Miras dosyaları…
Güney dergisi yayınladığı ‘kültür mirası’ dosyaları1 ile, Lenin ve Stalin döneminin sosyalist Sovyetler Birliği’nin sanat anlayışı ve sanat uygulamalarına eleştirel bir şekilde yaklaşarak, yapılan kimi hatalı uygulamalar üzerine bir tartışma başlatmanın temelini atmış oldu.
Güney dergisi, ‘hangi kültür mirasına sahip çıkıyoruz?’ sorusuna cevap ararken, çok doğru olarak çağımızın bu en önemli sosyalizm uygulamasının deneylerini temel almış, bu arada problemli gördüğü kimi noktaları eleştiriye tabi tutmuş. Araştırmalarda da belirtildiği gibi, bu araştırmalar bu alanda son sözü söyleme iddiasından ziyade, bir tartışma taslağı olma iddiasındadırlar. Tartışma açılmıştır ve bu konuda sözü olan sözünü esirgememelidir. Ben kendi payıma, araştırmalarda getirilen eleştirilerde gördüğüm yanlışlara dikkat çekmeye çalışacağım.
Tarihsel arka plan…
Herşeyden önce bilinmelidir ki, Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği’ndeki sanat anlayışına ve sanat uygulamalarına eleştiri ilk defa getirilmiyor. Bu eleştiriler Sovyetler Birliği kurulduğundan beri burjuvazi tarafından, ama sadece onun tarafından değil, Marksizm-Leninizm adına konuşan bir dizi örgüt ve kişi tarafından da, sürekli getirilmiştir.
Emperyalist burjuvazi, Ekim devriminin hemen ertesinden başlayarak, Bolşeviklere karşı sadece siyasi, ekonomik, askeri vs. alanlarda değil, kültür ve sanat alanında da yoğun bir haçlı seferi başlattı; Bolşevikleri, dişlerinin arasında satırlarla dolaşan, kültür düşmanı barbarlar olarak tanıtmaya çalıştı. Bunda ilk dönemler başarılı da oldu. Burjuvazinin Bolşeviklere saldırırken kültür ve sanat alanına özel bir önem vermesinin nedeni nedir? Çünkü kültür ve sanat, duygularla ilgili ince ve hassas bir alan olduğundan; insanların bu alanda etkilenmesi çok daha kolay oluyor. Ne var ki, burjuvazinin, ‘Bolşevikler iktidara gelirlerse kültürü yokedecekler’ iddiasının boş olduğu kısa zamanda görüldü. Bolşevikler kültürü yok etmek şöyle dursun, kültürü hem Çarlığa karşı, hem de daha sonra Hitlerci barbarlara ve tüm burjuvaziye karşı savundu, dahası kültürün gelişmesinin önünü daha da açtı, kendinden önce hiç görülmemiş derinlikte ve genişlikte bir kültür devrimini gerçekleştirdi. Bolşeviklerin kültürü yokedeceği propagandasının yanında, burjuvazinin başvurduğu yöntemlerden birisi de, sosyalizmi ‘farklı düşünenlere tahammülü olmayan bir diktatörlük’ olarak göstermekti. ‘Devrim kendi çocuklarını yiyor’ yaygarasını kopardı, siyasi alanda esas olarak Troçkistlere karşı mücadeleyi, kültür-sanat alanında da esas olarak formalizme karşı verilen mücadeleyi buna örnek olarak gösterdi.
Bunların hepsi bilinen şeyler. Yine bilinir ki, Sovyetler Birliği’nde 1956’da Komünist Partisinin 20. Parti Kongresinde revizyonizmin hakim hale gelmesi, komünist hareketin tarihsel olarak en büyük kazanımlarının başını çeken bu partideki bu gelişme, sarsıcı sonuçları günümüze kadar hâlâ devam eden, komünist hareketin tarihinde aldığı en büyük yenilgiydi. Marksizm-Leninizme saldırı Stalin şahsında, ‘kişiye tapmaya karşı mücadele’ adı altında başlatıldı. Sovyet düzeninin kazanımlarına karşı burjuvazinin haçlı seferine en büyük destek, Sovyet toplumunun bu yeni iktidar sahibi modern-revizyonistlerden geldi. İşçi sınıfı saflarına sızmış olan burjuvazinin bu ajanları, Stalin’in ‘diktatörlüğünü’ ispatlamak için, Stalin döneminde, anti-Sovyet faaliyetlerinden dolayı ceza almış olan bir dizi suçluyu, bu arada kimi yazarları ve sanatçıları da rehabilite ettiler; sosyalist dönemde eleştirilen ve mahkum edilen bir dizi zararlı sanat anlayışının yeniden hortlatıldığı bir dönemi başlattılar. Böylece tüm dünya, burjuvazinin ezelden beri iddia edegeldiği, Sovyet düzeninin ne kadar anti-demokratik olduğunu, bizzat ‘komünistlerin kendi’ itiraflarından öğrendi.
Sovyetler Birliği’nin ismen de ortadan kalktığı ve tarihe karıştığı ve hiçbir güçlü komünist hareketin olmadığı günümüzde, burjuvazi artık hiçbir önemli karşı duruşla karşılaşmaksızın sosyalizmin tüm kazanımlarına saldırabilmektedir. Kültür ve sanat alanı bu saldırıların en önemli hedef tahtalarından birini oluşturmaya devam ediyor. Emperyalist burjuvazi kendisinin ne kadar özgürlükçü, sosyalizmin ise ne kadar baskıcı olduğunu ikiyüzlüce savunabilmektedir. Sosyalist Sovyetler Birliği’nde tüm insanlığın ileriye doğru gelişmesi için önem taşıyan tüm kültürel ve sanatsal kazanımları, burjuvazinin ve oportunistlerin her türlü saldırılarına karşı daha da ısrarlı bir şekilde savunmak, hatalarına karşı ise eleştirel yaklaşıp onları aşmaya çalışmak, günümüzde her Marksist-Leninistin ivedi görevlerindendir.
Bolşevikler ve Kültür Devrimi…
Unutulmamalı ki, Bolşevikler Büyük Sosyalist Ekim Devrimini gerçekleştirdiğinde, ellerinde hazır gelişmiş bütünlüklü bir sosyalist sanat anlayışı yoktu. Gerçi Marks, Engels ve Lenin’in birçok yazılarında proletaryanın sanata yaklaşımının temel taşları konmuştu, ancak bunlar bütünlüklü bir sanat anlayışını oluşturmaktan henüz çok uzaktı. Bu görevin çözümü, yani yeni bir sosyalist sanat anlayışının bütünlüklü geliştirilmesi ve formüle edilmesi görevi, komünistlerin önünde duruyordu. Bu sanat anlayışı uzun tartışmalardan sonra birçok yönüyle ancak 30’lu yıllarda sosyalist Sovyetler Birliği’nde geliştirildi ve sosyalist realizm olarak adlandırıldı.
Bolşevikler burjuva ideolojisini insanların kafasından silip atmayı devrimin başından beri amaçladılar. Bu ancak burjuva ve gerici kültüre karşı sosyalist bir kültür-sanat-edebiyat yaratma mücadelesiyle mümkündü; bu da Komünist Partisi’nin yönlendiriciliğiyle, yol göstericiliğiyle, bilinçli iradi çabasıyla mümkündü. Sosyalist kültürün gelişmesi kendi kendine bırakılamazdı, zira yenilgiye uğratılan burjuvazi, yıkıcı faaliyetlerini bu alanda da sinsice yürütebiliyordu.
Yöntem
Araştırma dosyalarında gördüğüm kimi içerik hatalarına geçmeden önce, kısaca yönteme değinmek istiyorum: ele alınan devrim sonrası sanat gelişmeleri, sanat tartışmaları ve sanat uygulamaları, sosyalist toplumun sosyo-ekonomik ve siyasi gelişmesiyle bağ içinde ele alınsaydı, bir dizi nokta daha iyi anlaşılırdı diye düşünüyorum. Güney maalesef böyle yaklaşmadığı için sanat alanındaki kimi önemli gelişmeleri, örneğin 30’lu yılların bir dönüm noktası olmasını açıklayamıyor.
Araştırmalarda getirilen eleştiriler
Güney dergisindeki araştırma yazılarında, Lenin’e ve Sovyetler Birliği’ne, sanata ve sanatçılara yaklaşım konusunda ve kişiye tapmanın körüklenmesi bağlamında önemli eleştiriler getirilmektedir. Araştırma yazılarının, Sovyetler Birliği’ndeki resmi sanat anlayışına getirdiği eleştirinin özü, özellikle 30’lu yıllardan sonra, sanatçıların biçim ve içerik konusunda oldukça sınırlandıkları, devletin ve partinin, kimi yazarları ve sanatçıları haksız yere eleştirdiği, cezalandırdığı veya dıştaladığı, bu uygulamalar sonucu kültür ve sanat alanında belli bir tekdüzeliğe gidildiği vb. şeklindedir.
“Sovyetler Birliği Deneyiminde Öne Çıkan Bazı Noktalar…” yazısının başında 1917’lerden 50’li yıllara kadar, Bolşeviklerin kültür ve sanat alanındaki muazzam başarıları, basın alanında somut istatistiklerle, diğer sanat dallarında da tek tek somut örnekleriyle belgelenerek aktarılırken, yazının son kısmında, özellikle 30’lu yıllardan sonraki uygulamalarda, hem biçim, hem de içerik konusunda, sınırların çok dar çizildiği, alışılagelmiş biçimlerin dışına çıkan veya içerik olarak Sovyet düzenini savunmayan akımlara hayat hakkı tanınmadığı, bu konuda kimi yazarlara ve sanatçılara haksızlık yapıldığı eleştirileri getirilmektedir.
Devrim ertesi her türlü biçimin ve içeriğin hiçbir sınırlama getirilmeksizin kendini ifade edebilmesi o dönem için normaldi, gerekliydi, zorunluydu, ama komünistlerin amaçladığı şey değildi.
Clara Zetkin ile sohbetinde bu dönemi Lenin şöyle değerlendirir:
“Yeni bir sanat ve kültür yaratmak isteyen güçlerin uyanması ve faaliyete geçmesi, Sovyet Rusya için iyi, hatta çok iyi. Bu gelişmenin coşkun hızı anlaşılır ve yararlı… Devrim, bastırılan tüm güçlerin önünü açıyor ve onları suyun dibinden, su yüzüne çıkarıyor… Özel mülkiyet üzerine kurulu bir toplumda, sanatçı pazar için mal üretir, çünkü alıcılara muhtaçtır. Bizim devrimimiz, sanatçılar üzerindeki bu bayağı şeylerin baskısını kaldırdı. Bizim devrimimiz, Sovyet devletini sanatçıların koruyucusu ve siparişçisi yaptı. Her sanatçı ve kendisini öyle görenler, yaptıkları şey ister işe yarasın ister yaramasın, kendi özgür idealine göre yaratma hakkından yararlanıyor. Mayalanma, deneme ve kaos durumu işte buradan kaynaklanıyor. Ama bizler komünistleriz, tabii ki. Bizler kollarımızı bağlayıp kaosun istediği gibi mayalanmasına seyirci kalamayız. Biz bu gelişmeyi de bilinçli ve net bir şekilde yönlendirmenin ve onun sonuçlarını şekillendirmenin ve belirlemenin yollarını aramalıyız. Bu hâlâ eksik, çok eksik…”2
Görüldüğü gibi, Lenin, devrim ertesi kültür-sanat alanında yaşanan kaos durumuna komünistlerin yön vermesini savunuyor. Daha sonraki yıllarda parti ve devlet çıkardığı kararnamelerle kültür ve sanata yön vermeye çalıştı.
‘Sanatçı Özgürlüğü’ sorunu
Sovyetler Birliği’ne ve Bolşevik Partisine getirilen birçok eleştirinin temelinde, sanata ve sanatçılara ‘çok karıştı’, ‘çok sınırladı’, ‘çok yasakladı’ vb. gibi suçlamalar var. Güney dergisinin getirdiği eleştirilerin temelinde de, partinin ve devletin kültür-sanat işlerine biraz fazla burnunu soktuğu, biçime ilişkin sınırlamalarının yanlış olduğu ve içerikte de sınırların çok dar tutulduğu suçlaması var. Nitekim Güney dergisinin sosyalist toplumda sanatçılar için tanıdığı özgürlük oldukça geniş bir özgürlüktür: “(Sosyalist toplumda) …sanatçılar biçimsel yasaklarla karşılaşmayacaklardır! Proletarya diktatörlüğünü açıktan yıkmaya yönelik eserler dışında sanatçı, istediğini istediği gibi yaratma özgürlüğüne ve imkânlarına sahip olacaktır!” (Güney 5, s.16).
