Şizofrenik durumlar
Yineleme pahasına da olsa tekrar yazmak gerekiyor…
Geçtiğimiz dönemde Güney’de yayınlanan bir yazıda “Türk devletinin ideolojik yaklaşımlara son derece bağlı, demokratik açılımlara direnen, zorunlu olmadığı sürece demokratik açılımlar konusunda adım atmaya yanaşmayan bir devlet…” olduğunu söylemiş, şöyle bir belirlemede bulunmuştum:
“Bu devleti şöyle de tanımlamak mümkün: Şizofren devlet! Kimlik/kişilik sorunu olan bir devlet bu devlet… Neden? Bir yanda ideoloji var; diğer yanda ise gerçekler… İdeoloji ile gerçekliğin çatışması devlette bir kimlik bunalımı yaratıyor. Bu bunalım, –burjuva demokrasisisin uygulandığı ülkelere göre– “kalıcı” adımların atılmasını zorlaştırıyor; belirli bir siyasal, sosyal ve kültürel yapıya direnişi getiriyor; ideoloji ile gerçeklik arasına sıkışmış devlet “davranış bozuklukları” gösteriyor; “gel-git”leri yaşıyor.” (Güney, sayı 29, sayfa 10 ve devamı)
Son ayların gündemine bir gözattığımızda bu değerlendirmenin ne kadar isabetli olduğunu görüyoruz.
KLASİK AMA HÂLÂ AKTÜEL…
Devlet korkular yaşayan bir devlet… Ve bu korkuların en başında da “bölünme korkusu” geliyor. “Kürt fobisi” temeldeki “bölünme” korkusunun en belirgin göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Bunun somut göstergeleri mi?
Bu bağlamda kimi örnekleri hemen bir çırpıda saymak mümkün ve işin ilginç yanı bu örneklerin sayısı tam da Avrupa Birliği’ne uyum adına “demokratlaştığımız” bir dönemde artış gösteriyor.
Kürt sorunu konusunda Avrupa Birliği ile yapılacak görüşmeler öncesi bu sorunu da “çözer gibi” yapan, bu yönde bir dizi yasa çıkaran devlet; iş uygulamaya geldiğinde eski yasakçı zihniyetini sürdürüyor.
Devlet bir yanda Kürtçe yayını serbest bırakıyor; dahası resmi radyo ve televizyon kanalları üzerinden “kültürel mozaiğe sahiplenmeyi” gösterme adına Kürtçe şarkılar yayınlıyor ama diğer yandan şarkı yasaklıyor, kaset topluyor.
Bir yanda Newroz’u “Nevruz”laştırıp içini boşaltarak kutlamaya çalışıyor, diğer yanda Newroz’u yasaklıyor, Newroz kutlamalarına saldırıyor…
Milliyetçilik ve şovenizm klasik, ancak içinde bulunulan dönemde Türkiye’de işe yarayan araçlar olarak devlet tarafından “ilaç” niyetine kullanılıyor.
Irak seçimleriyle bağıntı içinde Kerkük sorunu kaşınıyor… Yetmiyor; bu adımların sürdürülmesi gerekiyor ve devreye Newroz etkinlikleri sokuluyor. Mersin’de kutlamalar sırasında birileri bir kaç çocuğun eline bayrak tutuşturuyor ve bayrağı yakmaları isteniyor. Çocuklar bayrağı yakamıyorlar ancak yere atıp çiğniyorlar. Bir provokasyon ortamı böyle hazırlanıyor… Ve ardından bayrak “savunuculuğu” biçiminde görünen bir şizofren durum ortaya çıkıyor… Genelkurmayından İşçi Partisi’ne, Milliyetçi Hareket Partisi’nden Türk-Kamu-Sen’ine kadar bir çok çevre için “hareket” sahası açılıyor, meydanlar bayraklılarla doluyor; şovenizm zirveye taşınıyor; histeriye tutulmuş kalabalıklar “en büyük bayraklar” taşınıyor…
(Bu bağlamda “en büyük bayrak”, “en büyük heykel”, “en büyük anıt”… gibi “büyüklüğe” vurgu yapılarak bir başka şizofren durum ve kompleks dışa vuruluyor… Kimileri de bu arada bu tür ilkel güdülerle “en büyük başörtü ile yürüyüş” eylemi yapmaya hazırlanıyor; böylece şizofren durumun bu yüzü iktidar dalaşının bir aracı olarak meydanlarda boy gösteriyor.)
