Güney Kültür Konferansına katılarak tezlerini tartışmaya sunan arkadaş “Söylenmeyenler Üzerine” başlıklı yazısını Güney sayfalarında tartışmak üzere elimize ulaştırdı.
Geçen sayılarımızda bu yazıyı yayınlayarak tartışma olanağımız olmadı. Güney sayı 14’de, Konferans hakkında bilgi verdiğimizde arkadaşın görüşlerine de kısaca da olsa yer vermiş, bununla ilgili tartışmayı özet olarak aktarmıştık. fiimdi elimize arkadaşın ikinci bir yazısı geçmiş durumda. Bu yazıda arkadaş, Konferanstan Notlar bölümünde aktarıldığı biçimde tezlerinin ve buna yanıtın yetersiz olduğunu ve bu tartışma içinde Güney’in arkadaşın pozisyonunu “baştan mahkum etme” tavrına girdiğini ileri sürüyor.
Biz bu görüşe katılmıyoruz. Konferansın genel çerçevesi gözönüne alınarak arkadaşın sunduğu tezlere yanıt verilmeye çalışılmıştır. Bu tabii ki, birçok tartışmacının söz aldığı ve birçok konunun içiçe tartışıldığı bir toplantıda olabileceği kadar olmuş ve bu çerçevede arkadaşın tezlerine karşı onun özünü hedef alan karşı tezler savunulmuştur. Arkadaş kendi tezlerinin yetersiz tartışıldığı görüşündedir (ki,yukarda açıkladığımız gibi bu kısmen doğrudur) ve buradan yola çıkarak Güney’in karşıt pozisyonları “baştan mahkum etme” yöntemine sarıldığını iddia etmekte ve bu iddiayı kendi tezlerine dayanak yapmaya çalışmaktadır.
En baştan şunu söyleyelim: Biz arkadaşın tezlerini “baştan mahkum” etmedik, onun tezlerini Konferansta dinledik ve sonra da tavır takınarak bu tezlerin yanlış olduğunu ortaya koyduk. (“Mahkum etmek”ten anlaşılan tezlerin yanlışlığının ortaya konmasıysa, o zaman bunu kabul ediyoruz.)şimdi bunun da ötesine geçiyor ve arkadaşın “Söylenmeyenler Üzerine” başlıklı yazısını yayınlıyoruz. Bu yazının temel tezlerine burada yanıt vermeye çalışacağız. Arkadaşın “Neleri nasıl tartışabiliriz?” başlıklı ikinci yazısını tekrar olduğu (ve çok yer tutacağı) ve esas tezler üzerine tartışmayı daha uygun gördüğümüz için yayınlamıyoruz. Fakat elimizde bulunan bu yazının tümünü yayınlamasak da, bazı bölümlerinden alıntılar yaparak buna da tavır takınma yolunu seçeceğiz. Bu alıntıları (ikinci yazı) ibaresiyle belirteceğiz. (Arzu edildiğinde okurlarımıza yazının kopyasını iletebiliriz.)
Aslında bu tartışma bizim tartıştığımız konularla tabii ki bağı olan, fakat bizim tartışma alanımız “kültür siyaseti”nden çok daha geniş bir alanı kapsayan bir tartışmadır. Genelde Marksist teoriye, onun “taraflılığı”na yönelen bir eleştiri ve Marksizme alternatif, “taraflılıktan uzak”, bu yüzden de “bilimsel” olduğu iddia edilen, yeni olduğu iddia edilen bir “dünya değiştirme projesi” tartışılmak isteniyor. Arkadaşın çıkış noktası bizimle “proleter kültür siyaseti nedir?”i tartışmak değil, proletarya kültürünün siyasette çıkış noktası alınmasının yanlışlığına dair anti Marksist-Leninist tezlerini ortaya koymaktır. Kuşkusuz bu tartışma Güney dergisinin çerçevesini aşan bir tartışma. Biz burda mümkün olduğunca dergi çerçevesinde mümkün olan boyutta, gelen iki yazı hakkında bilgi verip tavır takınmak istiyoruz. Bu tartışmayı bundan böyle dergi üzerinden yürütmeyeceğimizi de belirtmek istiyoruz.
I. Arkadaş ilk olarak Güney’in kültür siyasetinde görevi vurgulayan “Öğrenelim, insanlığın bütün kültür mirasını tanıyalım, eleştirici bir gözle değerlendirelim.” şiarının doğru olduğunu, fakat bunun marksist anlayışla gerçekleştirilemeyeceğini ileri sürmektedir. Söylenenleri kendi sözlerimizle özetleyelim: Bu görev marksist anlayışla gerçekleştirilemez, çünkü bunun bir adım ilerisinde “burjuva kültür siyasetleri ile kavga içinde proleter kültür siyasetini geliştirelim” yaklaşımı da savunulmaktadır. Bu iki yaklaşım birbiriyle çelişir ve bu Marksizmin çelişkisidir. Çünkü, Marksizm “taraflıdır” herşeyi emekçi sınıf hareketi açısından, onun bakış açısıyla ele alır, “angaje” olarak ele alır. Angaje olma durumu ise, “tüm insanlığın birikimini kapsamayı” dışlar.