Burada sanatçılara bir sınırlama dışında (“proletarya diktatörlüğünü açıktan yıkmaya yönelik eserler dışında”) sınırsız özgürlük tanınıyor. Bu, özgürlük sorununa burjuva bakış açısıyla yaklaşmaktır. Gerçek şu ve pratik de göstermiştir ki, kültür-sanat-edebiyat alanı, hem biçim hem de içerik konusunda, proleter partisinin karışmayacağı, sınıf mücadelesinin dışında özel bir alan değil, bilakis sınıf mücadelesinin en kızgın olarak yürüdüğü alanlardan birisidir. Bu alana proleter devletin ve proleter partinin karışmamasını, ya da fazla karışmamasını savunmak; sanatçının ‘istediğini istediği gibi yaratmasını’ savunmak, bu alana sınıf mücadelesi açısından gereken önemi vermemek anlamına gelir, ki bu da bu alanı burjuvaziye terketmek demektir.
Sınıflarüstü bir sanatın olamayacağını savunan Bolşevikler kültür-sanat-edebiyat alanındaki gelişmelere seyirci kalamazlardı, kalmadılar da; bu alana gereken önemi verdiler, bu alanı sosyalist anlayış doğrultusunda yönlendirmeye çalıştılar.
Yalnız bu amaca ulaşmak (sosyalist bir kültürü, sosyalist bir sanatı ve sosyalist bir edebiyatı yaratmak) için, her dönem aynı yöntemlerle, aynı siyasetle yaklaşılamazdı. Devrimden hemen sonraki yıllarda, sanatta en değişik biçim ve içeriklere tanınan geniş özgürlük, sürekli öyle kalamazdı. Sosyalistler burjuvaziye her zaman en geniş özgürlüğü tanıyacaklarını, sosyalizmin burjuvazi ve onun düşünceleri için de en geniş özgürlük demek olduğunu, hiçbir zaman vaadetmemişlerdir. Eğer burjuvaziye devrimden sonra kimi özgürlükler tanınmışsa (ekonomide, bilimde, sanatta vs.)
, bu geçici zorunluluktandı. Sosyalizm, zamanı geldiğinde ve koşullar elverdiğinde burjuvaziyi toplumun tüm alanlarından söküp atmayı amaçlamıştır ve öyle de yapmıştır. Yalnız bundan, Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği’nde kültür alanında insanları dönüştürme işinin tamamlanmış olduğu sonucu çıkarılmamalıdır, bu öyle kolay bir iş değildir. Lenin daha devrimin ilk yıllarında, iktidarı ele geçirmenin görece kolay olduğunu, insanların kafasını dönüştürmenin ise birkaç nesil alacağını söylemiştir. Bu konuda Güney de doğru olarak şu tespiti yapıyor: “Pratik bize, kitlelerin sosyalist eğitimi konusunda büyük başarılar elde edilmiş olmasına rağmen henüz burjuva düşüncelerinin hakimiyetinin tam olarak kırılmamış olduğunu, bunun bir-iki kuşak içinde başarılamayacak, çok daha uzun süreli bir iş olduğunu gösteriyor.” (Güney 5, s. 34)
Proletkult ve ‘sol’ sanatçılar
Sovyetler Birliği’ndeki sözümona hatalı uygulamaların anlatıldığı bölümde sayfa 42’de şunlar söyleniyor: “Kültür mirasıyla ilgili yanlış görüşlere sahip olan bu anlayışa (kastedilen yeni sanat akımlarının anlayışı, bn) karşı mücadelede yer yer bir diğer yanlışa düşülerek, bir kesim Sovyet sanatçısı tarafından bunların kullandıkları yeni sanat yöntemleri de, bunlar henüz kitlelere yeterince sunulmadan ‘halka yabancı olduğu’, ‘ işçiler tarafından anlaşılmadığı’ gerekçeleriyle reddedildi ve bu anlayış süreç içinde, özellikle 30’lu yıllardan sonra resmi sanat çizgisi haline geldi.”
Burada ilkönce Proletkult ile ‘sol’ sanat akımlarının bir ve aynı şey olmadığı belirtilmelidir. Yeni stiller geliştirme adına biçimci sanat anlayışlarını savunan ‘sollar’ sonraları Proletkult örgütlerine girmişler ve orada kendi anlayışlarını hakim kılmaya çalışmışlardır. Sovyet Ansiklopedisi’nde bu konuda şunlar söyleniyor: “‘Sol’ sanatçıların faaliyetleri, olumsuz anlamda dönemin en önemli işçi kültür örgütleri olan Proletkult’ta da hissedildi. ‘Solların’ çalışması, amaca yabancı bir sanat anlayışıyla, özel proleter sanat biçimlerinin laboratuvar yöntemiyle geliştirilmesiyle, sanat mirasına olumsuz yaklaşımlarıyla ve somut ifade tarzına karşı mücadeleyle karakterizeydi.”3
Kültür mirası konusunda Proletkult proleter kültürün yepyeni temeller üzerinde kurulacağını savunmuştur. Proleter kültürün, laboratuvarlarda suni bir biçimde oluşturulamayacağını, aksine eskinin üzerinde organik olarak gelişeceğini savunan Lenin ve Bolşevikler, kültür mirasını reddeden anlayışı şiddetle eleştirmişlerdir (bkz. Proletkult üzerine mektuplar, Komsomol önünde konuşma, Parti kararları vs., kaynak: Sovyet Ansiklopedisi.)4
Proletkult, araştırma yazısında söylendiği gibi, yalnızca kültür mirası konusunda yepyeni bir proleter kültür yaratma adına, geçmişin kültürünü reddettiği için değil, örgütlenme konusundaki yanlışlıklarından dolayı da eleştirilmiştir. Proletkult’un ideolojik lideri sayılan Bogdanov “proletarya diktatörlügünün, birbirine paralel ancak ayrı üç hatta gelişeceğini düşünüyordu: politik organ parti, ekonomik organ sendikalar, kültürel örgüt de Proletkült’tü.” Bogdanov’a göre, bu üç alan birbirinden bağımsız, özerk olmalıydı.5
Buna karşı Lenin, Proletkult’un partiye tabi kılınması gerektiğini savunuyordu. Proletkult üzerine hazırladığı karar tasarısında Lenin şunları yazdı: “Rusya Proletkult Kongresi, ne şekilde olursa olsun ayrı bir kültür yaratmak, uzmanlaşmış örgütler içinde kapanık kalmak, Halk Eğitim Komiserliği ve ‘Proletkült’ü özerk hale getirme eğilimlerini teorik olarak yanlış ve pratik bakımdan zararlı bularak reddeder. Tersine, bütün Proletkült örgütlerini, kendilerini tamamen Halk Eğitim Komiserliğine bağlı kuruluşlar örgütünün yardımcı organları olarak kabul etmeye, Sovyetler iktidarı (daha özel olarak Halk Eğitimi Komiserliklerinin) ve Rusya Komünist Partisi’nin genel yönetimi altında, proletarya diktatörlüğünün görevlerinin bir parçası olan vazifelerini yerine getirmeye çağırır.”6
Güney’deki yazıda bu konu galiba tartışılan bağıntıda önemli görülmemiş, oysa Lenin’in proletarya partisi ve proleter devlet ile kültür-sanat arasındaki ilişki üzerine bu görüşleri, Sovyetler Birliği’ndeki resmi sanat anlayışı açısından son derece önemlidir. Lenin burada çok net bir biçimde, Proletkult örgütlerinin özerkliği düşüncesine karşı çıkıyor, yani kültür ve sanat alanına parti ve devletin karışmaması düşüncesine karşı çıkıyor, kültür ve sanat örgütlerinin partinin ve devletin yönetimi altına girmesini savunuyor. Lenin’in burada savundukları, 1905’de yazdığı “Parti Örgütü ve Parti Yazını” makalesindeki parti basınının partiye tabi olması gerektiği düşüncesiyle tamamen uyum içindedir.
Proletkult konusunda durum böyle. Yukarıda Güney’den yaptığım alıntıda ‘sollar’ hakkında ise şunlar söyleniyor: “…bunların kullandıkları yeni sanat yöntemleri de, bunlar henüz kitlelere yeterince sunulmadan ‘halka yabancı olduğu’, ‘işçiler tarafından anlaşılmadığı’ gerekçeleriyle reddedildi ve bu anlayış süreç içinde, özellikle 30’lu yıllardan sonra resmi sanat çizgisi haline geldi.”
Bu alıntıda, yeni sanat akımlarının kendilerini halka yeterince tanıtamadan reddedildikleri söyleniyor. Olgular bunun tam tersini gösteriyor. ‘Sollar’ devrimden sonra uzun yıllar, eserlerini kitlelere yeterince sunamamaları bir yana, bizzat devlette önemli pozisyonlara getirilerek, sanatsal faaliyetlerini devlet olanaklarıyla yürüttüler. Bu konuda Sovyet Ansiklopedisi’nde şunlar yazıyor: “Çok sayıda sanatçının henüz kararsız olduğu ve hatta onların arasından bazılarının sabotaj girişimlerinde bulunduğu, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nden sonraki ilk yıllarda, en uç formalizmin değişik akımlarını temsil eden bir grup sanatçı, sanatlarının kabul göreceği umuduyla devrime bel bağladılar. 1917’den önceki sanat yaşamında kendilerine “sollar” adını taktıktan sonra, objektif bakıldığında burjuva kültürünün öbür yüzünü oluşturan anarşist isyancılıklarını ve yozlaşmış ‘sanatlarını’, bunlar, sübjektif olarak, devrimci görüyorlardı. Bu “sol” sanatçılar (V. Tatlin, K. Maleviç, N. Altmann, D. Sterenberg, eleştirmen N. Punin vd.) objektif bakıldığında, halka ve onun gerçek kültür ihtiyaçlarına yabancı kaldıysalar da, onlar yine de Sovyet iktidarının dönüşüm çalışmasına aktif olarak katıldılar ve Halk Eğitimi için Halk Komiserliğinin güzel sanatlar bölümünün ve ona bağlı olan kurum ve yayın organlarının… yönetimini üstlendiler. Halk Eğitimi için Halk Komiserliği, bunlarla ortaklaşa çalışmayı göze alırken, bu sanatçıların, derin ideolojik ve metodolojik yanılgılarını devrim pratiğinde aşabileceklerini umut ediyordu. Ne var ki bu çevreden az sanatçı bu umutları haklı çıkardı. Onların çoğunluğu sadece eski anlayışlarında diretmekle kalmadılar, bilakis iktidar pozisyonlarını, kendi programlarını gerçekleştirmek için kullandılar.”7
Buradan da görülebileceği gibi, bunların kendilerini halka yeterince sunamamaları bir tarafa, bunlar en önemli devlet mevkilerine getirilmiştir, en büyük olanaklara sahiptirler. Bunların belirtilen zaaflarına rağmen neden bu mevkilere getirildikleri sorulabilir. Beklenti, sözkonusu sanat akımlarına mensup sanatçıların hatalarını süreç içerisinde aşarak, kendilerini sosyalist sanat yönünde geliştirmeleridir. Ansiklopedide de belirtildiği gibi bunu çok az sayıda sanatçı yerine getirmiştir. Bireyci, biçimci sanat anlayışını süreç içerisinde aşıp, sosyalist realizmin ustalarından birisi haline gelenlerden birisi de Mayakovski’den başkası değildi.
‘Yeni Biçimler’ ve Formalizm
Güney dergisine göre Sovyetler Birliği’nde sanatta biçime haksız yere sınır kondu, alışılagelmişin dışındaki yeni biçimler reddedildi ve bu anlayış özellikle 30’lu yıllardan sonra resmi sanat çizgisi haline getirildi (Güney 5, s.42). Açıktır ki sanatta yeni biçimler kullanmakla, biçimcilik aynı şey değildir, dolayısıyla biçimci akımlara karşı çıkılmış olması olgusundan hareketle ‘yeni biçimler reddedildi’ gibi bir iddiada bulunmak doğru değil. Sovyetler Birliği’nde reddedilen ‘yeni biçimler’ değildi, sanatta biçimcilik (Formalizm) anlayışı idi. Güney dergisinde, ‘biçimi sınırladılar’, ‘yeni biçimleri reddettiler’ vb. iddiası için verilen örneklerin hepsinde bunu yanlış yorumladığı açıkça görülür.
