Gökyüzü tüm hışımlıyla yere boşanırken, koridorda yankı yapan her dem öfkeli gardiyanların sesini bile baskılamıştı. Havanın kasvetli hâli bu tufanın ardından dağılıp, yerine adeta açılmış bir gonca gül bırakmıştı. Uçsuz bucaksız kıraç arazilerin ortasına kazık gibi çakılan hapishane duvarlarının yüzünde firar fikrini dahi örseleyecek bir bezginlik okunuyordu. Gökyüzü yeryüzünün sıkıntısını yıkadığında duvarlar arasına gömülü hücrelerdeki tutsaklarda da hareketlilik başladı.
Serkan dışarıda tufan devam ederken hücresinde oturmuş arkadaşına mektup yazıyordu. “…Bilirsin can dostum! Yağmur berekettir. Börtü böceğin, ağacın otun can suyu ondadır. Toprak, anasının göğsüne yapışan çocuk gibi can bulmak için yapıştırır ağzını suyun gözesine. Ee biz de yağmurdan az da olsa faydalanıyoruz işte. Bekliyorum her an yeni bir misafirim veya misafirlerim olur diye. Şimdilik hoşça kal, ama tabii burada kal! Eğer kapıyı tıklatan biri varsa sıvışmadan bir koşu yetişmem lâzım.”
Aylar, yıllar çoğu kez uzaktaki birini ışınlarcasına yakına çekip muhabbete sokmakla geçerdi. Mektuba daha sonra devam etmek üzere kalemi bırakıp bir avuç hücrenin bir o kadarlık havalandırmasına kapağı attı Serkan. Bir kuyunun dibinden yukarı bakıyormuşçasına başını gökyüzünün derinliklerine doğrulttu. “Sonsuzluk ” dedi kendi kendine ve bir an susup kaldığı yerden devam ederek “…ne heyecan verici. Çok derin, çok yalnız ve çok da ürkütücü değil mi” diye ekledi ve bir yerden karşılık bekliyormuş gibi de susup bekledi. Oysa başka bir yanıt olmazdı ki burada senin vereceğin yanıttan başka. “Şimdi kuş olmak vardı oralarda. Beni görmek için bir gününü yollarda geçiren ablama sürpriz yapıp, Karadağ’ın eteğine yayılmış bahçesindeki nar ağacına ilişip bülbül gibi şakımak, tepesinde kanat çırpmak vardı” derken “Top geliyor” anonsuyla birlikte pat edene önüne düşen “top” dedikleri ruloya eğildiğinde kurmaca havadan da sıyrılmış oldu.
Hücresinin numarası A-8/12 idi. Topların yolculuğuna karşı hapishanede güçlü refleks oluşmuştu. Ses hızıyla yarışır gibi toplar oradan oraya, kaşla göz arasında havalandırmadan havalandırmaya gökyüzüne tel örgülerin çekilmediği zamanlarda gidip geliyor; geliyor ve yine gidiyordu. Yasaklarla örülü sessizliğin perdesi altında monotonlaşıp hantallaşan tutsaklar birbirleri arasında bağlar oluşturan haber akışıyla birlikte canlarına can katıyor, yeni güne enerji toplamış bulunuyorlardı. Öyle ya burada zaman çok ağır ve yavaş işliyordu. Gözün gördüğü alan hem dokunduğun hem de işittiğin kadarıydı. Top gelecek beklentisi onların puslanmaya başlayan gözlerini ve kulaklarını açar, seslerin tonunu dolgunlaştırırdı. “Top geliyor” anonsu nasıl duyuluyorsa diğer tarafa da aynı enerjiyle gönderilirdi. Serkan da yakaladığı topu aldı, tuttuğu gibi çatıdan hücre on üçe kalın sesiyle “top ge-li-yor” diyerek aşırdı.
Yağmurdan kalan son damlalar çatılardan duvarlara doğru ağır çekim bir tempoyla aşağıya doğru kendine bir yol buluyordu. Serkan güçlü sağanaklardan sonra yırtılan bulutların ardından akan güneşin yavaş yavaş etrafı kızıştırmaya başladığını hissetmişti, bile. Beklenen misafir böyle havalarda geç kalmaz, gelmediyse de eli kulağındadır.
Havalandırmanın ortasına dikildiğinde bu küçük alanın dört yanına hâkimdi. Başını hücre on üç yönünün sağına çevirdiğinde beklediği misafirlerden birini kıpırdarken gördü. Havalandırmanın bu önemli misafiri bozkırın rengini giyinmiş bir çekirgeden başkası değildi. Hay Allah! Kıpırdayan çekirgenin altında bir de kanatları kırılmış ölü bir çekirge duruyordu. Canlı olanı ölünün üstüne abanıp burnunu altındakinin burnuna vermiş öylece bekliyordu. Ötesi beri yok sayılan havalandırmanın bir noktaya göre az ötesinde bir başka çekirge nasıl bir kapana kısıldığını anlamışçasına var gücüyle sıçrayarak kurtulma telaşındaydı. Acele etmedi Serkan. Nasıl olsa bu kuyuya düşenlerin ölüsünün bile çıkma şansı yoktu. Belki de “garip ölüsüne yas tutuyordur” diyerek ürkütmek istemezcesine biraz mesafeli şekilde çekirgeyi izledi. Zavallı yaratık kanatlarını damlaların önüne katıp beton bir kafese düşeceğini bilemezdi. Onun sarılacağı, canına can katacağı toprak ve toprağa bağlı bir dal burada hiç yoktu. Eğer toprak yoksa ölüm er geç kaçınılmaz bir sondu.
