Şiir, seçilmiş duygulara özenle giydirilen dil ipeğidir. O ipeği kesip biçip, diken, üzerine oturtup yakıştıran terzi de onun şairidir.
Bu güne dek hiç kimse –Homeros’tan son şaire kadar- şiirin tanımını yapamamıştır. Kimi, kelimelerle resim yapmaktır, demiş. Kimi, kelimelerin macerasıdır diye özetlemiş. Kimi, edebiyatın doruğudur diye değerlendirmiştir. Kimi, güzel söz söyleme sanatıdır diye katkı sunmuş. Kimi, dil de yangınlar çıkarmaktır diyerek noktayı koymuş. Ben de, bir kafa da bulunan saça katkı misali -o katkıyı bir kıl olarak düşünün- onu “3S” biçimin de formüle ettim: Söz… Ses… Süs…
Bir arkadaşla bir keresinde rakı içiyorduk.’’yav kadim dost, ben, senin kendi şiirlerin de kullandığın kelimelerin hemen hemen hepsini konuşurken kullanıyorum, ama şiir tadı alamıyorum, seninkinde sanki melodi gizliymiş gibi geliyor bana…’’
Ben de onu kızdırmak için “Turgenyef, Şiir ilahların dilidir” diyor, dedim. O da takılmak için, bana “Homeros” derdi hep. Bu kez ‘’ne yani sen ilah mısın? Ben ilah değilim, Homeros’um.’’dedim. Rakı kadehini, kadehime tokuşturmadan kahirane bir fırt alıp, “sana Homeros dediysek, şımar demedik”. Ben de, kadehimden bir iki fırt aldıktan sonra yanıt olsun diye, “Sen kelimeleri gelişigüzel kullanıyorsun, çünkü: Amacın konuşmak. Ama ben, seçiyorum, çünkü: şiir yazıyorum, zırto!” deyince hafif gülümsedi. “Zırto” deyince mutlaka gülümserdi. Çünkü o sözcüğün ardından o da bana rakıyı fırt diye çektiğim için “fıto” derdi. Ama o, o sözcüğü kullanmadan, “Düz lise öğrencileriyle, Fen lisesi öğrencileri bir mi?” dedim. O da kadehini tekrar kaldırıp kadehime değdirdi, ardından “Benim kadim dostum, fırtom, anlaşılan sen kelimeleri sınavdan geçirerek şiirine alıyorsun…” Ben de “Bak işte tam üstüne bastın.” deyip birer fırt daha aldım rakıdan.
Edebiyat öğretmeni bir dostumla yolculuk yapıyorduk. Adı önemli değil. Ama şu dizesi önemli. O edebiyatçı, ben şair olunca konu ya şiir olur ya öykü ya roman…
Laf arasında, “Sence şiir nedir?” diye sordum.
“Şiir, her şey gittikten sonra geriye kalandır.” diye cevap verdi.
Nutkum kesildi, “Homeros’a mı ait?” dedim. “Adı önemli değil” dedi. Şiiri bu denli iyi tarif eden bir dizeye ilk kez rastladım, ya da duydum. Bir suskunluk yaşadım. Düzenin kendisi bir kilitti, anahtarı da pırlanta. Açmak istedim, cesaret edemedim. Bir değil kırk anahtarı vardı sanki. Şaşkınlığımı gören arkadaşım “Peki sence şiir nedir?” diye sordu. Vereceğim yanıt, o güzel tarifin yanında gururla duracak kadar diri, canlı ve güzel görünümlü olmalıydı. Biraz düşündükten sonra şöyle yanıtladım “Şiir, bir denizi eleye, eleye söze içirmektir. Diğer bir deyimle, söz ne kadar hafifse -ki bu hafifliği yüzünden hep kağıtlarda taşınır- o kadar ağırdır. Onu da kağıt taşır. Arkadaşım beğenmiş olacak ki “Bunu söyleyen kim?” dedi. Ben de “Adı önemli değil” deyince hafif gülümsedi ve ayrıldık.
Akşam karanlığından sonra, yatsı derken geç saatlerin karanlığı karşısında aydınlık odamın içinde masamın başında gündüz ki “Şiir her şey gittikten sonra kalandır”ı düşünüyordum. Giden neydi, kalan neydi? Her şey gittikten sonra ne kalır? Kalırsa şiir kalır. Bu büyülü dizeyi hangi büyücü söylemişse, adını söylemediği için bilmiyorum. Ama bildiğim ya da kulaklarıma dökülen sözcük şelalesinden yakaladığım kadarıyla ve o sözcüklerin yardımıyla yaptığım benzetmeye göre “Amed ve Dersim” birer şiirdir. Birinin sesinin adı Dicle, diğerinin ki Munzur’dur. O iki şairin bitmek tükenmek bilmeyen sesleri hep akıp gittiği halde ikisi de yine Amed, yine Dersim’dir.