“Sovyetler Birliği Deneyiminde Öne Çıkan Bazı Noktalar…” makalesinde, ‘biçimde klasikle modern stiller arasındaki mücadele’ Sovyet Ansiklopedisi’nden ve Jdanov’dan alıntılarla aktarılır. Ancak araştırma yazılarında Sovyetler Birliği’nde kübist, fütürist, konstrüktivist vs. anlayışlara sahip olan sanatçıların eleştirilmesinden rahatsızlık duyulduğu şöyle dile getirir: “Biz burada bu eserlerin eleştirilmesine karşı değiliz. Eleştirdiğimiz, eleştirilen eserlerin biçimine gelen, biçim konusunda alışılmamışı, halkın anda anlamadığı varsayılanı tümden reddeden yanlış anlayış ve pratik uygulamada olağanüstü biçimde çizgi dışına çıkanların imkânlarının kısıtlanmasıdır…” (Yani eleştirmiyoruz, ama eleştiriyoruz!) Peki kimdir bu reddedilen, imkânları kısıtlanan ‘çizgi dışına’ çıkanlar? Kübist, fütürist, konstrüktivist vs. – Güney’in kendi deyimiyle – burjuva idealist anlayışlara sahip olan sanatçılar ve eserleridir8. Burada anlaşılmayan şu: bunların tabii ki kaçınılmaz olarak eserlerine de yansıyan biçimci burjuva idealist sanat anlayışlarının eleştirilmesi neden yanlış olsun?
Film alanında 30’lu yıllardan sonra Eisenstein ve Pudovkin’in başarılı filmler çevirememelerinde “kuşkusuz biçim konusunda yürütülen tartışmalarda tek bir biçimin mutlaklaştırılması anlamına gelen gelişmeler, çizgidışı biçimleri kullananlara yöneltilen biçimcilik suçlamaları ve kısıtlamalarının rolü olduğu” iddia ediliyor (s. 43).
Sözde yenilikçi, gerçekte biçimci sanat akımlarının (modernist stillerin) eleştirisi ‘tek bir biçimin mutlaklaştırılması’ anlamına gelmez. Burada ‘tek bir biçim’den kasıt ise sosyalist realizm metodundan başka birşey değildir. Sosyalist realizm ise ne anlayışta, ne de uygulamada tek bir biçimin mutlaklaştırılmasını savunmamıştır. Tam tersini kanıtlayan, yani sosyalist realizmin en değişik biçimlere açık olduğunu kanıtlayan sayısız yazılar ve uygulamalar vardır. Yapılan, yalnızca gerçeklikten uzaklaşan, biçimi önplana çıkaran, onu mutlaklaştıran anlayışların ve uygulamaların reddedilmesidir. Sovyet Ansiklopedisi: “Sosyalist realizmin, insanlığın ürettiği edebi sanat yöntemlerinin ve yaratıcı tecrübelerinin zenginliğinden yararlanması konusunda sanatçıyı engellemesi şöyle dursun, bilakis tam tersine o ona sürekli yaratıcı arayışların ve yeni ifade tarzlarının yolunu açar.”9
Komünist sanatçılar eleştirilemez mi?
Güney’de biçime ilişkin uygulamaların ele alındığı bölümün sonunda şunlar yazıyor: “ Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile birlikte sanatın hemen hemen bütün alanlarında esen fırtına, biçime getirilen bu sınırlamalar yüzünden 30’lu yıllardan sonra kendini belirli bir tekdüzeliğe bırakmıştır! P. Picasso, G. Grosz gibi sanatçılar bir yandan Komünist Parti üyesi oldukları için övülmekte, fakat diğer yandan kullandıkları biçimler yüzünden eleştirilmektedir. fiostakoviç, Mayakovski gibi kendi alanında yüzyılın sayılı sanatçıları arasında olan sanatçılar, biçimsel denemeler yüzünden eleştirilmektedir. Bu anlayış sonucunda hayatın her alanındaki gelişmelere damgasını vuran, tarihte muazzam derecede ilerici ve devrimci rol oynayan Lenin, Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği, sanat alanında belli bir anlamda, özellikle yeni biçimleri, yöntemleri deneme bağlamında yenilik bayrağını burjuvaziye kaptırmıştır!” (s. 44)
Bu paragrafta söylenenler Güney dergisindeki yanlış ve çelişkili yaklaşımı çok daha net ortaya koyuyor. Picasso ve Grosz Komünist Parti üyesi oldukları için övülmüşler, fakat diğer yandan kullandıkları biçimler yüzünden eleştirilmişler! Bunda yanlış olan nedir?! Güney’in söyledikleri iki şekilde yorumlanabilir: Ya sanatçılar Komünist Partisi’ndeyse, onların sanat uygulamaları eleştirilemez; ya da sanat uygulamaları eleştirilen sanatçılar Komünist Partisi’nde oldukları için övülemez! Böyle bir şey olabilir mi? Neden bir Komünist Partisi’nde olan sanatçının sanat eserlerinin eleştirilmesi mümkün olmasın? Bir sanatçının komünist saflarda yer alması, onun sanatının otomatikman iyi olacağı anlamına mı gelir? Dolayısıyla komünist bir sanatçının sanat ürünü de bütün yönleriyle eleştirilemez mi? Genelde sanat eleştirisinin, özelde de sosyalist sanat eleştirisinin en temel görevlerinden biri, sanatçıyı eğitmek ve geliştirmek değil midir? Sanat eserlerinde biçimi şu ya da bu şekilde öne çıkaran, içeriği – bu içerik doğru bir içerik de olsa – geri plana atan bir sanatçıyı, bu sanatçı komünist saflarda yer alsa da, eleştirmeyeceğiz mi? Evet bizim için içerik belirleyicidir, herşeyden önce içeriğin doğru olup olmadığına, iyi olup olmadığına, gerçekçi ve ilerici olup olmadığına bakarız, ama bu bizim biçime karşı kayıtsız kalacağımız anlamına mı gelir? Açıktır ki hayır.
Bir sanat eserini temel olarak iki açıdan eleştirebiliriz: içerik ve biçim. Eğer içerik kötü, yanlış vs. ise, biçimi iyi de olsa, o sanat eserini reddederiz. Fakat bir sanat eserinde eğer doğru bir içerik kötü bir biçim tarafından önemi azaltılarak, bulanıklaştırılarak, çarpıtılarak vb. yansıtılıyorsa, biz bu eseri içeriği iyi diye eleştirmemezlik etmeyiz, biz onun biçimine kayıtsız kalmayız. Bir sanat eserinde içerik belirleyicidir diyerek biçime karşı komünistlerin kayıtsız kalmasını savunmak ne kadar yanlış ise, bir sanat eserini komünizmi benimseyen bir sanatçı yaptı diye, onu eleştirmemek de o kadar yanlıştır.10
Biçim eleştirilemez mi?
Biçime eleştiri getirilemez anlayışı yukarıdaki alıntının şu cümlesinde de açıkça görülüyor: “fiostakoviç, Mayakovski gibi kendi alanında yüzyılın sayılı sanatçıları arasında olan sanatçılar, biçimsel denemeler yüzünden eleştirilmektedir.” Yukarıda nasıl ki Picasso ve Grosz Komünist Partisi’nde oldukları için eleştirilemez anlayışı varsa, burada da fiostakoviç ve Mayakovski’nin yüzyılın sayılı sanatçılarından oldukları için, biçim konusunda eleştirilemezler anlayışı var. Aslında bu anlayışın sakatlığı direkt göze çarpıyor. Yine sormamız lazım: niye eleştirilemesinler? Bunlar yüzyılın sayılı sanatçılarından oldukları için bir dokunulmazlıkları mı var? Yoksa bunlar dört dörtlük ilahlar mı? Unutulmamalı ki, Mayakovski tam da bu eleştiriler sayesinde fütürist olumsuzluklarından sıyrılmış ve sosyalist realizmin bir ustası haline gelmiştir şiir alanında. Onun bu olumlu gelişmesi, Sovyet devleti tarafından, resmi düzeyde “Sovyet çağının en iyi, en yetenekli şairi” olduğu tanımlaması ile ödüllendirilmiştir. fiostakoviç ise sosyalist realizmin müzik alanındaki en iyi uygulayıcılarından birisidir ve Sovyet devletinde de öyle kabul görmüştür, ve tüm eleştirilere rağmen bu statüsünü yitirmemiştir. Onun aldığı eleştiriler bir sosyalist sanatçı olarak aldığı eleştirilerdir. Bu niye yanlış olsun?
Lenin ve Stalin döneminin Sovyetler Birliği’nde sanatçıların ve sanat eserlerinin eleştirisinde hata yapılmış olması ihtimalini dışlamıyorum. Mutlaka haksız eleştiriler de olmuştur, abartmalar da olmuştur, yanılgılar da olmuştur, bu yadsınamaz. Ancak buradaki sorun bu değil, yani parti ve devlet, sanatçıları ve eserlerini eleştirirken hata yapmış mıdır, yapmamış mıdır meselesi değil. Sorun partinin ve devletin sanat anlayışı, sanata ve sanatçılara yaklaşımı sorunudur. Eğer Güney dergisindeki araştırmalarda, “Sovyetler Birliği’nde partinin ve devletin sanata ve sanatçılara yaklaşımı esasen doğru idi, sanat anlayışı esası itibariyle doğru idi, ancak şu ve bu somut durumda hatalar yapılmıştır” denseydi, o zaman bu tartışma bu şekliyle yürümezdi, sadece hata yapıldığı söylenen somut örnekler somut olarak ele alınıp üzerine tartışılırdı, o kadar.
Burada önemle üzerinde durulması gereken bir konu da şudur: Her konuda olduğu gibi, sanatta da, bir aşırı uca karşı mücadele yürütürken, bu mücadeleye yoğunlaşılırken, öbür aşırı uca düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalınmıştır. Lenin ve Stalin döneminin sosyalist Sovyetler Birliği’nde sanat alanında esas olarak doğru siyasetlerin yürütüldüğünü savunuyorum. Ancak bu, doğru siyasetlerin her zaman doğru kavrandığı ve doğru uygulandığı anlamına gelmiyor. Sovyetler Birliği’nde sanat alanında yapılan hatalar konusunda getirilen bir dizi eleştirinin kuşkusuz doğruluk yanları var. Örneğin sanat eserlerinde, yaşanan sosyalist gerçeklik içinde olumlunun öne çıkarılması, örnek olarak gösterilmesi savunulmuştur. Bu yanlış mıdır? Tabii ki hayır! Ama eğer doğrunun önplana çıkarılması, olumsuzun hiç gösterilmemesi ve herşeyin tozpembe gösterilmesi şeklinde yorumlanırsa, bu yanlıştır. Birçok sanat eserinde bu eğilime girilmiştir ve bu sonraki yıllarda ‘çelişkisizlik’ anlayışı olarak eleştirilmiştir (maalesef bu doğru eleştiriler revizyonist döneme sarkmıştır, ve revizyonistler bu eleştirileri Marksizm-Leninizme saldırı için kendilerine alet etmişlerdir).
Bir diğer nokta ise gerçekçiliğin natüralizm (objektif dünyanın birebir yansıtılması; ‘fotoğrafçılık’) olarak yorumlanması yanlışıdır, ki bunu da birçok sanat eserlerinde görmek mümkündür. Dış görünüş bakımından natüralist sanat eserleri gerçekçi sanat eserleriyle büyük bir benzerlik gösterirler, ancak sanat anlayışı olarak ikisi tamamen birbirinden ayrılır. Realizm amaçlıdır, fikirlidir, anlamlıdır, bir soyut düşünceyi somut biçimlerde yansıtmayı amaçlar; natüralizmin ise doğayı olduğu gibi yansıtmanın dışında bir gayesi yoktur, bu yanıyla da sınıf mücadelesi açısından hiçbir yararı olmadığı gibi zararlıdır da.
Sovyetler Birliği’nde bir yandan biçimciliğe karşı mücadele yürütülürken, diğer yandan da natüralizme karşı mücadele yürütülmüştür (bunun için Gorki’nin sosyalist gerçekçilik üzerine yazılarına bakılabilir). Ne ki natüralizme karşı mücadele zayıf yürütüldüğünden, birçok sanat eserinde bu eğilim yansımıştır. Tabii ki buradaki hatalara ve eksikliklere eleştirel yaklaşmamız ve bunları somut örnekleriyle göstermemiz gerekiyor.