Bu süreç hâlâ devam ediyor…
“TARİHTEN GELEN KORKULAR”…
Şizofreninin dışavurumlarından birisi –ve yer yer “tedavisi”– şovenizmin azdırılması… Nisan ayının yaklaşmasıyla devleti de bir korku alıyor. Çünkü devlet, özellikle Nisan ayında Ermeni soykırımı iddialarıyla yüzyüze geliyor. Çünkü her 24 Nisan Ermeni soykırımının başlangıç tarihi olarak anılıyor… Ve her 24 Nisan’da Türk hakim sınıflarının bu soykırımın sorumlusu ve suçlusu olduğu ilan ediliyor… Bu yıl biraz daha özel: Bu yıl 90. yıldönümü… Ve devlet bu sorunla daha fazla karşı karşıya kalacağını biliyor. Biliyor ve bu yüzden daha aylar öncesinden “karşı atağa” geçiyor, konunun gündeme geldiği her yerde, her koşulda yoğun bir tepki örgütlenmeye çalışılıyor.
Orhan Pamuk’un bir röportajda söylediği sözler üzerine kıyametler koparılıyor; bir linç kampanyası örgütleniyor… Öyle bir kampanya ki, “Ülkü Ocakları”nın merkezi açıklamalarında, “Pamuk’un aldığı her nefes haram edilmelidir” şeklinde deniliyor ve Orhan Pamuk hedef gösteriliyor…
Demokrasi ve insan hakları üzerine bir yanda akla gelebilecek bütün iyi kelimeler sarfedilirken Orhan Pamuk’un sözleri karşısında daha düne kadar onun ne denli iyi bir yazar olduğundan dem vuranlar, “demokrat” geçinenler; “ilericiliği” kimseye bırakmayanlar… “bile” gayet bilinçli tırmandırılan kampanyanın birer uzantıları haline geliyorlar…
Diğer yandan iktidarıyla, anamuhalefetiyle hakim sınıf siyasetçileri Ermeni sorunu konusunda neler yapılacağı üzerine işbirliği arıyor, kararlar alıp veriyorlar… Ve ardından Türk Tarih Kurumu Başkanı şizofren duruma “şok tedaviyi” buluveriyor: “Şok çıkış!” Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın “şok” önerisi “Birleşmiş Milletler’e çağrıda bulunmak ve Ermeni sorununun araştırılmasını istemek! Bu arada devletin kimlik sorununun aşılmasına, korkularından arınması çabasına başkaları daha değişik “tedavi yöntemleri” öneriyorlar: “Tarihçilerin sorunu tartışması”… “Ermenilerin Türkleri katlettiklerinin ‘belgelerinin’ açıklanması!…” Yer yer bu tür belgelerin olmadığına yapılan vurguyu bir kenara bırakırsak, “belgelerin araştırılması”(!) için “tasnif edilmiş” Osmanlı “arşivinin” açılması vs. vs…
Bunların ne kadarının hangi etkiye (ya da etkisizliğe) sahip olduğunu bilen ya da en azından tahmin eden devlet, elini güçlendirmek için düşünedursun anamuhalefetteki parti “kerameti kendinden menkul” bir “şıracı” buluyor, Justin McCarty adlı Louisville Üniversitesinde Öğretim Üyeliği yapan bir Amerikalı “bilimadamı”nı davet ediyor; bu kişi Türkiye “Büyük” “Millet” Meclis’i kürsüsünden milletvekillerine “sözde Ermeni soykırımı üzerine” brifing veriyor…
Tarihle yüzleşme yeteneğinden uzak devletin şizofren yapısı kendisini bu kez tarihi çarpıtma şeklinde gösteriyor… Yetmiyor… Yer yer şizofrenik durum abartılıyor, tarihten duyulan korku bilime saldırıya dönüşüyor…
KORKUNUN MİZAHI…
Evet, yer yer şizofrenik durum abartılıyor, tarihten duyulan korku bilime saldırıya dönüşüyor… Korkunun mizahının “Ancak bu kadar olur!” dedirtecek boyutlarda olduğu görülüyor…
İşte bunun örneklerinden birisi geçtiğimiz günlerde gündeme düşüyordu: Çevre ve Orman Bakanlığı “Türkiye’nin üniter yapısını bozucu, kasıtlı adlandırma yapıldığı” gerekçesiyle, içinde Kürdistan ve Ermeni kelimeleri geçen hayvanların adlarını değiştirdiğini açıklıyordu.