Aynı bağlamda ikinci yazıda Marksizmin herşeyi emekçi sınıf hareketinin bakış açısıyla ele alma yöntemini ve taraflılığı benimsediği noktada yöntem hatası yaptığı, “kendini sınırladığı” ve dolayısıyla diyalektik materyalizmden koptuğu anlatılmaktadır:
“Diyalettik matereyalist düşünce yöntemine göre insanlar, öncelikle, maddi yaşamın duyu organlarına yansımasıyla edindikleri bilgilerden yola çıkarak düşünce oluştururlar. Bu düşüncelerinden yola çıkarak da yaşama müdahale ederler. ‹radi müdahalenin etkisinde yeniden şekillenen yaşamı yansımalarını yeniden değerlendiri tekrar yaşama müdahale ederler. Değerlendirmelerinde şeyleri çok yanlı, çelişki ve bağıntılarıyla ele alırlar. Bu süreç karşılıklı olarak etkileşerek sürer.
Burada bilince çıkarmamız gereken yan, çok yanlılıktır. Diyalektik materyalist düşünce yöntemi diğer şeylerin yanında, sınırlamasız çok yönlülüğe sahip olmak zorundadır.” (‹kinci yazıdan)
Burada dile gelen ve arkadaşın “yeni” görüşlerler olarak sunduğu görüşler hiç de yeni değildir ve değişik biçimleriyle hep yeniden karşımıza çıkmaktadır. Marksizmi eleştiren akım ve tek tek bireyler ‘ezelden beri’ “taraflılık” noktasına yoğunlaşmaktadırlar. Çünkü, açıkça taraflı olduğunu ilan eden Marksizmin bir bilim ve onun yaklaşım tarzının bilimsel olmadığı iddiasının dayandırılabileceği noktanın bu olduğunu düşünmektedirler. Arkadaş da tıpatıp aynı sistematik üzerinde ilerliyor. Taraflı olma durumunun ilk adımda “çok yanlı” olmayı dışladığı söyleniyor ve ikinci hamlede de taraflı olmak “tekyanlı olmak”la eşleniyor. Burada yürütülen mantığın Marksizmin “taraflılık” anlayışıyla ilgisi olmadığını belirtmek zorundayız.
Marksizm, toplumun gelişme yasalarını incelemeye dayanan bir toplum bilimidir. Onun “herşeyi emekçi hareketin bakış açısıyla ele alması” önermesi iradi bir biçimde belirlenmiş, “tek yanlı” bir “angaje olma” durumundan çıkan bir sonuç değil , toplumun gelişme yasalarına dayanan bilimsel bir önermedir. Bütün toplumsal gelişmelerin ve büyük değişimlerin sınıf savaşımları temelinde gerçekleştiğinden yola çıkan, sınıfsız ve sömürüsüz toplum hedefini kabul eden Marksizm (bu hedefi arkadaş da kabul ediyor, fakat oraya nasıl varılacağı konusunda ayrılıyoruz.) bu toplum hedefini sonuna kadar izleyecek sınıfın hangi sınıf olduğu sorusunu soruyor ve sonuna kadar devrimci, “gerçekten devrimci tek sınıf proletaryadır” (Komünist Manifesto) yanıtını veriyor. Neden? Çünkü sınıfsız ve sömürüsüz topluma erişilmesinin maddi temeli özel mülkiyet sisteminin kaldırılmasıdır ve bunu sonuna kadar gerçekleştirebilecek olan (üretim araçları üzerinde özel mülkiyete sahip olma anlamında) mülksüz yegane sınıf, proletaryadır:
“Egemenliği ele geçirmiş bundan önceki bütün sınıflar, bütün toplumu kendi mülk edinme koşullarına boyun eğdirerek, zaten edinmiş oldukları yaşam konumlarını pekiştirmeye bakmışlardır. Proleterler ise, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini ve böylelikle, daha önceki bütün öteki mülk edinme biçimlerini de ortadan kaltırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait güvence altına alınacak hiçbir şeyleri yoktur, şimdiye kadarki bütün özel güvenceleri ve özel sigortaları yoketmelidirler.” (Komünist Manifesto)