Yukarıda da belirttiğim gibi Güney dergisindeki araştırmalarda bu gibi sorunlara parmak basılsa ve somut verilerle temellendirilseydi, o zaman bunun üzerine somut tartışılırdı. Ama araştırmalar bunu yapmıyor, yapılan, birtakım yanlış – veya öyle görülen – uygulamaların temelinde, partinin ve devletin sanat anlayışının yattığını iddia etmek, bunu birtakım örneklerle ispatlamaya çalışmak. Partinin ve devletin yeni biçimlere kapalı olduğunu, onları alışılagelmişe uymadıkları için reddettiğini, yeni biçimlere yaşam hakkı tanımadığını, sanat eserlerinin biçimine karışmaması gerektiği halde biçime karıştığını, biçime sınırlar koyduğunu, bu anlayışla modernist sanatları kısıtlayarak sanatta öncülüğü burjuvaziye kaptırdığını vs. vs. iddia ediyor. fiunları söylüyor: “Bu anlayış sonucunda hayatın her alanındaki gelişmelere damgasını vuran, tarihte muazzam derecede ilerici ve devrimci rol oynayan Lenin, Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği, sanat alanında belli bir anlamda, özellikle yeni biçimleri, yöntemleri deneme bağlamında yenilik bayrağını burjuvaziye kaptırmıştır!” (Güney 5, s. 44)
Ben bu eleştirilere katılmıyorum. Bu eleştirilerde tutarlı olunursa, sosyalizmin sanat anlayışı olarak sosyalist gerçekçilik reddedilir, biçimci akımlar ise savunulur. Nitekim Güney’deki yazılarda sürrealist eserler gerçekçi eserlerden daha gerçekçi olarak övülebiliyor! Soyut eserler derginin kapaklarını süsleyebiliyor! vs. Problem de burada yatıyor!
Eğer sanat eserinde biçimin önemini reddetmiyorsak, biçimin içeriği olumsuz da etkileyebileceğini kabul ediyorsak, biçimin öne çıkarılmasını reddediyorsak vs., bu bizim biçime karşı ilgisiz kalamayacağımızı, kalmamamız gerektiğini, biçim konusunda da eleştiriler ve bu anlamda da sınırlamalar getirilebileceğini savunmamız anlamına gelir. Sovyetler Birliği’nde sanatta ve edebiyatta esas olarak yeni biçimlere, yeni stillere karşı çıkılmamıştır, tam tersine yeni biçimlerin, yeni stillerin, yeni içeriklere ve yeni konulara uygun olarak geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi istenmiş ve teşvik edilmiştir. Karşı çıkılan şey, yeni biçimlerin hayattan ve gerçeklerden kopuk, halka yabancı bir şekilde, laboratuvar denemeleri yöntemiyle, sanatçının kendi kendine yeten bireysel uğraşı olarak geliştirilmesidir, ki bu kaçınılmaz olarak bizim reddettiğimiz biçimciliğe götürmüştür.
Ve ‘Anlaşılırlık’ sorunu
Modernist sanat akımlarının11 Sovyetler Birliği’nde eleştirilmesi bağlamında Güney’deki yazıların önemli bir yanlışı da anlaşılırlık konusundadır. Bu konuda da Güney’deki makalede Lenin ve Stalin döneminin Sovyetler Birliği’ne tamamen temelsiz ve haksız eleştiriler getiriliyor. Bu konuda söylenenler şunlar: “Sanat alanında halk tarafından anlaşılmayan biçimlerin yaşama alanı, ‘sanat ve edebiyatın yeniden yapılanması ve örgütlenmesi’ ile ilgili çıkarılan kimi kararnamelerle iyice sınırlandırılmıştır… Sovyet Devleti’nin, burada dile getirilen bütün sanat dallarında yansımasını bulan, özellikle 30’lu yıllardan sonra hakim hale gelen biçime ilişkin sınırlar çeken yaklaşımı; kendini kitlelerin andaki beğeni düzeyi ile sınırlayan bir biçim anlayışıdır… yapılması gereken, biçim anlayışının kitlelerin anlama seviyesine indirilmesi değil, planlı ve sistemli bir eğitimle kitlelerin sahip oldukları kültürel seviyenin biçime ilişkin olarak da yükseltilmesidir.” (s. 43) Buradaki temel yanlış şudur: burada bir sanat eserinin halk tarafından anlaşılır olmasının, onun sanatsal seviyesinin düşürülmesi anlamına geleceği anlayışı vardır (yoksa “biçim anlayışının kitlelerin anlama seviyesine indirilmesi” gibi bir ifade kullanılmazdı). Bu görüş tamamen yanlıştır ve reddedilmelidir. Balzac, Tolstoy, Gorki, fiolohov, Stanislavski, fiostakoviç, Nazım Hikmet, Abidin Dino, Yılmaz Güney, vs. vb. (rastgele seçtiğim isimlerden oluşan bu liste kuşkusuz daha çok uzatılabilir), bunların hepsi gerçekçi ve anlaşılır eserler yaratmışlardır. Peki bunların eserleri anlaşılır oldukları için, halkın ‘düşük’ beğeni ve kültür seviyesiyle uzlaşmış mı oluyorlar ve dolayısıyla halkın kültür seviyesini yükseltmeye hizmet etmiyorlar mı, yoksa bunların yüksek seviyeli sanat eserleri halk tarafından anlaşılmıyor mu?!
Güney burada karşı karşıya getirilmemesi gereken iki şeyi, anlaşılırlığı ve sanatsal seviyeyi, karşı karşıya getirmekle hata yapıyor. Oysa komünistlerin bu konudaki yaklaşımı nettir: maksimum derecede anlaşılırlık ile en yüksek sanatsal seviyenin birleştirilmesi. Bu mümkün müdür? Mümkündür. Yukarıda saydığım sanatçıların büyüklüğünün bir nedeni de tam da bunu başarmış olmalarında yatıyor.
Gerçekçi ve anlaşılır sanatın seviyesinin düşük olduğunu, ‘sanat için sanat’ anlayışına sahip olan burjuva sanatçılar – bu arada kimi komünizmi benimseyen ve Sovyetler Birliği’ndeki kimi modernist sanatçılar da – savunagelmiştir. Bu anlayışa sahip olan sanatçılara göre bir sanat eseri ne kadar anlaşılmazsa, o kadar iyidir, o kadar seviyesi yüksektir; onu anlamayanlar ise geridir, seviyelerini yükseltmeleri gerekir. Güney’in anlaşılırlık konusunda savundukları, bu konuda sosyalist sanat anlayışına ve uygulamalarına getirdiği eleştiriler ne yazık ki, anlaşılır realist sanat eserlerini küçümseyen burjuva yaklaşımlara denk düşüyor. O da bunun farkında olacak ki, bu nedenle yukarıda söylediklerine şu paragrafı eklemeyi gerekli görüyor (ancak bu da durumu kurtarmıyor tabii ki): “Sosyalist bir toplumda sanatın amacı tabii ki kitlelere hizmettir. Bu anlamda ilk planda sanatın anlaşılır olması şarttır! Bu noktadan hareketle Sovyet Devleti’nin sanat alanındaki çalışmalarının ağırlık noktasını her zaman, kitleler tarafından anlaşılan sanatın oluşturması yanlış da değildir!” (s. 43)
Kitlelerin seviyesini yükseltmek, onların beğeni düzeyini geliştirmek her zaman Lenin ve Stalin döneminin Sovyetler Birliği’nin sanat anlayışının temel amaçlarından birisi olmuştur. Bunda çok önemli mesafeler de alınmıştır, o kadar ki, devlet ve parti, sanatçıları kitlelerin yükselmiş olan taleplerine cevap veremedikleri, sanatsal ustalık bakımından onların taleplerinin gerisinde kaldıkları yönünde uyarmak zorunda kalmıştır. Sovyet Ansiklopedisi’nde bu konuda şunlar yazıyor: “Sovyet iktidarı yıllarında, Sovyet halkının beklentileri ve beğenisi çok yüksek bir seviyeye ulaştı. Bu nedenle, edebiyat ve sanatın ideolojik olarak büyümesiyle birlikte, yazarların, sinema ve tiyatro oyuncularının, komponistlerin, ressamların, heykeltraşların ve mimarların sanatsal ustalığı da sürekli yükselmek zorundaydı. Güzel edebiyata ve sanata yüksek beklentilerin olması, Komünist Partisinin ve Sovyet devletinin sanata verdikleri önemle açıklanabilir. ‘Dünyada, sanatın ve bilimin yaratıcılarının mesleki kalifikasyonlarının yükseltilmesi için, bilim ve edebiyatın bu derecede dostça yardım ve şefkatle karşılaştığı bir başka devlet daha yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır’ diyordu Gorki.”12
Sovyetler Birliği’nde ‘toplum için sanat’ anlayışına uygun olmayan, kendi kişisel biçimsel denemelerini ön plana çıkaran, halkın bunları anlayıp anlamamasını önemsemeyen, bu anlamda ‘halka yabancı olan’, ‘devrimci yığınlar için bir anlam taşımadıkları’ anlamında ‘onlar tarafından anlaşılmayan’ sanat anlayışları ve uygulamaları eleştirilmiştir. Bunları eleştirmek ve anlaşılır bir sanatı savunmak ‘kitlenin beğenisiyle uzlaşmak’ (s. 43) anlamına mı gelir? Öyle olmadığını düşünüyorum. Unutulmamalı ki ‘kitlenin beğenisi’ onun anlayamayacağı bir dille yükseltilemez! Bu konuda Mao’nun çok isabetli bir benzetmesi vardır: kuyunun dibinden su çıkarmak için, ilkönce suyun seviyesine inmek gerekiyor!
Biçimci sanat anlayışları ve uygulamaları …
Gerçekleri çarpıtmanın yanında gerçeklerden uzaklaşma, gerçeklerden kopma ve ‘saf sanat’, ‘sanat için sanat’ anlayışını savunma, bu anlayış doğrultusunda sanatsal faaliyet yürütme, burjuva sanatının en temel eğilimlerinden biri olagelmiştir ve modernist akımların – şimdi buna postmodernist burjuva sanat akımlarını da eklemek gerekir – hepsinin ortak karakteristik özelliğidir. Vurgulamakta yarar var: burada sözkonusu olan sadece anlayış değil, bu anlayış doğrultusundaki uygulamalardır da şüphesiz. Nedir ‘saf sanat’, ‘sanat için sanat’, ‘biçimci’ sanat anlayışlarının uygulamaları? Güney’deki makalelerde bunların anlayış olarak eleştirilmesi doğru bulunurken8, bunların pratik uygulamalarının eleştirilmesine tepki gösteriliyor.
Biçimcilik biçimin öne çıkarılmasıdır deniyor, fakat bunun uygulamada ne olduğu konusunda bir fikir yok! Örneğin bir resim sanatında, edebiyatta, mimaride, müzikte bu kendini nasıl gösteriyor? Biçimcilik sadece bir anlayış mıdır, yoksa bunun pratik uygulamalara yansıması da sözkonusu mudur? Örneğin bir sanatçının “benim için içerik belirleyicidir” deyip de buna rağmen biçimci sanat eserleri üretmesi mümkün müdür? Bu sorulara Güney’deki araştırmalarda cevap aramak boş bir iştir.
Ama Güney’in en uç noktada biçimci olan sanat anlayışlarının uygulamalarını biçimci görmediğini gösteren yaklaşımlar var. Örneğin biçimci sanat anlayışlarından birisi olan Soyut Sanat’ı ele alalım.
Soyut sanat (Abstrakte Kunst) Sovyetler Birliği’nde haklı olarak en uç noktada formalist olduğu için eleştirilmiştir. Bu sanat anlayışının Sovyet Devleti’nde belli pozisyonlara getirilmiş olan (örneğin resimde Maleviç vb.) veya komünizmi benimseyen kimi sanatçılar tarafından savunulması, o anlayışı biçimci olmaktan kurtarmaz. Soyut sanat anlayışında biçim sadece öne çıkarılmaz, sadece biçim vardır! Geometrik şekiller, üçgenler, daireler, çizgiler, renkler! Bunlar başlıbaşına sanat eserinin konusu ve içeriği haline gelirler. Resim sanatı, onun bir şeyi anlatması için kullanılan araçlarına indirgenir. Bu o kadar ileri götürülür ki, Kasimir Maleviç’in, beyaz tuval üzerine çizdiği siyah kare resim sanatında devrim olarak adlandırılır! Bu sanatçılar sanatlarının proletaryaya hizmet ettiğini kanıtlamak için, soyut resimlerine ve diğer sanat eserlerine devrimci başlıklar koyarlar.
Haklı olarak, komünistler bu sanat anlayışını en uç noktada formalist olarak, halka yabancı olarak, anlamsız, manasız, fikirsiz, içeriksiz vb. olarak eleştirmiş ve reddetmişlerdir. Soyut sanat, gerçeklerden kopan, ondan uzaklaşan, halkın sorunlarına ve halkın ihtiyaçlarına yabancılaşan burjuva sanatının geldiği noktayı gösteriyor; sanatta yozlaşmayı, çürümeyi simgeliyor. Modern sanat akımlarını Marksist bakış açısıyla değerlendiren Sobolev bu konuda şunları söylüyor: “Sanatta içeriğe karşı, fikirliliğe (İdeengehalt) karşı, gerçekçiliğe karşı bir Haçlı Seferi başladı; ‘saf sanat’, ‘sanat için sanat’ uğruna mücadele başladı, bu kaçınılmaz olarak boş, manasız ve soyut bir sanat talebinde son ifadesini buldu.”13
Sovyetler Birliği’ndeki soyut sanatçılar hakkında Sovyet Ansiklopedisi’nde şunlar söylenir: “Onlar, çalışmalarında değişmeksizin biçimsel soyutlamaların sınırları içerisinde kalıyorlardı ve bu arada, aynı şekilde soyut olarak, bunu devrimci düşüncelerle birleştirmeye çalışıyorlardı. Bu yolla, herhangi bir fikirli içeriği ifade edemediklerinden, tamamiyle soyut ve saf bir sembolleştirme yoluna giriyorlardı.”