“Kızıl Tilki” olarak bilinen “Vulpes Vulpes Kurdistanica”’nın adı “Vulpes Vulpes”; “Anadolu Yaban Koyunu”nun “Ovis Armaniana” adı “Ovis Orien Anatolicus”; “Capreolus Capreolus Armenius” olan karaca türünün adı ise “Capreolus Caprelus Capreolus” olarak değiştiriliyor; Çevre ve Orman Bakanlığı Genel Müdürü Mustafa Yalınkılıç yapılan uygulama karşısında ciddi ciddi şunları söyleyebiliyordu:
“Türkiye üzerine çeşitli oyunlar oynanıyor. Değişik tür insanlar elini kolunu sallaya sallaya cirit atıyorlar. Bu isimleri, burada Kürt vardı, Ermeni vardı yargısı uyandırmak için özellikle kullanıyorlar. Biz de bunun önüne geçmeye çalıştık.”
Her ne kadar Çevre ve Orman Bakanlığı “Değiştirdik!” dediği zaman isimler değişmiyorsa da (değişmiyor, çünkü bu isimler dünya biyoloji literatüründe yer edinmişlerdir; değişmesi/değiştirilmesi zordur!) bu edim bir işe yarıyor:
“Ülkenin üniter yapısı bu yolla korunuyor!!!”
Evet, korkunun nelere kadir olduğunu göstermesi açısından ilginç bir örnek… Bir yandan korku bilime saldırıyı beraberinde getirirken, diğer yandan “mizah kültürüne katkı” sunuyor… Komik oluyor…
Ancak mizah da içinde yaşadığımız süreçte, içinde yaşadığımız Türkiye’deki korkulardan nasibini alıyor…
MİZAHIN KORKUSU…
Bir yandan korkunun mizahı yaşanıyor Türkiye’de; diğer yanda mizaha duyulan korku dışa vuruluyor: Lafa geldiğinde “çook demokrat” olduğunu ilan eden, şiir okuduğu gerekçesiyle tutuklanıp cezaevine konulan ve bu yüzden sık sık yasaklara —sözde— karşı çıkan… AKP hükümetinin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın karikatüristlere açtığı davalara yenileri ekleniyor; Evrensel gazetesi çizeri Sefer Selvi’den sonra Cumhuriyet gazetesi çizeri Musa Kart da “kedili” bir karikatür nedeniyle mahkemeye veriliyor ve ceza alıyordu.
Ancak Başbakanın mizaha saldırı bununla sınırlı kalmıyordu: Musa Kart’la dayanışmada bulunan ve bu yüzden kapağına çeşitli hayvan karikatürleri çizerek altına “Tayyipler Alemi” notunu düşen Penguen dergisi çizerleri de Başbakan tarafından mahkemeye veriliyordu. Mizaha, karikatüre, karikatüriste yönelik açılan bütün bu davalar korku dağlarının büyüklüğünü gösteriyor. Bu alandaki korkunun ilacı olarak bilinen bir “ilaç” devreye sokuluyor: “Sansür”!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Osmanlı tarihinden ilham alıyor; “çağdaş” Abdülhamid’liğe soyunuyor… Ancak tarih bize “korkunun bu alanda da ecele faydası olmadığını” gösteriyor.
Korku dağlarının karşısına dikilen “sansür”ün ne Abdülhamid’i, ne de bir başkasını kurtarmadığını hatırlatmak gerekiyor mu bilemem ama yakın dönemin “Bir başbakan karikatüristle mahkemelik olmuşsa o başbakanın çöküş dönemine girdiği” tespitine katıldığımı belirtmeliyim.