Marksizm, toplumun maddi gelişme yasalarını ve burjuva toplumda çeşitli sınıf ve tabakaların konumlarını inceler ve bu tahlil ertesinde yukardaki sonuca varır. Sonuç itibariyle sınıfsız ve sömürüsüz toplum insanlığın kurtuluşu demek ise, burada bütün değerlendirilmekte ve çoğunluğun çıkarları gözetilmektedir. Çoğunluğun çıkarını sonuna dek gözetebilme yeteneğini içinde barındıran sınıf özel mülkiyete maddi bağımlılığı olmayan proletaryadır. Bu nedenle “proletarya hareketi”nden yana bir “taraflılık” tek yanlılılık değil, bütünün tahlili temelinde yapılmış bir tercihtir. Komünist Manifesto’da bu şu şekilde dile getirilmektedir:
“Daha önceki bütün hareketler, azınlık hareketleri, ya da azınlıkların çıkarına olan hareketlerdi. Proleter hareket, büyük çoğunluğun çıkarına olan bağımsız hareketidir.” (Komünist Manifesto)
Arkadaşın yaklaşımı ise bundan oldukça uzaktır. Onun Marksizmin “taraflılığı”na karşı çıkarken, aksini savunmasına karşın gerçekte “sınıflarüstü” bir pozisyonda konakladığını ikinci yazısından aktaracağımız şu pasajda görüyoruz :
“Ama bizim projemiz, tüm sınıfların çıkarına bir toplumsal dönüşümü hedeflemektedir. Bu yüzden tüm insanlığın çıkarına olan bir dönüşümde tüm insanlara yer vermekten doğal ne olabilir.”
Sınıfsız sömürüsüz toplum projesi “tüm sınıfların çıkarına” bir proje değil, proletarya önderliğinde bütün sınıfların ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir projedir. Bu yolda adım adım ‘mülksüzleştirilen’ mülk sahibi sınıflar buna karşı şu ya da bu oranda şiddetle direneceklerdir. Nihai olarak bütün insanlığın çıkarına olan gelişim, sınıf mücadelesinin gerçekleri, toplumun sınıflara bölünmüşlüğü gerçeği atlanarak bu “dönüşümde tüm insanlara yer vermekten doğal ne olabilir?” şeklindeki bir yaklaşımla gerçekleştirilemez.
Yeniden başa dönecek olursak, proletarya lehine “taraflılık” eşittir “tek taraflılıktır” görüşü yanlıştır. Fakat “tarafsızlık” ya da “sınıflar üstü” pozisyon almak adına öteden beri dile getirilen “Tarafsız siyaset”, “tarafsız bilim”, “tarafsız hukuk” ve “tarafsız sanat” gibi istemler boştur. Sınıflı toplumda “tarafsızlık”ı savunmak, “sınıflarüstü” bir konum almak, niyetten bağımsız olarak, gerçekte egemen olanların tarafında saf tutmak demektir. Tam da marksist taraflılık, proletarya davasına angaje olmak için bilimsellik temel alınmak zorundadır. Proleter kültür bakış açısının “angaje olduğu” için en baştan kendini sınırladığı görüşü yanlıştır. Proleter bakış açısı kendini sınırlamayı değil, bütünü değerlendirebilmek için mümkün olan en büyük ölçüde bütünü tanımayı ve eleştirel bir gözle incelemeyi gerektirir. Bu nedenle “öğrenelim, insanlığın bütün kültür mirasını tanıyalım, eleştirici bir gözle değerlendirelim” görevini en doğru biçimiyle yerine getirebilecek olanlar Marksizm bilimini kendi malı haline getirebilmiş olanlardır.
II. Arkadaşın ikinci tezi “proleter kültür nedir?” arabaşlığıyla sunulmaktadır. Bu başlık ama yanıltıcıdır, çünkü bu bölümde arkadaş „proleter kültür nedir?“i tartışmamakta, bilakis proleter kültürün çıkış noktası alınmasının yanlış olduğuna dair tezlerini ileri sürmektedir. Arkadaş, proleter kültürün siyasetinin temel alınmasının kendisinin yanlış bir sınırlama olduğu iddiasındadır. Yazıda söylenenler kısaca şöyledir:
“Proleter kültürün içinin doldurulmasında zorluklar vardır.” Çünkü proletarya adına konuşan her akım, örgüt vb. bunun içeriğini kendi bakış açısıyla doldurmaktadır. Proletaryanın kültürü denen kültür, –iktidarı elinde bulunduranların, parti yöneticilerinin vb. – ‘proletarya kültürü budur’ biçiminde saptadığı kültürdür ve hiçbir şart altında proletaryanın, emekçilerin, ezilenlerin çıkarlarıyla tam olarak örtüşmeyecektir.’ Ya da bir başka biçimde söylemek gerekirse arkadaşın tartışmaya çalıştığı şey, ‘doğrunun ölçüsü nedir?’ veya ‘doğru var mıdır?’ sorusudur.