Mayakovski ve Lenin…
Bilindiği gibi Lenin kültür-sanat-edebiyatla yakından ilgilenmiş, bu alana çok büyük bir önem vermiştir. Onun bu konu üzerine özel bir araştırma yapmamış olması, özel bir makale yazmamış olması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Onun Gorki’yle yazışmaları, Tolstoy, Çernişevski, Herzen vs. üzerine yazıları, edebiyat ve sanat konularını da içeren ‘Parti örgütü ve Parti Yazını’ makalesi, kültür-sanat-edebiyat konusu için de büyük önem taşıyan ‘Materyalizm ve Ampiryokritisizm’ adlı felsefi eseri, Proletkült üzerine mektupları, Komsomol önündeki konuşması, ve daha bir dizi eserinde ve konuşmalarında bu konuyla ilgili görüşleri bu konuya verdiği önemi göstermesi açısından yeterlidir.
Her ciddi araştırma, herşeyden önce Lenin’in, kültür-sanat-edebiyat konusunda doğru perspektifsel genel bakış açısına sahip olduğunu ortaya koymak zorundadır. Lenin her konuda olduğu gibi, kültür-sanat-edebiyat alanında da proletaryanın genel davasının çıkarlarını temel almıştır. Lenin’in kültür konusundaki genel yaklaşımını, savunduğu siyaseti ve evet, kişisel beğenisini belirleyen budur. Clara Zetkin’le sanat üzerine sohbetinde o şunları söyler: “…önemli olan bizim sanat üzerine görüşlerimiz değil. Önemli olan, sanatın bizimki gibi birkaç milyon sayan bir halkın içinde, birkaç yüz, hatta birkaç bin kişiye ne getirdiği de değil. Sanat halka aittir. O derin köklerini geniş çalışan kitlelerin içine salmalıdır. O, onlar tarafından anlaşılmak ve sevilmek zorundadır.”14
Güney dergisindeki araştırmalarda, Lenin, Mayakovski bağlamında eleştirmeye devam ediliyor. Araştırmalarda kavranmayan bir nokta var: Mayakovski her dönem aynı Mayakovski değildir. Bir bütün olarak gelişmesi içerisinde ve son olarak geldiği nokta bakımından değerlendirildiğinde, Mayakovski gerçekten de sosyalist şiirin büyük bir ustasıdır, sosyalist realizmin şiir alanında en güzel uygulayıcılarındandır. O haklı olarak bizzat Stalin tarafından Sovyet çağının en iyi, en yetenekli şairi olarak değerlendirilmiştir.
Mayakovski, Rusya’da öncülüğünü yaptığı fütürist anlayışa dayanarak, sadece geçmişin kültür mirasını tümden reddetmekle kalmamış, yepyeni bir sanatı, geleceğin sanatını sıfırdan yaratmayı da savunmuş. O ilk dönem eserlerinde; kendi kişisel duygularını ön plana çıkarmış, kendi “ben”inin acılarını dillendirmiş, fütürist anlayışa uygun olarak anlaşılmaz zor kelimeler ve cümleler kullanmış, ilginç kıyafetleriyle sergilediği tiyatro oyunlarında izleyiciler tarafından yuhalanmış. Fütürist Mayakovski kitleler tarafından beğenilmemeyi, onların tepkisini kışkırtmayı bilinçli olarak savunmuş; birlikte yazdığı Fütürist Manifesto’nun başlığı “Kamuoyunun Beğenisine Tokat”tır; kendisini anlamadıklarını söyleyenlere verdiği ukala cevap, “gidin kendinizi geliştirin”dir.
Mayakovski devrimden önce, genç yaşlarda Bolşeviklerin illegal çalışmasına aktif olarak katılmış, daha sonraları kendini tamamen sanata vermek üzere, illegal çalışmadan ayrılmış, ve fakat kalbi hep devrim için atmaya devam etmiş, eserlerinde bunu işlemeye çalışmıştır. Fütürizmin başını çekenlerden birisi olarak Mayakovski, süreç içinde kendini geliştirerek, özellikle şiir alanında, sosyalist sanatın, sosyalist realizmin örnek bir temsilcisi haline gelmiştir. Mayakovski, aynı zamanda, Bolşevik önderlerin ve sosyalist devletin sanatçılara doğru yaklaşımı için de güzel bir örnektir.
fiimdi gelelim Mayakovski’nin Lenin tarafından “beğenilmemesine”. Araştırmalarda bir taraftan bu durum anlayışla karşılanırken, diğer taraftan Lenin’in yaklaşımında yanıldığı söyleniyor (Güney 5, s. 53).
Lenin’in Mayakovski’nin sanatından, daha tam olarak onun fütürizminden hoşlanmadığı doğru mudur? Evet doğrudur. Ancak, somut olarak Mayakovski’de neye karşı çıktığını, neyini beğenmediğini, Lenin hiçbir yerde belirtmez. Mayakovski üzerine bilinen tek resmi açıklamasında Lenin Mayakovski’nin bir şiirini, “Oturumlarda Kalmışlar” şiirini, içerik itibariyle över, ondan haz aldığını söyler. Güney’deki araştırmada bu örnek olarak gösterilir, “bakın Lenin Mayakovski’nin şiirinin içeriğine karşı çıkmıyor” (sanki Mayakovski’nin tek şiiri buymuş gibi!), “demek ki onun karşı çıktığı yan, içerik değil biçimdir” diyor. Burada çıkarılamayacak bir sonuç, zorlama yöntemiyle çıkarılmaya çalışılıyor. Böylece Lenin’in yeni biçimlere ‘eğilim olarak’ kapalı olduğu ispatlanmaya çalışılıyor.
Doğrusu Mayakovski’nin ilk dönem şiirlerinde ve diğer sanat eserlerinde, hatta bir bütün olarak fütürist sanat anlayışında, eleştirilecek çok şey vardı. Lenin’in ölümünden sonra da Sovyetler Birliği’nde Mayakovski’ye hiçbir dönemde ayrımsız olumlu yaklaşılmamıştır.
Mayakovski’ye “Sovyet çağının en iyi, en yetenekli şairi” dendiği dönemde bile, nasıl eleştirel yaklaşıldığını göstermek için, 1951 yılında Moskova’da yayınlanan, “Rus Edebiyatı Tarihi” adlı üç ciltlik yapıtın, 1953’de Berlin’de yayınlanan Almanca baskısından, “Sovyet Edebiyatı Tarihi” başlıklı üçüncü ciltten, Mayakovski’nin “150.000.000” destanını değerlendiren yazıdan biraz uzunca bir alıntı yapmak istiyorum:
“‘150.000.000’ Poemi ve Halk Konusu
… ‘150.000.000’ poemi Mayakovski’nin gelişmesi açısından ilk dönem eserleri ‘Pantolonlu Bulut’ ve ‘İnsan’dan, son dönem eserleri ‘Vladimir İlyiç Lenin’ ve ‘İyi ve Güzel’e geçiş dönemini oluşturur. Biçim açısından birçok yönüyle daha devrim öncesi Mayakovski’yi andırır. Dili hâlâ hiperbollarla ve mecazlarla yüklüdür ve evirtimlerle (Inversionen) doludur. Mısra aralıksız olarak güçlü bir şekilde yükselen bir entonasyon üzerine kuruludur. Denebilir ki, Mayakovski, Rosta’da kazanmış olduğu stilistik tecrübelerini ‘150.000.000’ poeminde çok az kullanmıştır. Diğer yandan tiplerin karakterlerinde ve de onların anlatımındaki yöntemde çok yenilikler var. Yeni olan bir diğer şeyse, ‘150.000.000’da açıkça görülmeye başlayan, Mayakovski’nin halkçılığa (Folklore) eğilimidir. Nitekim, poemin içeriği, devrimci Rusya’yı cisimlendiren İvan’ın, kapitalizmin temsilcisi Wilson’a karşı mücadelesi; Ekim devrimi ve arkasından gelen devrimci Rusya’nın işgalcilere karşı mücadelesi tarafından belirleniyor. İvan ve Wilson’ın koşullu genellemeleri Rosta-pencerelerini andırıyorlar. Mayakovski somut insani karakterler göstermeyi amaçlamıyordu… Yine de İvan ve Wilson, yazarın keyfi fantezi ürünleri değiller. Onların arkasında birbiriyle mücadele eden iki düşünce ve toplum düzeni gerçekliği duruyor: sosyalizm ve kapitalizm. İvan ve Wilson bu düşüncelerin koşullu tiplemeleridirler, tıpkı Mayakovski’nin afişlerindeki koşullu basitleştirilmiş ‘işçi’ ve ‘burjuva’ figürleri gibi. Ama afişlerde bu tiplemeler, bir somut konunun, izleyicinin hemen tanıyacağı şekilde anlatılmasına hizmet ederken, Mayakovski’nin poemi başka bir amaç, bütün bir çağın anlatılması amacını güdüyor.” (age, s. 247–248)
Bu uzun alıntıyı yapmamın nedeni, Mayakovski’ye ve onun eserlerine nasıl ayrımcı yaklaşıldığını göstermektir. Kuşkusuz Mayakovski’nin sayıca çok zengin olan eserlerinin olumlu ve olumsuz yanları, burada sayılanlarla sınırlı değil, ancak buradaki alıntı bile, Mayakovski’nin eserinde yalnızca olumludan veya yalnızca olumsuzdan bahsedilemeyeceğini gösteriyor. Lenin’in Mayakovski’ye olumsuz yaklaşmasının, hem biçimine ilişkin, hem de içeriğine ilişkin, birçok nedeni vardı. Lenin’in yaşadığı dönemde, Mayakovski, kültür mirasını reddeden, geçmişin büyük realist sanatçılarıyla ve edebiyatçılarıyla alay eden, kendi ‘ben’ini öne çıkaran, fütürist anlayışına dayanarak bilinçli olarak anlaşılmaz zor kelimeler ve cümleler kuran yaklaşımlarından vazgeçmemişti henüz, bunu daha sonraları yapacaktı. Onun sosyalist sanatı tam olarak benimsediği ve sosyalist realizmin başyapıtlarını yarattığı dönemi görmeye Lenin’in ömrü yetmedi.
Mayakovski bağlamında Lenin’e ille de bir eleştiri getirilmek isteniyorsa, o da Mayakovski’nin yeteneklerini ve olumlu gelişme yönünü yeterince zamanında farketmemiş olmasıdır, ama bu da ne kadar mümkündü, tartışılır. Hem Lenin’in Mayakovski’ye yaklaşımı konusunda, hem de modern sanat akımlarını eleştirmesi bağlamında, araştırmalarda verilen örnekler, onun sanatta yeni biçimlere ‘eğilim olarak’ kapalı olduğunu göstermez. Eleştiri tamamen zorlama bir eleştiridir.
30’lu yılların önemi ve Sosyalist Realizm
Güney’deki yazılarda sürekli 30’lu yıllara vurgu yapılır, sanat anlayışına ilişkin biçim ve içerik eleştirileri hep özellikle 30’lu yıllardan sonra hakim hale gelen sanat anlayışına getirilir. Öyleyse nedir bu 30’lu yılların önemi?
30’lu yıllar, sadece ilk beş yıllık Stalinci sosyalist inşa planının zaferle sonuçlandığı yıllar olmamıştır; 30’lu yıllar, sadece sosyalist üretim ilişkilerinin tüm Sovyet toplumunda hakim hale geldiği yıllar olmamıştır; 30’lu yıllar; burjuvazinin son kalıntıları olan kulakların yokedildiği, kırda da sosyalist kooperatifleşmenin zafer kazandığı yıllar olmamıştır; 30’lu yıllar, sadece, Stalin anayasası olarak da adlandırılan, dünyanın en demokratik anayasası olan sosyalist anayasanın kabül edildiği yıllar olmamıştır; 30’lu yıllar, sadece, açıkça karşıdevrimci faaliyete geçen Troçkist-Zinovyevist muhalefetin Sovyet halk mahkemelerinde yargılanarak yenilgiye uğratıldığı yıllar olmamıştır. 30’lu yıllar aynı zamanda kültür cephesinde de sosyalizmin zaferle çıktığı yıllar olmuştur. Uzun yıllar süren tartışmalardan sonra, sosyalizmin sanat anlayışı olarak sosyalist realizm formüle edilmiştir. İlk defa bütünlüklü bir sosyalist sanat anlayışı geliştirilmiştir. 30’lu yıllardan sonra sosyalist realizm anlayışı bütün sanat ve edebiyat dallarında hakim anlayış olmuştur. Kültür-sanat-edebiyat açısından 30’lu yılların önemi burada yatıyor.