Şair İhsan Fikret BİÇİCİ; Adınla vurulup ölmek adlı kitabın da “Buz tutmuş bir şafaktı” isimli şiirin de gitmeyi şöyle anlatıyor:
Adına ağıtlar yüklenen şehir
Katli vacip sayıldı çok dönemde
Hep sırtından hançerlendi Diyarbekir
Aktıkça kan ağladı Dicle
Püskürdü öfkesini Karacadağ
Her gelen hükümdar kavlince
Yasalar, yarasalar gece karanlığında
Yine de güller yeşerir ki hiçbir güle benzemez
Toprakla tohum baş başa kaldığında
Sesin ağlamaklı ama kâr etmez.
Kaç dîne inansan ve kaç dili konuşsan
İmana da inkara da hiç biri yetmez…
Bu şiirin sonunu da “kalma” adına şöyle bitiriyor:
“Yaşayacak ne kadar ömrü kısa olsa da
Ucuz karanlıklara alışıktır geceler
Bir şeyler kalır elbet sesleri kaybolsa da”
Tarih; O kadim şehirden nelerin gittiğini, nelerin kaldığını bir gün mutlaka açıklayacaktır. Yazar, şair ve ressam Muzaffer ORUÇOĞLU Dersim adlı şiirin peşine takılıp onu hâlâ aramaktadır. Şöyle diyor: Ölmüş bir karıncanın gökyüzüne bakan gözünde mi? Şahin korkusundan kaya kovuğuna sığınan güvercinin nabzında mı? Çıplak ayaklı sefil bir budalanın herkesi güldüren ama Dünya’yı yerinden oynatan sözünde mi? Nerede Dersim?
Tarih, Dersim’e ait kemik soruları, Dersim Dağları’nın mağaralarına gizleyerek bir gün onları maden olarak ortaya çıkaracak ve en iyi bir şekilde işleyecektir. Dersim’den neler gittiğini öğrenmek isteyen Muzaffer ORUÇOĞLU’nun DERSİM adlı romanını okumalı ve neler kaldığını öğrenmek isteyen de…
Lisedeyken İmge adlı bir kızla tanıştım. Güzel değildi, ama masum ve cana yakındı. O zaman bana “Donjuan” derlerdi. Her kızla rahat konuşabiliyor, ama hiç birine ilan-ı aşk yapamıyordum. Bir gün İmge’ye “Adının anlamı nedir?” diye sordum.
– Ne bileyim valla, hiç düşünmedim, biliyorsan sen söyle dedi.
– “Kirpikleri saçları gibi taralı, kuğu boynundan akıp çıplak memelerini ve haya yerlerini kapatarak uzayan saçlarıyla şiirin ta kendisi olan” dedim.
– Ama ben öyle değilim dedi
– Mecnuna sormuşlar “Bu kara, kuru kızın neresini seviyorsun”. Yanıtı şu olmuş “Siz ona benim gözlerimle baktınız mı hiç?”. Başını öne eğip gitti. Bir ara sözlüğe baktım, karşılığı hayal sözcüğüydü.
Kendi kendime “Herhalde İmge denen kızı öyle hayal etmişim” dedim.
Ama Cemal SÜREYYA imgeye “Şiirin belkemiği” diyor. Merak edip bir de Kürtçe sözlüğe baktım. Karşılığı “hêma” idi. Okurlar bağışlasın beni, hayal kelimesi çok yavan geliyor, ona hayal ötesi desek daha güçlü olmaz mı? Söz Kürtçe’den açılmışken Baba Tahir Hemedani’den bahsetmem şart. Bakınız şu dörtlükte ki imgesine:
Delal, hevdu çavê min du qesrate ne
Cihê piyên te nav du çavê mi ne
Ditirsim tu xafil gav biavêji û
Bi mi jangên min biêşin piyên te
Sevgili, iki gözüm senin iki sarayındır
Ayaklarının bastığı yer iki gözümün arasıdır
Korkuyorum, irade dışı bir adım atarsan eğer
Kirpiklerim ayaklarını incitir…
İmge bence şiirin en değerli madenidir. Onun mucidi şairdir. O bulduğunu kendi işler, kendi süsler. Şiirin tanımsızlığı imge denen madene değer biçilemeyişindendir. İmge bir krater gölünün dibine dalıp onu balık gibi yakalamaya benzer. Şiir mi yazıyorsun? Kendine bir derinlik bulacaksın. Bir usta gibi o derinliğin duvarını sözcüklerin müziğiyle öreceksin. Sözcüklerin müziği dil sesleridir. Asonans ve Aliterasyon adlı bu sesleri vurgu, ton içeri gibi kavramlarla harmanlaştırmak bir görevdir. Bunu yaptığımız da şiir, dil denen bahçede bülbül gibi şakır. Ahmet Arif, İbrahim Tatlıses için “Hançeresinde bir orkestra taşıyor” derken şiirin farklı ama uyumlu seslerinden mi bahsediyordu? Bence Kürt Dengbejleri için de bunları söylemeliydi. Çünkü vurgu, kestirme, kısaltma ve uzatmalar onların dokuduğu dokumaların ses bezleridir. Şıvan Perwer’in “ki me ez” parçası bir örnektir. Bu satırların yazarı Kürtçe şiir yazdığı için o sesleri duyan biri olarak diyor ki:
“Ziman tevna wêjeyê ye” yani “dil, edebiyat üreten bir dokuma tezgâhıdır”. Şiiri çevirmek ise o tezgâhta kullanılan renkleri ve sesleri söküp, o biçime, kalıba başka ses ve renk ilmiklemek kadar yanlıştır. O zaman şiir keçeye dönüşür. Rengi ve sesi boğdurulan bir şiir, etinden, lezzetinden yüzülen balık iskeleti gibi değersizleşir. Şiirde ki ses nasıl önemliyse, canlılarda ki sesler de örneğin, ateş ölürken “cıss” diye bir ses çıkarır, yılan korktuğunda “tıısss” der. Bebek yüzünü anasının memesine gömerken homurdanır, vahşi bir aslan yavrusunu yalarken gözbebeklerine oturan sevinç ışıklarını kimse tarif edemez. Yavru bir kuşun, anasından yem beklerken “cik cik” edişini kim açıklayabilir? Anaların katledilen çocukları için yaktığı ağıda hiçbir yürek dayanamaz. Bütün bunlar şiiri besleyen malzemelerdir. Bu tadına doyulmayıp, lezzeti tarif edilemeyen şey şiirdir.
Nazım, “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” derken, kafamızda ki çağrışımlara konan şiir kuşları hangi dilde öterler? Gazeteci Vecdi Erbay bir yazısın da, “İran’da 70.000 şair var” diye yazmıştı. Türkiye’de kaç şair var, bilmiyorum ama Kürdistan’da her köy, her aşiret bir şiir kitabıdır. Her Dengbêj kitapsız bir şairdir. Aziz Nesin “Türkiye’de sokak kedileri kadar şair var” demiş. Bu olayı bir yabancı şairle olan sohbetinde de açıklamış. Benim kanımca dünya da en çok on, Türkiye’de yüz şair var, gerisi mezarlardaki ölülere şiir okuyanlardır…
Bu saptamayı bir okur, bir şiir sever olarak yaptıktan sonra; şair, derin bir denizdir, şiir de o denizin en dibinde ki istiridyedir. Hakiki inci, o istiridyenin içinde gizlidir. Şiirin inci olduğunu Muzaffer ORUÇOĞLU şöyle belirtiyor:
“Şiir, dilin ve yaşamın gözbebeğinden yayılan ışık. Yüz bin sözcüğün, yüz bin fikrin, bir tek minnacık inciye dönüşerek, gülümsemesi. İlkesizlik, insanın özü. Derinlik aşkı. Çatışmanın tatlı armonisi. Fazlanın zerreciğine dayanamayan. İlk kurşuna dizilen. En son ölen. Hüznün, aşkın ve isyanın ana kaynağı. Kimliğini alnın da taşıyan”.
Bir de bu konuya şair Şükrü Erbaş dostumun penceresinden bakalım:
“İnsanın yalnızlığına tutunma çırpınışının öteki adıdır. İnsanın, insanlara sunduğu bir özürdür. Kalabalığa gönderilen bir yalnızlık elçisidir. Hayal anahtarlarıyla gerçeğin kapısını açma büyüsüdür. Önüne bakan insanların katettiği yoldur. Zamanın kalbe açtığı kesiklere yine zamanın bastığı küldür.”
Rastlantı ya, tam bu satırları yazarken, yıllar önce adı İmge olan bayan hal hatır sormak için bana telefon açtı, konuşması biterken bana şu iki dizeyi söyledi.
“Neyi sınadılarsa az, adından da mı anlamadılar ilahi Yılmaz”.
İki imgeyi de sevdim, bir isteğin var mı? dedim.
– Var, dedi.
– Söyle, dedim.
– İçin de “ben” olan bir iki dizede sen söyle.
Ben de Sayın İhsan Fikret BİÇİÇİ’den şu dizeleri okudum:
Değişir mi gecenin kül olmuş rengi
Sıkılgan sesini soyunup gelsen
Geçmişe uzanan yolculuk gibi
Yatağımda tövbesiz bedeninle terlesen
Başlangıcı bir sevdaysa ne değişir ki?
Bir sessizlik yaşadım, Nazım’ın “Her sükut bir yükselişe gebedir” dizesini anımsadım.
Titrek ve ağlamaklı sesiyle. “Keşke adım Leyla olsaydı” dedi. Telefon kapanırken ses çıkarmadı…
İlhami ÖZER