Serkan elini yavaşça üstten uzatıp misafirinin ters V şeklinde dikelen iki kanadını birden parmaklarının arasına aldı. Davetsiz misafirin parpazlanması ev sahibinin “haniymiş benim arkadaşım, hoş gelmiş sefalar getirmiş!” sözleriyle birlikte yavaş yavaş duruluyordu. “Korkma gülüm, korkma arkadaş! Ben sana dostum. Eminim ki sen de bana öyle olacaksın. Göreceksin birlikte iyi vakit geçireceğiz.”
Topun ötelerdeki sesi belli belirsiz duyuluyordu.
“Top geliyoor.”
Başını kaldırdı Serkan, avucundakiyle doğru içeri geçti. Böylesine gökten inen misafirler için her zaman hazır tuttuğu bir köşkü vardı. Beyaz kâğıttan yapılma ve kapaklı, üzerine boya kalemi ile karanfiller, yıldızlar kondurulmuş zarif görünümlü bir kutunun kendisiydi köşk; misafirlerin ağırlandığı evin en güzel köşesi niyetine.
“Şimdi sana bir isim bulalım mı?”
“…”
“Madem arkadaşız, hapis yaşamı paylaşacak iki dostuz. O halde teklifin kabulümdür mü diyorsun.?”
“…”
“Tamam, o zaman anlaştık Hakan. Evet, biliyorsun sen Hakan’sın. En yakın dostum Hakan… Heytt be heyt… Bunun kıymetini bil emi Hakan’ım!”
Hakan, köşkünün içinde Serkan’ın yumuşacık kuşatan sözcüklerinin büyüsünü hissetmiş gibi ince gövdesine karşı patlak koca gözleriyle kıpırtısız bakadururken, Serkan kalemi eline alarak yazı kağıdını önüne çekti: “İyi ki de gittim. Bir misafirim geldi. Çok özlemiştim bilirsin. Nerededir, ne yapıyordur diye meraktan kuduruyordum desem abartı olmaz. Anlamışsındır herhalde misafirimin Hakan olduğunu. Bol bol çay içip eski günleri yad edecek, her zaman olduğu gibi düğün günümüzün hayalini büyüteceğiz. Radyo saatinde buluşmak üzere A 8 /12.”
Notu yazılı alanın çevresinden koparıp özenle katladı. Havalandırmaya koştu topu aldı. Az önce zıplaya zıplaya yol alan topun şimdiki yürüyüşü de dönüş yolculuğuydu. Su şişesinin ortadan aşağı kesilmiş bölümü her ne kadar küçük bir silindir şeklinde olsa da işte adı toptu. Topun içi kalın ve yalnız duvarları birbirine bağlayan yazı ve notlarla doluydu. Bunların bazıları hapishane içi yayınları olan el emeği göz nuru dergisi “Gara Gomedi” için yazılanlardı. Kimde ne var ne yok göz attı. Pazar akşamları “Radyo Saati” programları vardı. Hücreden hücreye anonslar, türküler, şarkılar bir şenlik… Bu akşam yine o akşamlardan biriydi. “Akşama radyo saatinde Feride’yi Nail’in türküsüyle selamlayacağım” diyordu 14 numaradaki Ali. Serkan, buna biraz bozuldu. Çünkü kendisi de bu seçimi yapmıştı. Hemen programını değiştirmesi gerekti. Notunu pakete yerleştirip, “top geliyor” diye sağ duvardan yukarıya ünledi. Top düz bir çizgi çeker gibi hedefe doğru aşıp kayboldu.
Topla oynamaya ilk başladıklarında ne kadar da tereddüt geçirirlerdi. Hedefi tutturmak zaman almış, çatılar yol yorgunu toplarla dolmuştu. Önceki hücresinde bir Hakan, bir Serkan derken artık onlar topun, top onların dilinden konuşur olmuştu. Şimdi barışıktılar. El emeği göz nuru bu haberleşme aleti hücre hayatının vazgeçilmez konforuydu. Eller onu tutmakta onu zıplatmakta, o ellere ulaşmakta ustaydı artık.