Sondan başlıyalım. Proleter kültürün ne olduğunun içeriği bilimsel bir temelde doldurulabilir ve doldurulmaktadır. Bu anlamda bir “doğru” vardır. Diğer taraftan ama, arkadaşın da söylediği gibi, geçmişte ve bugün birçok kişi- örgüt-akım Marksizm adına konuşmaktadır ve bunların her biri proleter kültürün içeriğini kendi yorumlarıyla doldurmaktadırlar. Peki o zaman kimin haklı olduğuna nasıl karar verilecektir?
Burda temel kıstas, doğrunun kıstası, bir düşüncenin egemen olması değil, söylenin ve yapılanın uzun erimde gerçekten de sınıfsız topluma doğru gidişe hizmet edip etmediğidir, pratiktir. fiimdiye kadarki sınıf mücadelesinin pratiğinden çıkarılan derslerden, Marksizm biliminin ortaya koyduğu bilimsel önermelerdir.
Proletarya iktidarının kurulduğu ülkelerde de proleter kültür siyasetini belirleyen komünist partisinin andaki savunduğu siyasetin gerçekten proletaryanın ve emekçilerin çıkarlarına uygun olup olmadığı tartışılmak ve hep yeniden değerlendirilmek zorundadır. Bunda dayanılacak silah ideolojik mücadeledir.
Bu yaklaşımı kendisine çıkış noktası alan Güney, tam da bu nedenle sosyalist Sovyetler Birliği’nde kültür ve sanat politikasının eleştirel bir gözle araştırılması, kazanımların ve hataların değerlendirilmesi, hataların genel siyaset içindeki rolünün tartışılması görevlerini yerine getirmeye çalışmıştır; çalışmaktadır.
III. Arkadaş ‘Doğrunun kıstası nedir?’ sorusuna Marksizmin verdiği şu cevaba katıldığını söylüyor: “‘Doğruluğu ve geçerliliği pratik hayat tarafından kanıtlanmamış hiçbir bilgi bizim için çıkış noktası olamaz!’ denmektedir. Harfi harfine buradaki yaklaşıma katılıyoruz.” Daha sonra ama, uzun uzadıya Marksizmin bu noktada buna uygun davranmadığını ve kendi kendisiyle çeliştiğini anlatıyor. Ona göre Marksizm doğruları araştırmaların sonucuna göre değil, sosyalizmin öngörülerine dayanarak sınar. Ve Marksizmin ne olduğuna hep iktidarda olanlar karar verir. Böyle olduğu için de neyin proleter olduğunun saptanması gerçekte mümkün değildir. Bu görüşler ikinci yazıda da yineleniyor. Aktaralım:
“‹ki tarafın da kabul ettiği şu ortak paydalardan yola çıkılarak tartışma yürütüldüğü şartlarda çok zengin, geliştirici ve sonuç alıcı bir tartışmanın yürütüleceğine inanıyoruz. Bunlar: diyalektik materyalist yönteme sonuna kadar bağlı kalmak. Ve, ‘karşılaştığımız sorunları çözerken çıkış noktamız, “kutsal kitaplar” veya “mutlak doğrular” olamaz! Doğruluğu ve geçerliliği pratik hayat tarafından kanıtlanmamış hiçbir bilgi bizim için çıkış noktası olamaz’ anlayışına sonuna kadar sadık kalmak.
Düşünülen bu yöntem hatasının –araştırma ve değerlendirmelere dayanmadan sonuç çıkarma hatası– Marksizmin oluşturulması aşamasında yapılan yöntem hatasından kaynaklandığını söyledik… Marks bu saptamaları yapmıştır ama buna uygun davranamamıştır. Bunun nedeni de yöntem hatası yapılarak araştırmalarının sonuçlarına dayanmadan, proletaryanın temel alındığı toplumsal devrimlerin çözüm olacağının öngörülmüş olması ve daha sonra temellendirilme çalışmalarına girişilmiş olunmasıdır. Bu durumda da “Bilim adamı” olunduğu zaman, ülkü yoktur, bilimsel sonuçlar hazırlanır ve parti adamı olunduğu zaman da bu sonuçları pratiğe geçirmek için savaşılır. ama bir ülkü sahibi olunduğu zaman bilim adamı olunamaz, çünkü önceden alınmış ve dönülmek istenmeyen bir karar vardır. saptamasındaki durum oluşmuş ve Marksizmin kurucuları çok değerli araştırmalar yapmış olmalarına rağmen esas olarak parti adamı gibi davranmışlardır.