YENİ SANSÜR YASASI…
AKP hükümeti şizofrenisine çözüm olarak kullandığı “sansür”ün dozunu artırıyor; muhalefeti, özellikle ilerici, devrimci, demokrat ve sosyalist muhalefeti etkisizleştirmenin araçlarından birisi olarak sansürü daha sistemli hale getirmeye çalışıyor. Muhalif basın yayın kuruluşları, ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist basın yayın organları çeşitli yollarla, özellikle para cezaları ile sindirilmeye çalışılıyor…
Bilindiği üzere AKP hükümeti yeni bir Türk Ceza Kanunu hazırladı. Yeni kanunla basın cezaları da yeniden ele alındı. AKP hükümeti iktidar dalaşında özellikle sözde “laik”, kemalist cepheyi zayıflatmak, onun medyadaki uzantılarını yola getirmek, etkisizleştirmek için de kullanılabilecek olan “iletişim özgürlüğünü kısıtlayıcı” bir dizi yeni yaptırımı ve cezayı öngörüyordu. Yapılan bu alanda varolan baskı ve saldırıların derinleştirilmesiydi. Bunun üzerine Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gibi kurum ve kuruluşlar ile “laik”-kemalist medya kuruluşlarının tepkisi gecikmedi.
(Elbette ki sansüre, basın yayın organları üzerindeki baskı ve sindirme çabalarına karşı çıkmak gerekliydi, gereklidir… Elbette ki, “demokratik hukuk devletinin gerekleri” yerine getirilmelidir, elbette ki, Türkiye “gazeteci hapishanesi” olmamalıdır; elbette ki, basın üzerindeki baskılar kalmalı, basın özgür olmalıdır, düşüncenin ifade edilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır vs. vb. Ve bu konuda tutarlı olmak gereklidir. Yeni Türk Ceza Kanunu’na karşı çıkan bu basın yayın kuruluşları ve bunların tepesindeki sahibinin sesi kalemler bu noktada ikiyüzlü bir tavır içindedirler. Onlara göre devrimci-sosyalist basın zaten “teröristtir”, “bölücüdür” cezaevlerindeki onlarca yazı işleri müdürü, devrimci-sosyalist gazete ve dergi sahibi, bu gazete ve dergilerde yazanlar “teröristtir”, onların hakkı hukuku yoktur; o gazeteler gazete değildir; cezalandırılmaları “normal”dir… vs. vb. Bu tavır, Türkiye’deki mevcut şizofren düzenden beslenen burjuva medyanın, onların meslek kuruluşlarının, bu kuruluşların başındakilerin… en hafif deyimle ne kadar demokrasi özürlü olduklarını göstermektedir.)
Kanun Meclis’te kabul edildi ve öngörüldüğü üzere 1 Nisan’da yürürlüğe girecekti. Başta barolar olmak üzere çeşitli çevreler kanunun bu haliyle bir çok yanlışı, çelişkiyi vs. barındırdığını; bu yanlışlardan geri dönülmesi gerektiğini belirtseler de kanunun geçişini engelleyemediler. Ancak özellikle basınla ilgili cezalar bölümüne ilişkin Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gibi mesleki kurumlar ile “laik”-kemalist medyanın yaygara koparmasından sonra hükümet –olayı biraz soğutmak, yumuşak geçiş yapmak vs. için olsa gerek– 1 Nisan’dan bir kaç gün önce kanunun yürürlülüğe girme tarihini 1 Haziran’a erteledi.
Şimdilik bu bağlamda gündem soğutulmaya çalışılıyor. Ertelemelerin fazla bir anlamı yok… Çünkü sorun gündemi soğutma sorunu değil, devletin, hükümetin şizofren yapısı… Ve şizofren yapı derinleşerek sürüyor… Şizofren devlet, kimlik/kişilik sorununu çözmek için çabaladıkça daha da batağa giriyor; ideoloji ile gerçekliğin çatışması varolan kimlik bunalımını daha da derinleştiriyor; ideoloji ile gerçeklik arasına sıkışmış devletin “davranış bozukluklarına” yeniler ekleniyor.
Yazımın başında sözünü ettiğim bölümün ardından devamla şunları yazmıştım:
“Bu bir hastalık… Tedavisi? Bunun tedavisi –bu koşullarda– yok! Bunu aşmak bu sistemde mümkün değil… Ancak ve ancak bir yolla bu şizofren devlet “tedavi edilebilir”: Bu devletin devrimci bir tarzda yıkılmasıyla! Bu tedaviyi gerçekleştirecek güç ise bu şizofren devletin hakimiyeti altında yaşamı zehir olan işçiler, emekçiler… Ve onlar er ya da geç bu tedaviyi uygulayacaktır!”
Bugün buna ekleyecek başka bir şeyim yok!
DERYA GÜMÜŞ, 31 Mart 2005