İşte Güney’deki yazılarda Sovyetler Birliği’nin sanat anlayışına hem biçime hem de içeriğe ilişkin getirilen eleştiriler özellikle bu 30’lu yıllardan sonrasına ilişkindir. Buna sürekli vurgu yapılır. Her ne kadar da sosyalist realizm anlayış olarak açıktan eleştirilmese de, onun uygulamaları açıkça eleştiriye tabi tutulur. Sosyalist Sovyetler Birliği’ndeki sanat anlayışına ve uygulamalarına eleştirilerin getirildiği bölümün başlığı “SOSYALİST GERÇEKÇİLİK VE BAZI HATALI UYGULAMALAR”dır (s. 41). Burada getirilen eleştiriler esasında sosyalist realizm metodunadır, ama ne yazık ki bu açıkça ifade edilip, bir bütün olarak bu anlayışla hesaplaşılmaz. Zaten bu pek kolay da olmazdı, zira sosyalist gerçekçilikle hesaplaşmak demek; Marx ve Engels’in sanat analayışlarıyla hesaplaşmak demektir; realizmi savunan Rus demokratları Herzen’le, Çernişevski’yle, Belinski’yle, Dobrolyubov’la hesaplaşmak demektir; Plehanov’la ve Gorki’yle hesaplaşmak demektir; Lenin’le ve Stalin’le hesaplaşmak demektir.
Koskoca araştırma dosyasında sosyalist realizme ayrılan bölüm tam bir paragraftır! Burada da Parti Merkez Komitesi’nin formülasyonu özetlenir: “Sovyetler Birliği’nin resmi sanat anlayışı 1934’de Parti Merkez Komitesi tarafından formüle edilen ‘sosyalist gerçekçilik’tir. Sosyalist gerçekçilik, tarihsel olarak ‘gerçekçi’ ve ‘eleştirel-gerçekçi’ akımın bir devamı ve onların nitelik olarak ilerletilmesidir. Sosyalist gerçekçilik, gerçeğe sadece eleştirel olarak yaklaşmaz, onu sosyalizmin çıkarlarına uygun olarak ele alır” dendikten sonra, Sovyet Yazarlar Birliği’nin tüzüğünden şu bölüm aktarılır: “Güzel ruhlu Sovyet edebiyatının ve edebiyat eleştirisinin temel yöntemi olan sosyalist gerçekçilik, sanatçılardan gerçekliğin, olayların devrimci gelişimi içinde, gerçeğe sadık, tarihsel-somut bir şekilde verilmesini talep eder. Bununla birlikte gerçeğin, gerçeklere sadık kalarak ve tarihsel-somut bir şekilde sanatsal olarak ortaya konulması, emekçilerin sosyalizm ruhu içinde ideolojik olarak eğitilmesi ve yeniden şekillendirilmesi görevi ile birleştirilmelidir.” (Güney 5, s. 41/42)
Hepsi bu! Ne bir yorum ne bir değerlendirme! Arkasından hemen uygulamalardaki sözümona hatalara geçilir. Tartışılan konuyla doğrudan bağıntılı olmasına rağmen, sosyalist realizme verilen önem bu kadar. Tabii ki yukarıda da belirttiğim gibi, esasında bütün bölüm, getirilen tüm eleştiriler sosyalist realizmle ilgilidir, ancak kötü olan, bunun açıkça belirtilmemesidir.
İçeriğin çerçevesi
Yukarıda da belirttiğim gibi Güney’deki araştırmalarda Sovyetler Birliği’ne sadece sanatta biçime yaklaşım konusunda eleştiri getirilmez, aynı zamanda içeriğe ilişkin de eleştiriler getirilir. Sosyalist realizmin içinin yanlış doldurulduğu, içeriğe çizilen çerçevenin çok dar tutulduğu, kişiye tapmanın geliştirildiği şeklinde eleştiriler getirilmektedir. fiimdi bu eleştirilere bakalım.
Bu konuda söylenenler şunlar: “Fakat devrimin ilk başlarında yaşanan bu çok çeşitli konuların ve çok değişik kişilerin işlendiği sanat anlayışı 30’lu yıllardan sonra belli bir anlamda değişikliğe uğrar. Sanatçılardan bu dönemde talep edilen ‘berrak bir ideolojik temel yaklaşım’ın içeriği; ‘Sovyet yurtseverliği, vatanın savunulması, özgür emekçilerin yaşamındaki mutluluk ve büyük önderler Lenin ve Stalin’e sevgi’ şeklinde doldurulur!” (Güney 5, s. 44)
Daha ileride şunlar söylenir: “Yukarıda değindiğimiz gibi, sosyalist gerçekçiliğin içi, ‘Sovyet yurtseverliği, vatanın savunulması, özgür emekçilerin yaşamındaki mutluluk ve önderler Lenin ve Stalin’e sevgi’ şeklinde doldurulur.”
Bu söylenenlere kaynak olarak “Büyük Sovyet Ansiklopedisi cilt 2, sayfa 1591-1641” gösterilir. Ne var ki, Sovyet Ansiklopedisi’nde, sosyalist realizmin içeriği “Sovyet yurtseverliği, vatanın savunulması, özgür emekçilerin yaşamındaki mutluluk ve önderler Lenin ve Stalin’e sevgi” şeklinde dolduruldu diye bir bölüm bulmak mümkün değil! Sovyet Ansiklopedisi’nde söylenenler tamamen yanlış yorumlanarak, söylenenlere tamamen değişik anlam yüklenerek, sosyalist realizmde içeriğin çerçevesinin ne kadar dar çizildiği kanıtlanmaya çalışılıyor.
Sovyet Ansiklopedisi’nde araştırmaların kaynak olarak gösterdiği bölümde ‘Güzel Sanatlar’ın Sovyet döneminde hangi aşamalardan geçtiği uzun ve detaylı bir biçimde aktarılır, ve gelinir 30’lu yıllara. Bu konuda söylenenlerin doğru anlaşılabilmesi için, ve araştırma yazılarında nasıl yanlış yorumlanarak değişik anlam verilmeye çalışıldığının görülmesi için, paragrafı bütünlük içinde aktarmak istiyorum. İlgili bölümde şunlar söyleniyor: “30’lu yıllar, güzel sanatlarda, güçlü bir yukarıya doğru gelişmeyle karakterizeydi. Büyük başarılar monumental ve portre heykeltraşlığında; tarihi tabloda ve resim ve kitap grafiğinde elde edildi. Resim sanatındaki zamane resimde tipikleştirici ve genelleştirici özellikler geliştirildi. Portre ve tabiat resimlerinin sorunları yeniden belirlendi. Realist resim sanatının en yüksek ve en karmaşık biçimi olarak tablo sorunu özel bir önem ve vurgu kazandı. Günümüzde ve geçmişte sosyalizm uğruna mücadele, Bolşevik Partinin tarihi, Lenin ve Stalin tipleri, sosyalist anavatan ve sosyalist insan – bunlar tipik hale gelen konulardı. Sovyet sanatı sosyalist realizmin stilini oluşturdu ve en iyi çalışmalarında gerçek halkçılığın özelliklerini geliştirdi.” (s. 1591, Almanca)
Burada araştırma yazılarında iddia edildiği gibi, sanatçılardan şu konuları işlemeleri talep edildi veya sosyalist realizmin içeriği şu şekilde dolduruldu denmiyor, bilakis belli bir dönemde şu şu konular tipik hale geldi deniyor. Bunlar farklı şeylerdir. Belli bir dönemde, belli konuların tipik hale gelmesi, o dönemde sadece o konuların işlendiği değil, ama o konuların yaygın bir şekilde işlendiği anlamına gelir. Sanatçılara ‘siz bu konuları işleyeceksiniz, bunların dışına çıkmayacaksınız’ dendiği anlamına hiç gelmez.
Kaldı ki, güzel sanatların 30’lu yıllardaki gelişiminin anlatıldığı bölümde konu zenginliği açıkça görülüyor.
Peki sözü edilen konuların belli bir dönemde tipik hale gelmesi, daha çok işlenmesi kötü bir şey mi? Neden ‘günümüzde ve geçmişte sosyalizm uğruna mücadelenin’ sanat eserlerinde daha yaygın işlenir hale gelmesi kötü olsun? Neden Bolşevik Parti’nin tarihini, ve bu parti içinde önemli bir yere sahip olan Lenin ve Stalin’in sanat eserlerinde daha çok işlenmesi bir olumsuzluk olsun? Neden sosyalist anavatanın ve sosyalist insanın sanat eserlerinde resmedilmesinin tipik hale gelmesi olumsuz bir gelişme olsun? Bunu anlamak mümkün değil. Bu gelişmeler sosyalizm açısından bir başarı olarak görüp sevinilmesi gerekirken, bunlara sosyalizm adına üzülünmesini anlamak güç.
Araştırma yazılarında bir başka yerde şunları okuyoruz: “‘Formalist, kübist, fütürist’ akımlar gibi ‘zararlı biçimleri’ deneyen ‘Proletkult’ kaynaklı ‘sol’ sanatçılar sahneden çekilmek veya biçimlerini değiştirmek zorunda kalırlar. Artık sanatçıların esas uğraşı, eserlerinde ‘içsavaş kahramanlarını, mutlu insanları, gelişen ekonomiyi, güzel manzaraları ve özellikle Lenin ve Stalin’i’ işlemek haline gelir!” (Güney 5, s. 44) Burada da, sanatta burjuva anlayışları temsil eden formalist akımların gitmesi, ve sosyalist realizmin yaygın olarak işlediği konuların tipik hale gelmesi bir olumsuzluk olarak gösteriliyor.
İçerikte çerçevenin dar çizilmesine, 1946’daki parti kararı ve Zoşçenko’nun Sovyet edebiyatından atılması örnek olarak gösterilir: “İçerik konusunda 30’lu yıllardan sonra yapılan diğer önemli hata ise, çizilen çerçevenin çok dar tutulmasıdır! Örneğin; SBKP(B) MK, 14 Ağustos 1946 tarihinde… aldığı bir kararla ‘Leningrad’ adlı edebiyat dergisinin yayınına son vermiştir… ‘Zvezda’ (kapatılan Zvezda değil Leningrad dergisidir –bn) adlı edebiyat dergisinin kapatılmasına gerekçe olarak bu derginin sayfalarını Zoşçenko ve Ahmatova gibi sanatçılara açması gösterilmiştir.” (s. 45–47)
Zoşçenko, Ahmatova ve onlar gibilerinin Sovyet edebiyatından dışlanması, içerikte çerçevenin çok dar çizilmesi olarak eleştirilmektedir.
Burada gözardı edilen yine somut koşullardır! Zoşçenko gibi yazarların Sovyet edebiyatından dışlanması sanki genel siyasetmiş gibi eleştiriliyor. Zoşçenko 1945’te değil, 1944’te değil, daha önceleri de değil, 1946’da atılmıştır Sovyet edebiyatından. Demek ki Zoşçenko, Sovyet toplumuna ve Sovyet sanatına yaklaşımındaki tüm olumsuzluğa rağmen, ki bu olumsuzluklar araştırma yazısında ortaya konur (s. 46), şu ya da bu şekilde faaliyetini sürdürmüştür. Ta 20’li yıllardan beri eleştirilegelmiş, kendini olumlu yönde hiç değiştirmemiş, fakat 1946’lara kadar yazılarını yayınlamaya devam edebilmiştir, hem de kültürün beşiği sayılan Leningrad gibi bir kentte çıkan iki Sovyet dergisinin her ikisinde de! Burada Zoşçenko’yu ve Anna Ahmatova’yı uzun uzun değerlendirmek bu yazının kapsamını aşar, isteyen Jdanov’un yazısına bakabilir. Burada üzerinde durulması gereken sorun, nasıl oluyor da sicili o kadar kötü olan edebiyatçılar 1946’lara kadar Sovyet edebiyat dergilerinde zararlı faaliyetlerini sürdürebiliyorlar? Ve 1946’da ne oluyor da dışlanıyorlar?