Bu saptamalardan şu sonucu çıkarıyoruz. Yöntem hatasına düşülüp bilim adamı gibi değil parti adamı gibi davranılması şartlarında, doğru kabul ettiğimiz iki şeye sonuna kadar uygun davranamayız. Birinci olarak, diyalektik materyalist yönteme, her şart altında sonuna kadar uygun davranamayız. ‹kinci olarak, “…bu eleştiri hem vardığı sonuçlardan, hem de çatışmaya gireceği muhtemel güçlerden korkmaması anlamında amansız olmak zorundadır.” anlayışına sonuna kadar uygun davranamayız.” (ikinci yazı)
‹lk olarak, bilim adamı–parti adamı–ülkü adamı şeklindeki ayrım üzerinde inşa edilen tezi ele alalım. Bu paragrafta, Marksizmin kurucularının “bilim adamı” olarak doğruları saptadıkları, fakat daha sonra “parti adamı” olarak davrandıkları noktada bilimden uzaklaşmaya yolaçan yöntem hatasına düştükleri, bilimden uzaklaştıkları anlatılmaktadır.
Arkadaş, Marksizmin kurucularının bir “parti adamı” olarak davrandıkları noktada diyalektik materyalist düşünce yönteminden uzaklaştıkları iddiasını ileri sürerken, bu iddiayı temellendirme, somutlaştırma çabasına bir türlü yanaşmamaktadır. Onun gerekçelendirmesi hep yeniden (ikinci yazısında da) tekrarladığı düşünceyle, “taraflılık” ile “çok yanlılığın”, “proletaryanın bakış açısıyla yaklaşma”nın “diyalektik materyalizm”le bağdaşmayacağı iddiasıyla sınırlı kalmaktadır. Böylesine genel iddialarla yürütülen bir tartışmada, bizim de yapabileceğimiz bu iddiaların yanlış olduğunun savunusudur.
Yukarda da söylediğimiz gibi doğrunun ölçütü bir düşüncenin egemen olması değildir. Sınıf mücadelesinin akışı içinde proletarya adına konuşuyor olsa da, yanlış görüşler hakim olabilir ve dünya komünist hareketi tarihinden bunun örneklerini biliyoruz.
Fakat bu problemin kaynağı, arkadaşın iddia ettiği gibi Marksizmin “angaje taraflılığı” vb. değildir ve revizyonizmden ya da “geri dönüş”den bütünüyle kaçınılması mümkün değildir. Bunun bir tek panzehiri vardır, özel mülkiyet düşüncesinin, burjuva düşüncesinin köklü bir düşünce olduğununun bilinçte tutularak ideolojik mücadelenin kesintisiz sürdürülmesi.
Marksist teori sınıf mücadelesinin genel ilkeleri ve bu genel ilkeler doğrultusunda dünya sınıf hareketinin tecrübelerinin değerlendirilmesinin sonucudur. Sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı her yeni sorun, pratiğin dayattığı her yeni sorun sınıf mücadelesinin “ilkeleri” temelinde incelenmek, her yeni durumda teori yeniden sınanmak ve ilerletilmek zorundadır. “Araştırmalarımızın sonuçlarını öngörülerimizin lehine yorumlama eğilimi” şüphesiz yanlıştır ve sonuçta böyle davrananları doğrudan uzaklaştıracaktır. Fakat bunun kaynağı şeyleri, olayları “proletaryanın bakış açısıyla” ele almakta değil, olsa olsa proletaryanın bakış açısından uzaklaşmakta aranmak zorundadır. Böyle bir tehlike vardır. Proletarya iktidarının yozlaşma ve revizyonizmin hakimiyeti tehlikesine karşı kitlelerin bilinç ve örgütlenme seviyelerinin yükseltilmesi görevine sarılmaktan başka garanti yoktur. Bu tehlikenin yüklediği görev budur.
Arkadaş ise tam da bu riskin kabul edilmesinden bir başka sonuç, Marksizmin çözüm olamayacağı sonucunu çıkarıyor:
“Genellikle doğru olarak kabul edilen şeyler, andaki güçler dengesine göre güçleri elinde bulunduranların görüşleri olmaktadır. Dengeler değiştiğinde de doğrular değişmektedir.”
“Tabii Marksist söyleme göre sosyalist devlet de, tüm emekçilerin, ezilenlerin devleti olduğu için bu mülkiyet şekli emekçilerden, ezilenlerden yanadır. Ama bu iddia hiç de doğru değil. Çünkü sermayenin bireysel sahiplenilmesi ortadan kaldırılmış olsa da, yöneticilik konumu yöneticilere bir sürü avantajlar ve avantaj imkanları sunmaktadır. Ve yöneticiler bu avantajları kullandıkları oranda çıkarlarının farklılığı derinleşmekte, sosyal stütülerinin değişmesine paralel olarak da düşünceleri değişmeye başlamaktadır. Sosyalizmde de sanat faaliyetleri, tıpkı kapitalist sistemde sanatın sermayenin çıkarlarına bağlı olması gibi, egemen bürokratların çıkarlarına tabi kılınır. Süreç kaçınılmaz olarak bu noktaya gelir.”
