
Esas olarak üç kategoriye ayırabiliriz. Burjuva sınıfı: Nâzım’ın Türklüğünü, şairliğini, özel yaşamını ve Kemalizme yaklaşımını öne çıkararak sömürme arayışı içinde olanlar. Nâzım’ı eleştirisiz olarak sahip çıkmaya çalışanlar. –sömürmeye çalışanlar– Ve Nâzım’ı eleştirel olarak sahip olmaya çalışanlar. –sömürmeye çalışanlar–
Son iki kesim için de “sömürmeye çalışanlar” tespitinin yapılmasının, ağır ve haksız bir ifadelendirme olduğu söylenebilecektir. Ama süreçlere, kişilere, esas olarak eleştirel yaklaşmayan, faydacı bir yaklaşıma sahip olanlar için başka nasıl bir ifade kullanılabilir ki? Peki eleştirel yaklaşım sergileyenler için, örneğin Güney’in yaklaşımına sahip olanlar için, haksız-ağır bir ifade değil mi?
Konferans için yazılan “Tezler ve Gerekçeler” dosyasındaki değerlendirmeleri objektif bir şekilde okuyup da sağlıklı bir değerlendirme yapıldığında
, yukarıda bazılarını ortaya koyduğumuz çelişkiler bilince çıkarıldığında, bu ifadelendirmenin kullanılmaması eksiklik olacaktır.
Güney, Nâzım’ın değişik dönemlerde değişik bağıntılarda ortaya koyduğu tavırları problemli gördüğü, yer yer çok vahim olarak değerlendirdiği halde, ondan vazgeçemiyor. Bana göre bunun nedeni –Marksist konumun da, kaçınılmaz olarak faydacı ve çifte standartlı olmasının yanında– Nâzım’ın vahim hatalarının, Stalin dönemi tespitlerinden, uygulamalarından kaynaklanması, ki bu durum yazıda zaman zaman kabul ediliyor ve Güney, Stalin dönemini sahiplendiği için, bu sahiplenmesine halel getirmemek için, zorlanarak da olsa Nâzım’ı esas olarak sahiplenmek zorunda kalıyor. Aksi takdirde mantıki olarak Stalin dönemini de köklü olarak sorgulaması gerekecek. Ve Güney’in bugüne kadarki geçmişi değerlendirme çalışmalarının ortaya koyduğu olgular, tespitler, resimler fazlasıyla Stalin döneminin köklü sorgulanmasını gerektiren malzemeleri vermiş durumda. Ama “Stalin savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz” anlayışıyla tabanını yetiştirmiş olan Güney için böyle bir adım atmak –tabanın ayaklara bağ olması mı? Yoksa onlara bağımlı olma mı?– ne derece mümkün? Tabii ki bunlar benim değerlendirmelerim, Güney böyle bir yol ayrımında olduğunu kabul etmeyebilir, farkında olmayabilir. Ama beni ilgilendiren, faydacı yaklaşımın esas temelinin, Marksist yaklaşımın faydacı yaklaşıma temel yaratıyor olmasıdır. Olaki, Stalin dönemi köklü sorgulamadan geçirilerek bu dönem esas olarak problemli bulunabilir. –ki bu dönemi problemli bulan Marksist akımlar vardır– Bu şartlarda bile faydacı yaklaşımlardan –niyetlerden bağımsız olabilen– kaçınılmaz.
Yazımın, konferans gündemini zorlayan bir muhtevaya sahip olduğunun farkındayım. Ama ortaya koyduğumu iddia ettiğim yeni bakış açısı şartlarında, başka türlü olması da mümkün değil. Ve kanımca, “…eleştiriye, ilerletilmeye açık ilk tezler…” olarak sunulan “Tezler ve Gerekçeler,” konferansta, “yeni bir dünya” kurma çabalarına, –söz konusu zorlamaları dikkate alarak ele alındığında– katkı sunabilme potansiyeli yaratabilecektir. Beklentim, konferans vesilesiyle ilk adımın atılabilmesi.
Niçin faydacı yaklaşımlardan –niyetlerden bağımsız olabilen– kaçınılmaz?
Niçin?
Hedeflenen “yeni bir dünya”yı –birinci aşamada– herkes için istememesinin sonucu olarak, “ötekilerin” aleyhine “yeni bir dünya” istemesinin sonucu olarak, kaçınılmaz olarak “ben-biz ve ötekiler” yaklaşımına sahip olunduğu için. Bu durumda temel yönelim, “beni-bizi” çoğaltmak, güçlendirmek “öteki-ötekileri” azaltmak, zayıflatmak. Genel tespitimizi, Nâzım’ın davranışları ışığı altında kısaca açmaya çalışalım.