Bu soruların yanıtı, Bolşeviklerin sanat anlayışında, sanata ve sanatçılara temel yaklaşımında yatıyor.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Sovyetler Birliği’nde sanata ve özellikle de edebiyata, toplumun dönüştürülmesinde, halkın bilincinin şekillendirilmesinde çok büyük bir önem verildi. Stalin edebiyatçıları insan bilincinin mimarları olarak adlandırmıştır. Bu, sosyalist toplumun yeni kuşaklarının sosyalizm ruhuyla yetiştirilmesinde edebiyata ve sanata olağanüstü büyük bir rol biçildiği anlamına geliyor. Buna rağmen Zoşçenko gibi kalın kafalı küçük-burjuva yazarlara tahammül edilmesinin nedeni, Bolşeviklerin, açıkça proletaryanın saflarında yer almayan edebiyatçılara ve sanatçılara itinalı yaklaşımlarıdır. Yanlış çizgiye sahip olan sanatçılar sabırlı bir ideolojik mücadeleyle ikna edilmeye, dönüştürülmeye çalışılır, kimisinde başarılı olunur, kimisinde başarılı olunamaz.
1946 yılı partinin sanat politikalarında dönüm noktalarından birini oluşturur. Savaş yıllarından zaferle çıkılmış ve barışçıl inşa dönemine geçilmiştir. “Büyük Anavatan Savaşı’ndan sonra, edebiyat ve sanattaki düşüncenin saflığı için sürekli gayret etmiş olan ve onun bilgi açısından önemini yüksek değerlendiren Lenin ve Stalin’in partisi, edebiyata ve sanata ideolojik ve eğitici faaliyeti açısından daha önemli görevler biçti. SBKP(B) Merkez Komitesinin 1946’daki, ‘Zvezda’ ve ‘Leningrad’ dergileri üzerine, sahnelerin oyun planı üzerine ve ‘Büyük Yaşam’ adlı film üzerine kararları; sanatta fikirsizliğe karşı ve edebiyatı ve sanatı halka ve sosyalist inşaya hizmet etme görevine yabancılaştırma çabalarına karşı geliştirilmiş bir mücadele programının ifadesidirler. Her yerde formalizmin görüntülerine karşı, estetik kendi kendini yansıtmaya karşı, bayağılığa ve gerçekliğin çarpıtılmasına karşı – mücadeleci, ideojik olarak sağlam ve sanatsal olarak yüksek değerli sanat için mücadele yürütüldü.” (s. 1532)
Bir başka yerde kararlar hakkında şunlar söyleniyor: “Savaştan sonra barışçıl inşa dönemine geçilmesi, Sovyet edebiyatını yeni görevlerle karşı karşıya getirdi… Parti MK’sının kararları Sovyet edebiyatının fikirliliğinin, taraflılığının ve muazzam eğitici görevinin altını çizdi; onlar (kararlar) Sovyet edebiyatının ülkenin ideolojik yaşantısına katılımını artırmayı, ona verilen göreve karşı daha güçlü bir sorumluluğu ve yazarların halk ve devletle daha sıkı ideolojik bağlılıklarını amaçlıyorlar.” (s. 1568)
Yani yeni bir döneme girilmiştir, ve bu dönemde parti kitlelerin ideolojik eğitimine, yönlendirilmesine daha fazla ağırlık vermek istiyor, bu alanda uzun yıllar tahammül gösterilen kimi burjuva anlayışlarını değiştirmemekte inat eden, Sovyet gerçekliğinden hoşnut olmayan ve onunla alay eden yazarları ve sanatçıları Sovyet organlarından dışlama kararı alıyor. Alınan kararların sert olduğu doğrudur, bunu parti MK’si de kabul ediyor. Kararların gerekçelendirilmesinde Jdanov şunları söylüyor: “Bazı insanlara, MK’nın edebi sorunda bu kadar sert önlemler almış olması acayip gelebilir. Bu bizde alışılmış bir şey değildir. Üretimde ıskarta mal üretildiğinde, veya kitle tüketim ürünleri üretim programı veya odun temin etme planı yerine getirilmediğinde, buna bir ihtar cezası verilmesi çok doğal olarak görülüyor, ama insan ruhunun eğitiminde ıskarta üretildiğinde, gençliğin eğitilmesinde ıskarta üretildiğinde, buna tahammül gösterilmesi gayet doğal görülüyor. Ama bu, üretim programının yerine getirilmemesinden veya üretim görevlerinde sabotajda bulunulmasından daha kötü bir suç değil midir? MK, aldığı kararla, ideolojik cepheyi, çalışmamızın bütün diğer bölümleriyle aynı çizgiye oturtmayı amaçlıyor. Son dönemde ideolojik cephede büyük gerilemeler ve yetersizlikler ortaya çıktı.”15
Sonuç: Proletaryanın partisi bir mücadele aracı olarak, kültür-sanat-edebiyat alanı gibi hassas bir alanda da, doğru zamanı seçerek, zararlı gördüğü düşüncelere karşı yasaklama yöntemini kullanabilir. Sözkonusu dönemde alınan kararlar yerindedir.
Jdanov konuşmasında halkın beğeni seviyesiyle ilgili açıklamalarda da bulunur: “Halkımızın talepleri ve beğenisi olağanüstü yükselmiştir, ve kim ki bu seviyeye çıkmak istemiyorsa veya çıkamıyorsa, o geride kalacaktır. Edebiyatın görevi, halkın taleplerinin seviyesinde kalmak değil, bilakis o bunun ötesinde, halkın beğenisini geliştirme, onun taleplerini yükseltme ve onu halkı ilerletecek yeni düşüncelerle zenginleştirme görevine sahiptir.”16 Hatırlanacağı gibi, araştırma yazılarında halkın beğeni seviyesiyle uzlaşıldığı iddiası getirilmişti. Buradan da görüldüğü gibi halkın andaki beğeni seviyesiyle uzlaşılması şöyle dursun, Zoşçenko gibi yazarlar sadece Sovyet toplumuyla, Sovyet insanlarıyla alay ettikleri için, ya da en iyi halde lakayıt kaldıkları için değil, aynı zamanda seviyesiz eserler ürettikleri için de eleştirilmişlerdir.
Bir de araştırma yazısında Jdanov’un Lenin’i çarpıttığı, kararları MK adına gerekçelendirirken ileri sürdüğü düşünceleri haksız olarak Lenin’e dayandırdığı iddiası getiriliyor. Jdanov, ilgili konuşmasında, Lenin’in Sovyet edebiyatının gelişmesinin temellerini attığını söyler, ki bu doğrudur. Gerçekten de Lenin, her ne kadar da “Parti Örgütü ve Parti Yazını” makalesini, doğrudan parti yazarlarının parti örgütüyle ilişkisi üzerine kaleme almışsa da, O bu makalesinde edebiyatın ve sanatın genel sorunlarını da ele alır. Lenin bu makalesinde, sanatçının özgürlüğü sorununu, edebiyatın ve sanatın taraflılığı sorununu ele alır. Lenin’in bu makalede edebiyat ve sanat üzerine geliştirdiği tezler gerçekten de Sovyet edebiyatının ve sanatının temelini oluşturur. Jdanov konuşmasında Lenin’in yazısından alıntı yaptıktan sonra şunları söyler: “Leninizm, edebiyatımızın apolitik, ‘sanat için sanat’ olmaması gerektiğinden, bilakis toplumsal yaşamda önemli, yönlendirici bir rol oynaması gerektiğinden yola çıkmıştır. Bunu, Lenin’in edebiyat bilimine son derece önemli bir katkısını oluşturan, edebiyatın taraflılığı Leninci ilkesi temel alır.”17
Kişiye tapma sorunu…
Sovyetler Birliği makalesinin hemen girişinde şunlar yazıyor: “Kültür ve sanat alanında Sovyetler Birliği deneyimi oldukça öğreticidir. Aşağıda aktaracağımız gibi, özellikle 30’lu yıllardan sonra ülkenin her yanı Lenin ve Stalin heykelleriyle doldurulmasına, bu önderlerin dev resimlerinin ülkenin bütün alanlarını süslemesine, tiyatro ve sinemalarda bu önderlerin eserleri ve yaşamları canlandırılmasına rağmen 20. Parti Kongresinde revizyonistlerin iktidarı bütünüyle ele geçirmelerine karşı elle tutulur yeterli bir muhalefet, karşı koyuş ve protesto yoktur!” (Güney 5, s. 34)
Burada kurulan ilişki yanlış bir ilişkidir. Ne ülkenin her tarafını önderlerin heykelleriyle ve resimleriyle süslemek, ne de bunu yapmamak, geriye dönüşe karşı elle tutulur bir tepki gösterilmesinin bir garantisidir.
Kitlelerin sosyalist eğitimi heykeller dikilerek ihmal mi edilmişti? Ve revizyonistlerin iktidara gelişine bu nedenle mi tepkisiz kalınmıştı? Ama kitlelerin eğitiminde muazzam adımların atıldığını, büyük başarıların elde edildiğini yine araştırmaların kendisinden okuyoruz: “Pratik bize, kitlelerin sosyalist eğitimi konusunda büyük başarılar elde edilmiş olmasına rağmen henüz burjuva düşüncelerin hakimiyetinin tam olarak kırılamamış olduğunu, bunun bir-iki kuşak içinde başarılamayacak, çok daha uzun süreli bir iş olduğunu gösteriyor.” (s. 34)
Eğer durum böyleyse, yukarıdaki ilişki nasıl kurulabiliyor? Doğrudur, tarihte benzeri görülmemiş olan bir kültür devrimine rağmen, 1956’da revizyonistlerin iktidarı ele geçirmesine karşı kitlelerden elle tutulur bir muhalefet, karşı koyuş yoktur. Ama bu gayet anlaşılır da, zira “burjuva düşüncelerin hakimiyetinin tam olarak kırılmasının bir-iki kuşağın işi olmadığı” ortadadır, ve herşeyden önemlisi yeni iktidar sahipleri sosyalizme saldırılarını açık olarak yürütmemişlerdir, kitleler de bilgi ve kültür düzeylerinin muazzam bir şekilde yükseltilmiş olmasına rağmen revizyonizmi Marksizm-Leninizmden ayırdedebilecek durumda değillerdir.
Yine bizzat araştırma yazısının kendisinden şunları okuyoruz: “Rusya’da Bolşevikler, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile birlikte iktidarı ele geçirince, kültür alanında da, insanlığın o zamana kadar görmediği yoğunlukta ve karakterde işler yapmaya giriştiler… Sovyet emekçilerinin bu devrimi, kültür alanında da o zamana kadar görülmemiş boyutta ve yoğunlukta bir devrime yolaçtı!” Bunların hepsi doğruysa (ki doğrudur), o zaman nasıl oluyor da sanki kitlelerin ideolojik eğitimi ihmal edilmiş de bunun yerine bol bol ustaların heykelleri dikilmiş gibi bir iddiada bulunulabiliyor?!
Kişiye Tapma Sorunu başlıbaşına bir araştırma konusudur ve bugüne kadar Marksist-Leninistler bu sorunu bilimsel olarak çözmüş değiller. Lenin ve Stalin döneminin sosyalist Sovyetler Birliği’nde kişiye tapmanın geliştiği görülüyor. Ancak önemli olan bunun nedenlerini ve doğru çözüm yollarını bilimsel olarak ortaya koymaktır. Ekonomik ve kültürel olarak azgelişmiş halkların önderlerini mitleştirmeye, putlaştırmaya gelişmiş halklardan daha eğilimli olduğu bir olgudur. Görüşümce bunun kökenini cahillikte aramak doğru olur. Dolayısıyla çözümü de, yani ortadan kaldırılması da, cahilliğin ortadan kaldırılmasıyla, halkın genel bilgi ve kültür seviyesinin artırılmasıyla olacaktır. Ne kadar genel halk kitlesi öncüye yaklaşırsa, o kadar da öncünün abartılması, putlaştırılması azalacaktır. Ne kadar halkın sefaleti ve çaresizliği ortadan kalkarsa, o kadar da doğaüstü güçlerden medet ummaktan vazgeçecektir. Çözüm buradadır: yani halkın refah ve kültür seviyesinin yükseltilmesi. Bu görev Sovyetler Birliği’nde yetersiz de olsa esas olarak yerine getirilmiştir. Eksiklik kişiye tapmaya karşı özel bir mücadelenin yürütülmemiş olmasıdır. Bolşevik Partisinin ve Sovyet devletinin bu konudaki esas eksikliği burada yatıyor. Bunun nedenleri de araştırılıp ortaya konmalıdır.