Bu iki paragrafta arkadaş sosyalizmin kaçınılmaz olarak yozlaşacağını ileri sürüyor ve bu ‘kaçınılmazlığı’ o kadar benimsemiş durumdaki ‘egemen bürokratlar’ın iktidarından başka bir şey göremiyor. ‹lk başta şunu teslim etmek gerek: “egemen bürokratlar”ın çıkarlarının korunmasının esas olduğu bir sistem sosyalizm değildir! Bu tespiti yaptığımız noktadan itibaren iktidarın yozlaşmışlığı, revizyonizmin egemenliği sözkonusudur. Yukarda da belirttiğimiz gibi iktidarın yozlaşması tehlikesi vardır. Böyle bir tehlikenin olduğunu kabul etmek ama, yozlaşmanın kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Proletarya iktidarı şartlarında yönecilerin, konumlarından faydalanarak kendi çıkarlarına bir takım avantajlar sağlamaları mümkündür. Buradan da çıkarılacak sonuç ya da görev, bu olasılığın mümkün olduğunca engellenmesi, sınırlanması için tedbirlerin alınması, denetimin sağlanmasıdır. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası döneminde sürekli olarak bu tehlike ve yaşanan olumsuzluklar üzerinde durulmuş, partide ve sovyetlerde bürokratlaşma eğilimlerine karşı mücadelenin önemi vurgulanmıştır. Bunlar, sözkonusu tehlikeyi bizzat kendilerinin de gördüğünü ve üzerine gittiklerini göstermektedir. Fakat bugünden geriye dönüp baktığımızda mücadelenin yeterli olmadığını tespit etmek yanlış olmayacaktır. Sosyalizmin deneyimleri bu açıdan da değerlendirilmek, zaaflar tespit edilerek buradan sonuçlar çıkarılmak zorundadır.
Biraz yukarda yozlaşmaya karşı tek “garanti” kitlelerin bilinç ve örgütlenme seviyesinin yükseltilmesi demiştik. Bu bağlamda da kültür ve sanat politikası son derece önemlidir. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası sürecinde bu alanda büyük atılımlar yapılmıştır. Fakat hata ve zaaflar da vardır. Biz bu değerlendirme temelinde gelecek için ders çıkarılması gerektiğini savunuyoruz. Bizim çıkardığımız en önemli sonuçlardan biri edebiyat ve sanat eserlerinin değerlendirilmesi/yaygınlaştırılması bağlamında mümkün olduğunca en geniş özgürlüğün tanınmasıdır. Bunun için edebiyat ve sanat eserleriyle ilgili olarak yasaklar değil, ideolojik mücadelenin esas alınmak zorundadır. Bu, içerikte sınırın “nelerin olmayacağı”yla çizilmesi, biçimde ise tam özgürlüğün tanınması anlamına gelir. Arkadaş, Güney’in çıkardığı bu sonucun da sorunu çözmeyeceğini düşünüyor ve şöyle diyor:
“Zavallı yazar için, neyin zararlı neyin zararsız olacağını tespit etmenin zorluğu karşısında en kolay yol, hakim görüşlerin dalkavukça savunulması olacaktır. Bu düşkünlüğü göstermeyen sanatçılar eserlerini nasıl ortaya koyacaklar ve halka sunacaktır? Olanaklar, hakim yöneticilerin denetimindedir ve onların onayı dışında bu olanaklar kullanılamaz.”
Pes doğrusu! Herşeyden önce neyi tartıştığımızı bilinçte tutmak zorundayız. Biz koyu faşizmin egemen olduğu bir ülkeyi değil, sosyalizmi tartışıyoruz. Kaldı ki, faşizmin en koyu biçimiyle hüküm sürdüğü dönemlerde bile sanatçılar-yazarlar görüşlerini halka yaymanın imkanlarını bulmuşlardır! Bunu hepimiz yakından biliyoruz. Diğer taraftan ‘dalkavuk yazarlar’da sanırız her çağda ve her ülkede olagelmiştir, sosyalizm şartlarında da böylelerine rastlanacağı büyük ihtimaldir. Onların öne çıkan yetenekleri dalkavukluklarıdır, yoksa yazarlıkları değil, bu da olayın başka yönü…
fiimdi tartışmamıza dönelim. Güney, tam da “yasakçı zihniyete” karşı proletarya diktatörlüğünü açıktan yıkmaya yönelik eserler dışında sanatçının istediğini istediği gibi yaratma özgürlüğüne ve imkanlarına sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Sınırın bu şekilde çizildiği yerde ‘neyin zararlı, neyin zararsız olacağını’ bilemediğinden dalkavuklukta karar kılan “yazar” gerçekten de “zavallı”dır!