Nâzım’ın hangi davranışları samimi olabilir. Örneğin: Stalin’in sağlığında ve ölümünün hemen ertesindeki övgüleri mi? yoksa, tersten rüzgarlar esmeye başladığında, Stalin’i yermeleri mi? TKP’yi yetersiz ve problemli bulup ayrı bir çalışmaya girmesi dönemindeki duyguları mı? Yoksa, daha sonra aynı TKP’nin içinde, –benim için haksız eleştiriler yaptınız, özeleştiri verin, talebinde bulunmadan– çalışması sırasında, “vay canına! Arkadaşlarını dışlama için, onlara casus demek, Sibirya’ya sürdürmek, binbir işkence ve kahır içinde ölmelerine sebep olmak sizin prensibinize uyuyor mu yani?” diyene, “Oğlum dikkat et, herkesle böyle konuşma! Herşeyden evvel bir parti var. Bir disiplini var o partinin.” derkenki duyguları mı? Ya da,…… duyguları mı?
Amacım, Nâzım’ın sözkonusu davranışlarından yola çıkarak onun hakkında değerlendirme yaparak onu bir yerlere koymak değil. Benim için önemli olan, davranışlarının arka planının incelenmesidir. Arka planının kısaca ele alınması, “ben-biz ve öteki-ötekiler” üreten yaklaşımın yarattığı problemleri anlamamıza yardımcı olabilecektir.
Nâzım hangi durumlarda “ben-biz ve öteki-ötekiler”den yana tercihini kullanıyor? Davranışlarını takip ederek incelemeye çalışalım.
Nâzım TKP’lidir ve bu aşamada tercihini “ben-biz”den yana yapıyor. Yani, anlamlı, doyurucu,… bir yaşamı TKP saflarında bulacağını sandığı için, (“biz”in böyle bir dünya yaratabileceğini düşündüğü için) “ben”i için, tercihini bu yanda kullanıyor. Ve “ben”i için istediği yaşamın gerçek olabilmesi, “biz”in güçlendirilmesine bağlı. Bu da sırasıyla, TKP ve Komünist Enternasyonal partilerinin –“biz”in– güçlenmesine bağlı. Bu bağlamda Nâzım’ın faaliyetleri “biz”i güçlendirmeye yönelik oluyor. Ve bir aşamada “biz”in bir parçası olan TKP’nin “biz”i dolayısıyla “ben”i geliştiren bir hat izlemediğinin tespit edilmesi üzerine “biz”in bir parçası olan TKP’ye tavır alınıyor. Bu aşamada TKP “biz”in bir parçası olmaktan çıkarak “öteki-ötekiler” oluyor. Ama Nâzım ve onunla hareket edenler de TKP tarafından “öteki-ötekiler” olarak değerlendirilmeye –ki Komünist Enternasyonal bunlardan yana oluyor– başlanıyor. Değişik bir ifade ile “ben-biz” bütünlüğü parçalanıyor ve parçalar için karşı taraf “öteki-ötekiler” haline geliyor. Dolayısıyla “ötekilere” karşı tavır alınıyor. Nâzım tarafı Komünist Enternasyonali (KE) “öteki-ötekiler” olarak değerlendirmiyor. Amaç, KE’nin kendilerinden yana tavır belirlemesini sağlamak. Ama amaçlarına ulaşamıyorlar. Bu bağıntıda faydacı yaklaşılıyor. Çünkü TKP’nin politikaları KE’den bağımsız değildir, dahası onun politikalarını uygulamaktadır. Tutarlı olunsa KE’ne karşı da tavır alınması gerekir ama bu şartlarda tutunabilmek zor olduğu için faydacı yaklaşım daha kolay!
Bu bağlamda biraz fikir yürütebiliriz. KE’ye karşı tavır almanın zor olması, nasıl bir zorluk içerebilir? Normalde söyleme uygun davranılması şartlarında, “ideolojik mücadele” yürütülmesi gerekir ve taraflar her türlü eleştirilerini rahatça ortaya koyabilirler. Ama böyle bir ortam var mı? Olabiliyor mu? Nâzım’ın “Troçkist, dönek, vb.” ilan edildiği şartlarda ne derece ideolojik mücadele verilebilir? Ve muhaliflerin “Troçkist, dönek, vb.” ilan edilerek bertaraf edilmesi taktikleri TKP’nin kendine has bir uygulaması mı? Yoksa dönemin en yaygın suçlama taktikleri mi? Ve kaynağını nereden alıyor? Sorun muhaliflerin –dünya çapındaki muhaliflerin– olması gereken davranışı –ideolojik mücadele yürütmekte kararlı olma– gösterememiş olmaları mı? Yoksa sorunun esas kaynağı başka yerlerde mi? Örneğin Marksist anlayışın, muhalif unsurları etkisiz kılmak için bu tür manevralara olanak vermesi mi? Tarihi gelişmelerin incelenmesi, bu tür manevraların geçerli olduğunu ve bu tür manevralar karşısında sağlıklı ideolojik mücadelenin yürütülmesinin imkansız olduğunu gösteriyor. Bireylerin, kurumların cesaretli davranış gösterememelerine –kellelerini vermeyi göze alamamalarını– tespit ederek görev çıkarmakla –sonuna kadar tutarlı ideolojik mücadele etmekte kararlı davranılması gerektiği görevi– geçmişin hatalarının yinelenmeyebileceği sonucunu çıkarmak, en hafif deyimiyle, kendimizi kandırmak oluyor.