İçeri girdi. Bir adım daha genişletmek, bir parça eşya, bir adet kitap, bir kalem, bir tabak daha çoğaltmak için kıvrandığı o mekâna. Dolap, ranza, masa, klozet, eviye. Eviye, klozet, masa, sandalye, ranza, dolap. Sandalye, eviye, masa… Hepsi orada sen burada. Sen burada hepsi orada. Ve küçücük bir pencere. Dışarıya nefesini, sesini verip, havadaki nefesi sesi kokladığı havalandırma deliği.
Neyse ki güne yeni düşen bir şey Hakan’ı misafir etmesiydi. Ruhunun en güzel köşküne taht kurmuştu. Birlikte iki lafın belini kıracak, harmandalı oynayıp tavlada zar atacaklardı.
Keskin mi keskin “şıraaak” eden bir metal sesi öğlen karavanasının dolaştığının işaretiydi. Her şey gibi karavananın tabldot tepsisi de beyaz bir köpüktü. Yemek zamanı burada Serkan’ın hiç mi hiç sevmediği fasıldı. Oysa her yeni öğün zamanına kendini günlerdir aç hisseder gibi yaklaşıyordu. Artık dünyada olmayan annesinin yemeklerini bolca hayal edip duygusal doyum sağlamaya çalışması karnından gelen keskin acıkma hissine engel değildi. Bir de hayalindeki yemeklerin tadını hapishane gerçeğinde hiçbir zaman yakalayamaması onu kimi zaman yemekten iğrendiriyordu da. Ancak iradesini ite ite hayata gereği gibi tutunmak pahasına kendini alıştırdığı bir durumdu bu.
Bir yanı pırasa bir yanı bulgur pilavı olan yemeği içeri aldığında nefret ettiği köpük tabldota “çürük kapitalizmin leş kokulu kabı” diye defalarca tükürük savurduğunu bir kez daha anımsayarak misafirine ayıp olmaması için bu sefer kendini tuttu.
Evet, köpük malzeme Serkan’ın oldu bitti nefret ettiği bir şeydi. Kabın gözle görünmeyen zerrecikleri arasından yemeğe hep zararlı kimyasallar bulaştığını düşünürdü. Sahi bu tabakta yemek yemeyi içine sindirmesi ne çok zaman almış, arkadaşı Hakan’ın zorlamasıyla açlıktan ölmekten kurtulmayı ister istemez öğrenmişti. “O koku var ya, o koku burnumun kıllarına yapıştı” deyip çoğu kez yemeğini burnunu sıkarak ağzından aşırmıştı. Kimi zaman buna iyice alıştığını düşünse de bazen öyle gerilere gidiyordu ki ilk günkü gibi tepkisel davrandığı zamanlar oluyordu.
Neyse ki bugün köpük tabldota takılmayacaktı. Misafiriyle söyleşerek yemek yerken köpürtülmüş fosil maddenin kokusu karşısında hiçbir şey olmamak için tutunmayı becerecekti.
“Gel dostum” diye misafiri kutudan alıp tabldotun kenarında bir yere bıraktı. “Hadi yiyelim!” diye kaşığı önündekine salladığında, o da aynı şekilde Serkan’a bakmaya devam ediyor gibiydi.
“Hatırladın değil mi? Pırasanın olduğu tabağa tükürdüğümü. Hani kızmıştın ya… ‘Takma dostum buna! Hayata sarılacak güçlü bağlar bulmalıyız’ diye. Hak vermiştim de sana ama elimde değil demiştim.”
“…”
“Gördüğün gibi yine elimde değil ama avucumun içine aldım o pis maddeyi. En azından şimdilik kazandım dostum. Senin sayende yani. O beni değil ben onu idare ediyorum. Sen de anlıyorsun galiba?”
“…”
“Neyse boş ver bunları da ne yapıyorsun şimdi? O çok sözünü ettiğin nehirde kendini suların koynuna attın tabii. Baraka balıkçısının nehir kokulu sofrasına otururken beni de çağırdın elbet. Ama ben içeri girmek istemeyip tavansız gökyüzü altında, bitimsiz ağaçlar arasında doğayla hemhâl olma isteğine yüz veriyorum. Ne dersin yanlış mı yapıyorum?”
“…”
“Anlaşıldı, biraz dinleneyim, yorgunum diyorsun. Oldu, dostum oldu! Hadi Hakancığım sen köşküne, ben kendi köşküme. Çaylarımızı yudumlayarak kitaba devam edelim. Akşam da radyo yayını için geçeriz pencerenin başına.”
Kitap kapakları açıldığında hapishane hücrelerine sessizce kararlaştırılmış bir sessizlik çöktü. Ta ki radyo taklidi canlı performans karanlığı yarana kadar. “Karşıki yaylada göç katar katar…”
Serkan’ın ki gibi diğer hücrelerden de Ali’nin sesine eşlik edenler katar katar gökyüzüne karıştılar. Özgürlüğü aşk ile tattıkları en güzel halleri birlikte türküye tutuldukları anlarıydı.
“Bu ayrılık bana ölümden beter/Geçti dost kervanı eyleme beni, eyleme beni”…