Arkadaş, devam ediyor:
“Güney dergisinin güçler dengesine göre andaki tavrı bu. Ama onunla aynı kanıda olmayanlar var. Onlar da sosyalist gerçekçiliği savunuyorlar ama, Güney’in geçmişi değerlendirmesinde katılmadıkları yanlar var. Örneğin A. Zeki Çelik bunlardan birisi. Ona göre Güney dergisinin sosyalist duplumda sanatçılar için tanıdığı özgürlük oldukça geniş bir özgürlüktür. (…) Güney dergisinde güçler dengesi A. Zeki Çelik gibi düşünenlerin lehine değiştiği şartlarda kriterler daha daraltılacak, andaki çizgiyi dar bularlar, güçler dengesinde ağırlığa sahip olmaları durumunda kriterler daha da genişletilecektir. Her üç eğilimden hangisi güçler dengesinde ağırlıklı duruma gelirse gelsin sonuç nihai olarak değişmeyecektir. Meta işleyişinin zorunlu sonucu olarak her durumda da yozlaşma kaçınılmaz olacaktır.”
Ve böylelikle yeniden başa dönmüş oluyoruz. Güçler dengesinin değişebileceğini (yukarda da söyledik) kabul ediyoruz. A. Z. Çelik Güney’in getirdiği eleştirilere karşı sosyalist Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları esasta doğru yaklaşım olarak savunur durumdaydı. Sosyalizm şartlarında bu görüşün hakim olması –evet, “sanatçıların istediklerini istedikleri gibi yaratma özgürlüğü” bağlamında çok daha büyük sınırlama getirme olasılığını içinde taşımaktadır. Biz bunun sonuçlarını doğrudan Sovyetler Birliği’nde yaşanan pratikle bağ içinde tartışmaya, bu konudaki hataların yolaçabileceği tıkanıklığı göstermeye çalıştık. Ve bu tartışmayı biz akademik bir “geçmiş tartışması” derekesinde ele almadık, bizzat bugün ve gelecek için sonuçlar çıkarmayı kendimize görev bildik. Tabii ki, güçler dengesi değişebilir ve dün çatıştığımız görüşler yarın hakim duruma gelebilir… (fiimdi hakim duruma gelmemesi için ideolojik mücadelemizi sürdürüyoruz.) O zaman da yanlış bulduğumuz bu görüşlere karşı ideolojik-siyasi mücadelemizi farklı bir noktadan sürdürürüz. Sorun bizim açımızdan böyledir. Arkadaşın tersine, yanlış görüşlerinin hakim olmasını kaçınılmaz vb. olarak görmüyoruz, bu olasılığa yol açmamak için ve geçmişin yanlışlarından arınmak için ciddi bir biçimde yanlışların üzerine gitme görevimizi yerine getirmeye çalışıyoruz. Arkadaş ise, bu tartışmayı Marksizmin çözüm olmadığını anlatmak için kullanıyor.