Deneyimler muhaliflerin kendi içlerinde de aynı manevraları uyguladıklarını fazlasıyla gösteriyor. Çünkü esas sorun, yeterince kişinin sonuna kadar tutarlı kalamaması değil, Marksist yaklaşımında “ben-biz ve öteki-ötekiler” anlayışına mahkum olmasıdır. Bu yüzden de yaratılan “ben-biz bütünlükleri”, kendi içinde “öteki-ötekiler” ayrımını üretmekte ve sonuç olarak gerekli etkinliğe sahip “ben-biz bütünlüğü” yaratılamadığı için, özlemi duyulan “yeni bir dünya” yaratılamamaktadır.
Nâzım’ın Mustafa Kemal’a yazdığı mektubu, “ben”in bedel ödemeyi göze alamaması karşısında “biz”i göz ardı ederek “ötekine” biat etmesinin örneği olarak görebiliriz. Yine Nâzım’ın Stalin’e ait değerlendirmeleri, “ben”in “biz” tarafından –aslında “öteki” hale gelmiş olan– tehdit edilmesi şartlarında, bedel ödemeyi göze alamayıp sahte “biz gayretkeşliğine” girilmesidir. Ve bu tür davranışlar en yaygın olan davranışlardır. Ve, insanların öncelikle “bireysel çıkarlarına” uygun davranış geliştiriyor olma gerçekliğinin, pratiğe yansıma örnekleridir bu tür davranışlar.
Nâzım tutarlı davranıp –herşeyi göze alıp KE’ye karşı da– mücadele yürütseydi nasıl bir tablo karşısında kalacaktı? Herşeyden önce ülkesinde yaşamı tehlikeye girdiğinde Sovyetler Birliği’ne gitme olanağını yitirecekti. Ve değişik “ötekilerin” tehditleri altında yürüteceği çalışmaların yaratacağı “ben-biz bütünlüğü”, kendi içinde “öteki-ötekileri” yaratacak ve günümüzdeki sonuçlardan çok farklı bir gelişme olmayacaktı.
Sonuç olarak, diğer şeylerin dışında Marksist yaklaşım, kendi bütünlüğü içinde devamlı “ötekileri” yarattığı için, özlemi duyulan “yeni bir dünya”nın kurulması için gereken “biz” bütünlüğünü yaratamıyor. Bu yüzden de bu perspektifle yürütülen çalışmalar, nafile çalışmalardır.
Diğer taraftan, yaratılan “biz bütünlüklerinin olanakları” esas olarak “biz bütünlüklerinin yöneticileri” –”ben”ler, “biz parçacıkları”– tarafından, konumlarına paralel olarak kullanılmaktadır. Değişik bir ifade ile, oluşturulan “biz bütünlükleri” aslında bütünlüklü olarak “biz bütünlükleri” olamamakta, esas olarak “biz bütünlüğü” içindeki bazı “biz bütünlüklerinin” çıkarını temsil eden “biz bütünlükleri” olmaktadır. Bu gerçekliğin direk sonuçlarında birisi de, “yeni bir dünya” kurulması çabası içinde olan, olduğunu söyleyen “farklı biz bütünlüklerinin” çok miktarda olmasıdır. Aynı “biz bütünlüğü” içinde olması gerekenlerin “farklı biz bütünlüğü” içinde olması, “farklı biz bütünlüğü” oluşturması ve yer yer ortak amaç içinde oldukları söylemine sahip “biz bütünlüklerinin” birbirlerine karşı “ötekilere” karşı gösterilen davranışlar sergilemesi gerçekliklerinin sonucu olarak, özlemi duyulan “yeni bir dünya” kurulması için gereken “biz bütünlüğünün” yaratılamıyor olması, bu anlayışlarla yürütülen çalışmaların nafile olması tespitini pekiştiriyor.
Çıkan sonuçlardan, genel olarak şu sonucu çıkarmamız gerekiyor: İstenilen “yeni bir dünya”nın oluşturulması için gereken “irade birliği”nin –ötekilersiz “biz bütünlüğünün”– yaratılabilmesi için, herşeyden önce, herkesin lehinde –ötekilerin aleyhinde olmayan– “yeni bir dünya”nın hedeflenmesi gerekiyor.
“Yeni bir dünya”nın, küllerin altında kaldığı söylenen ateşi tekrar canlandırmaya çalışmakla kurulmasının mümkün olmadığının görülmesinin zamanı geldi de geçiyor. Nâzım’ın ve Nâzım’ların değerlendirilmesi, sahiplenilmesi, yukarıda kısaca ifade ettiğim yaklaşıma sahip olunduğu şartlarda anlamlı olacaktır ve Nâzım ve Nâzım’ların düştükleri, hiç de hoş olmayan durumlara düşmenin tekrarlanmalarından kurtulmanın zemini hazırlanmış olacak.