Sovyetler Birliği’nde kişiye tapmayla ilgili araştırılması ve çözülmesi gereken konular görüşümce şunlardır: 1- Devrimden önce Çarlık Rusya’sının halklarında kişiye tapma sorunu var mıydı, varsa hangi biçimlerde kendini gösteriyordu, bunun boyutları neydi? 2- Devrimden sonra kişiye tapma sorunu nasıl gelişti, Stalin’den önce Lenin şahsında var mıydı, hangi biçimlerde kendini gösteriyordu? Stalin şahsında nasıl gelişti, sosyalizmin başarılarının objektif rolü neydi, Sosyalist Anavatan Savaşı’nın rolü neydi? 3- Bolşevikler bu soruna nasıl yaklaştılar, sorunu sorun olarak gördüler mi, bilinçli olarak önlem aldılar mı, aldılarsa ne gibi önlemler aldılar? 4- Bolşevikler önlem almak şöyle dursun, tersine kişiye tapmayı teşvik edici işler yaptılar mı, kişiye tapmanın gelişmesinde ve yaygınlaşmasında partinin rolü neydi, Stalin’in rolü neydi? 5- Kişiye sevgi nerede biter ve kişiye tapma nerede başlar, önderlere sevgi abartılmadığı sürece meşru mudur, kişiye tapmanın zararları nedir, belli koşullarda – örneğin faşizme karşı ölüm kalım savaşı olan Büyük Anavatan Savaşı’nda –hoşgörülebilir ve hatta bilinçli olarak öne çıkarılabilir mi? 6- Kişiye tapmaya karşı mücadele nasıl verilmeli?
Bu ve buna benzer sorular yanıtlanmayı bekliyor.
Araştırma yazılarında bu konuya bilimsel yaklaşılmıyor. Birincisi, kişiye tapma sorununa kısa da olsa genel yaklaşım ortaya konmuyor. İkincisi, kişiye tapmanın sanat alanına yansıması, Lenin ve Stalin’in ‘bu derece yoğun’, ‘gereğinden çok daha fazla işlenmesi’ne dayandırılıyor. Ama bunlar göreceli tespitlerdir. Nedir bunun ‘derecesi’, nedir bunun ‘gereği’? Bu konuda olgular, veriler, rakamlar nedir? Bu konuda bilgi yok. Dolayısıyla araştırmalarda bu konuda söylenenler bilimsellikten uzak.
fiunlar söyleniyor: “Sanat alanında Lenin ve Stalin’in bu derece yoğun işlenmesi, ülkede gelişen kişiye tapmanın sanat alanındaki ifadesinden başka birşey değildir! Biz, Lenin, Stalin gibi önderlerin resimlerinin, heykellerinin hiç yapılmaması gerektiğini, bunlara film, tiyatro ve edebi eserlerde hiç yer verilmemesi gerektiğini savunmuyoruz. Tabii ki, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşunda oynadıkları rol gereği, sanat eserlerinin konusu olmayı en fazla hak eden Sovyet vatandaşları onlardır.” (Güney 5, s. 45)
Bu alıntının sonunda söylenenlere katılmamak mümkün değil, ama öyleyse sanat eserlerinde en fazla Lenin ve Stalin’in işlenmesine neden kişiye tapma olarak karşı çıkılıyor? ‘Gereğinden’ fazlasını neye göre veya hangi rakamlara göre belirleyeceğiz? Burada bir muğlaklığın olduğu göze çarpıyor.
Araştırma yazılarında kişiye tapmanın sanata yansımasının nicel yanı ele alınırken, ve bu konuda bilimsel bir yaklaşım sergilenmezken, sorunun nitel yanına, yani önderlerin sanat eserlerinde rolleri abartılarak, mitleştirerek, ilahlaştırarak, putlaştırarak yansıtılmasına hiç değinilmemektedir, ki bu kanımca sorunun nicelik yanından daha az önemli değildir. Önderlerin abartılmadan, gerçekçi bir tarzda, normal insanlar olarak yansıtıldığı sanat eserlerin ‘gereğinden’ fazla üretilmesi, önderlerin tanrılaştırılarak gösterildiği eserlerin ‘gereğinden’ az üretilmesinden daha az kötüdür. Kişiye tapmanın sanata nasıl yansıdığını ortaya koymak için meselenin bu yanı da araştırılıp ortaya konmalıdır.
DİPNOTLAR:
1 Güney sayı 5’te, Kültür Konferansı Belgeleri olarak iki makale yayınlandı, bunlardan birisi “Hangi Kültür Mirasına Sahip Çıkıyoruz?”, diğeri ise “Sovyetler Birliği Deneyiminde Öne Çıkan Bazı Noktalar…”. Bu dosyalar, yurtdışında 14 sayısı yayınlanmış olan Güney’in 11. sayısında yeralan dosyaların, yürütülen tartışmalar sonucu, düzeltilmiş biçimidir. Yurtdışında yayınlanan bu belgelere, hem düzenlenen konferansta sözlü, hem de Güney sayı 13’te yayınlanan yazılı eleştirilerimi getirdim. Sözlü eleştirilerime, Güney sayı 12’de yapılan konferans değerlendirmesinde, yazılı eleştirime de, Güney sayı 14’te tavır takınıldı. Kimi noktalarda taslaklar eleştiriler temelinde değiştirildi. Güney sayı 5’te yayınlanan yazılar, araştırmaların düzeltilmiş biçimidir. Ne var ki, öze ilişkin bir değişiklik olmamıştır.
2 Clara Zetkin, cilt 3, s. 95–100, Almanca. Türkçesi için bkz: Güney sayı 13, s. 22/23.
3 Sovyet Ansiklopedisi, Türkçesi için: Güney sayı 13, s. 20, sağ sütun.
4 Akif Kurtuluş’un bir dizi araştırmacıya dayanarak ileri sürdüğü teze göre, geçmişin mirasını reddetme düşüncesi Proletkült’ün babası sayılan Bogdanov’a ait değildir, Fütüristlere aittir. Bu konuda örneğin Gleb Struve şunları söylüyor: “(Bogdanov’un teorisi) geçmiş sanatı tümden reddetmediği gibi, aynı zamanda yeni yönetici sınıf olarak proletaryanın geçmiş ustaların başarılarını kullanması ve onlardan öğrenmesi gerekliliğine işaret ediyordu”. E. H. Carr ise şunları yazıyor: “Bogdanov, Fütüristler gibi geçmiş kültüre saldırmadı, proletaryanın bunu burjuva yazarlar olmadan özümseyebilecek ve aşabilecek yetenek ve olgunlukta olduğunu düşünüyordu.” (Politika ve Sanat, s. 33)
5 E. H. CARR, aktaran Akif Kurtuluş, age, s. 24/25.
6 Lenin, Proletarya Kültürü, s. 126, aktaran A. Kurtuluş, age.
7 Sovyet Ansiklopedisi, cilt II, Edebiyat ve Sanat, “Güzel Sanatlar”, s. 1570–1591, Almanca. Türkçesi için bkz.: Güney 13, s. 20.
8 Kültür mirası dosyalarının yayınlandığı Güney sayı 5’te, sayfa 22’de, sanatta yeni biçimler ile biçimcilik üzerine şunlar söyleniyor: “Burada iki şeyi birbirinden ayırmamız gerek. Sanatta yeni birtakım biçimleri kullanmakla, biçimcilik bir ve aynı şeyler değildir. Biçim bir sanat eserinin kendini ifade ettiği tarzdır, onun dışavurumu, dış görünüşüdür. Biçimcilik ise, sanatta biçimi esas almak, onu belirleyici görmek, biçimi mutlaklaştırmak, fetiş haline getirmektir. Bunu yapanlar idealist konumdadırlar, yaptıkları burjuva sanatıdır. Futurizm, ekspresyonizm, kubizm gibi “izm”le anılan akımların tümünün her biri, kendisini sanatın son sözü olarak gören, kendi kullandığı biçimi fetiş haline getiren akımlardır. Kendi biçimlerini mutlaklaştırdıkları noktada bunlar, idealist burjuva akımlardır. Bunlar akım olarak eleştirilmeli ve reddedilmeliydiler. Fakat bu yapılırken, bunların kullandığı yeni kimi biçimlerin de kullanılması reddedilmemeliydi. Bu akımların kullandığı biçimlerden sosyalist sanat da yararlanabilirdi, yararlandı da.” Burada söylenenlere olduğu gibi katılıyorum.
9 Sovyet Ansiklopedisi, cilt II, Edebiyat ve Sanat, “Güzel Sanatlar”, s. 1541, Türkçesi için bkz.: Güney 13, s. 22.
10 “(Sosyalist toplumda)… sanatçılar biçimsel yasaklarla karşılaşmayacaklardır! Proletarya diktatörlüğünü açıktan yıkmaya yönelik eserler dışında sanatçı, istediğini istediği gibi yaratma özgürlüğüne ve imkânlarına sahip olacaktır!” diyerek, biçime sınırsız özgürlük talep eden Güney, aslında biçimin önemini redediyor!
Yurtdışında yapılan konferans değerlendirmesinde, Güney sayı 12, sayfa 9’da şunlar söyleniyor: “Picasso’nun ‘Guernica’ adlı tablosu, ‘sürrealist’ (gerçeküstücü) biçimler kullanılarak gerçekleştirilmesine rağmen, ‘realist’ (gerçekçi) yöntemler kullanan bir dizi sanatçının eserlerinden daha gerçekçidir!” Yani gerçeküstücülük (sürrealizm) gerçekçilikten daha gerçekçidir, yoksa ben mi yanlış anlıyorum?! Devam: “Bir sanat eserine yaklaşırken belirleyici olan, onun biçimi değildir; esas olan, bu sanat eserinin içeriğidir. Bu içeriğin ona en uygun biçimde nasıl verileceği, bu içeriğe en uygun biçimin ne olacağı, sanatçının görevidir! Yoksa en iyi sanat eserleri, sanatçılar tarafından değil Politbüro tarafından verilirdi! Problemin püf noktası burasıdır.” Evet problemin püf noktalarından birisi burasıdır. Burada da sanat eserinin biçimine karışmama görüşü açıkça savunuluyor; sanat eserlerinin biçimine de eleştiri getirilebileceğini savunan Bolşeviklerle açıkça alay ediliyor. Bir örnek olarak da, sürrealist akımın yaratıcılarından birisi olan Salvador Dali konusundaki değerlendirmeyi vereyim. Bilindiği gibi Salvador Dali sürrealist (gerçeküstücü) bir ressam olarak, objektif gerçeklikle alakası olmayan kendi şuuraltının fantazmalarını, tamamen gerçekdışı bir biçimde resmetmiştir. Güney sayı 14, s. 31’de, A. İ. Sobolev’in modernist sanat akımlarını değerlendirmesine şöyle tavır takınılır: “Bir yandan bu akımlar; ‘sanatta içeriğe, fikirliliğe, gerçekçiliğe karşı bir haçlı seferi başlattıkları… boş, manasız ve soyut bir sanat talebinde bulundukları için’ haklı olarak eleştirilmekte, fakat diğer yandan bu akımların örneklerinden biri olarak Dali’nin ‘Hafızanın Sürekliliği’ adlı resmi gösterilmekte ve bu resimde; ‘yumuşak bir hamur gibi ağaçtan aşağı sallanan ve yerde, uzaktan bir insan kafasını andıran, kocaman kirpikli bir filize dolanan, cep saatleri çizildiği’ anlatılmaktadır! Dali’nin sanat anlayışıyla ilgili söylenen şeylerle bir problemimiz yoktur. Fakat, insan kafasını andıran, kocaman kirpikli bir filize dolanan cep saatlerinin, yumuşak bir hamur gibi ağaçtan aşağıya sallanarak resmedilmesi; neden gerçeklikten kaçış, fikirsiz, içeriksiz, boş ve manasız bir sanat olsun? Tam da anlatmak istediğimiz budur!” Burada da, Güney’in biçimciliği sadece bir anlayış olarak gördüğü, onun bir de uygulaması olduğunu kabul etmemesi açıkça görülüyor.
11 Sözkonusu modernist burjuva sanat akımlarının kapsamlı bir Marksist eleştirisi, başka eserlerin yanında, çevirisi Güney’de yayınlanmaya devam eden A. İ. Sobolev’in “Leninci Yansıma Teorisi Ve Sanat” adlı eserinde vardır. Lenin’in bu akımlara getirdiği eleştiri yine Güney sayı 5, sayfa 51–53’te yer alıyor.
12 Sovyet Ansiklopedisi, s. 1533–1534, Alm.
13 A. İ. Sobolev, “Leninci Yansıma Teorisi Ve Sanat”, Alm., Türkçesi için bkz. Güney sayı 13, s.14.
14 Clara Zetkin, c. 3, s. 95–100, Alm., Türkçesi için bkz.: Güney 13, s. 23.
15 A. A. Jdanov, “Sanat, Bilim ve Siyaset üzerine Seçme Konuşmalar”, 1972, s. 34.
16 A. A. Jdanov, “Sanat, Bilim ve Siyaset üzerine Seçme Konuşmalar”, 1972, s. 35
17 A. A. Jdanov, “Sanat, Bilim ve Siyaset üzerine Seçme Konuşmalar”, 1972, s. 32.
A. ZEKİ ÇELİK