Sovyetler Birliği’nde yaşanan geri dönüşün Marksizm adına konuşan bir dizi akımı sorunu Marksizmin kendisinde aradığı ve sonuçta Marksizmden vazgeçtikleri olgudur. Arkadaş bunlardan kendisinin ayrıldığını söylemesine karşın, yazılarında ortaya koyduğu görüşleriyle aynı pozisyonda konaklamaktadır. O, Marksizmin eleştirisi temelinde vardığı bir alternatifin, “Güneş Dünyası Projesi”nin propagandasını yapmaktadır:
“Biz bu soruyu, önyargılı olarak Marksizmi mahkum etmek için sormadığımız gibi; yine önyargılı olarak Marksizmi savunmak için de sormadık. Aradan 150 yıl geçmesine rağmen Marksizmin öngördüğü toplumsal dönüşümün oluşmamış olması –pratiğin sınavından geçmemiş olması– bazı şeylerin köklü olarak ele alınması gerektiği düşüncesinin oluşmasını sağladı. Gelinen aşamadaki gelişmişlik düzeyinin –bir anda meta ilişkilerinden kurtulunarak, hersekin ihtiyacına göre tüketim yapma olanağını sağlayacak sistemin kurulmasına olanak sağlamasının mümkün olduğunun bilince çıkması, alternatifin olabileceği– avantajlarının bilince çıkarılmasından sonra rahatça yukarıda değindiğimiz kısıtlamalardan kurtulmanın yolları açılmış oldu.” (ikinci yazı)
“Aradan 150 yıl geçmiş olmasına karşın Marksizmin öngördüğü toplumsal dönüşümün oluşmamış olması” düşüncesi dünyada “sınıfsız sömürüsüz toplumun” (komünizmin) egemen olmadığı şeklinde yorumlandığında doğrudur. Fakat buradan yola çıkarak basitçe “öngörülen toplumsal dönüşüm oluşmadı” diyerek kestirip atmak yanlıştır. Marksizmin “öngördüğü toplumsal dönüşüm” sosyalist Sovyetler Birliği’nde proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizmin inşasında yaşanmıştır; ‹kinci Dünya Savaşından sonra “Doğu Bloku” ülkelerinde yaşanmıştır vb. Modern revizyonizmin egemenliği sonucu bu ülkelerde sosyalizmin kazanımları adım adım yokedilerek çöküşle tamamlanan bürokratik devlet kapitalizmine evrimlenmiştir ve bu proletarya açısından ağır bir yenilgi olarak değerlendirilmek zorundadır. Fakat bu olgudan yola çıkarak diğer gerçeğin üzerinin küllenmesine, proletaryanın kazanımlarının küçümsenmesine, gözden çıkarılmasına izin verilemez. Arkadaş, tam da bu olguları atlıyor. Atladığı ama salt bu değil, kendi geliştirdiği “alternatif”ini bize sunarken “gelinen aşamadaki gelişmişlik düzeyinin –bir anda meta ilişkilerinden kurtulunarak, herkesin ihtiyacına göre tüketim yapma olanağını sayğlayacak sistemin kurulmasına olanak sağla”dığını iddia ederek ‘sosyalizmin inşası dönemi’ni ya da ‘proletarya diktatörlüğü dönemi’ni de atlıyıveriyor(!) Alternatif, ‘tüm sınıfların çıkarına olan bir dönüşüm’ ve ‘bu dönüşümde tüm insanlara yer vermek’ olunca, proletarya iktidarının, proletarya diktatörlüğünün düşmesinden (atlanmasından) doğal bir şey de olamaz elbette!
“Gelinen aşamadaki gelişmişlik düzeyi”nin “bir anda meta ilişkilerinden kurtulunmasının olanağını” sağladığı iddiası nereden bakılırsa bakılsın sakattır. Kaldı ki, “Gelişmişlik düzeyi”nde baz alınanın ne olduğu da açık değildir? En gelişmiş kapitalist ülkeler mi? O zaman geri ülkelerde durum nedir? Bayrağında “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” yazan bir toplum sisteminin inşası salt herkesin ihtiyacını karşılayacak üretimin örgütlenmesine mi bağlıdır? Sorular çoğaltılabilir… Fakat bunlar tali sorunlardır. Sorunun esası arkadaşın önerdiği Marksizme “alternatif toplumsal dönüşüm projesi”nde ifadesini bulmaktadır:
“Ama bizim projemiz, tüm sınıfların çıkarına bir toplumsal dönüşümü hedeflemektedir. Bu yüzden tüm insanlığın çıkarına olan bir dönüşümde tüm insanlara yer vermekten doğal ne olabilir. Aksi yapılsa tutarsızlık olur.” (‹kinci yazı)
Marksizme alternatif olarak ileri sürülen tüm sınıfların çıkarına bir toplumsal dönüşüm projesinin, “tarafsızlık” ya da herhangi bir sınıfın yararına “angaje olmamak” önerisinin bizzat kendisi çözümsüzlüktür. Ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülenlerin aralarındaki sınıf çıkar karşıtlıklarını bir yana bırakarak, “insanlığın yararına” tüm sınıfları ortadan kaldırmayı hedefleyen “ortak bir dönüşüm” projesinde yeralamaları istemi idealizmdir. Bayrağında ‘herkesin yeteneğine göre, herkesten ihtiyacına göre’ yazılı olan komünizm sınıfsız sömürüsüz toplumdur. Bu toplum özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını hedefler. Özel mülkiyete sahip olan, özel mülkiyete tapan sınıflar komünizmi hedefleyen dönüşüm projesine karşı sonuna kadar direnecektir. Dolayısıyla burjuvazi kısa ve uzun vadede kendi çıkarına aykırı olan böylesi bir dönüşüm projesi içinde proletarya ve diğer ezilenlerle birlikte yer alamaz. Yer alıyorsa eğer, o “dönüşüm projesi” ezilenlerin değil, ezenlerin çıkarınadır ve sonuçta gerçek bir “dönüşüm” değildir.