(Bürokrasi çok ağır işliyor bu memlekette. Avukatım hala hakkımda çıkarılan tahditlerden bahsediyor.
Bu tahdit kelimesi de bana hep tehdidi çağrıştırıyor. Birinden kurtulurken, hiç gitmediğim başka bir kentte, yeni bir ‘tahdit’ çıkıyor ortaya. Dönüş tarihimi erteliyorum hep. ‘Gelme’ diyorsun. ‘Biraz daha bekle, sık dişini.’ ‘Gelme’ diyor avukatım. Babam ‘gelme’ diyor, ‘hava hala dumanlı, o uğursuz eylül sabahından beri.’)
Aralık soğuğunu hissettim bu gün. Yarı açık cezaevimde gün sayıyor gibiyim. Sürgünde yaşadığım ülkede, başkent yakınlarında, küçük, şirin bir kasabaya geldim. Kasabayı boydan boya dolaşan bir kanal ve üzerinde salınarak gezinen nazlı beyaz kuğular, henüz yitmeyen sonbahar renklerine yaşam veriyor. Günlük yaptığım yürüyüşlerde, kanalın küçük ahşap köprülerinin üzerinde duruyor, kızıllaşan sonbahar yapraklarının suya düşüşünü, suda salınışını ve sudaki aksimi seyrediyorum… Sanki sonbahar hiç bitmeyecek, doğa sonsuza değin kızıl, vişneçürüğü, sarı ve kahverenginin tüm tonlarıyla kalacak.
Yaprak toplayıcıları çalışıyor. Sırtlarında elektrikli süpürgeye benzer bir alet, düşen yaprakları topluyorlar. Kimi ağaçların iyice dökülmüş saçları. Kimi ise kış çıplaklığına direniyor. Her gün azar azar soyuyor giysilerini. Sonbahar yaprakları süslüyor caddeleri, kaldırımları, yeşilini korumaya çalışan çimenleri. Rüzgâr çıkıyor bazen, yapraklar uçuşuyor havada. Geçenlerde kar atıştırdı. Ama ardından bastıran yağmur, karı yendi. Bekliyorum, sonbahar renklerine, kış mevsiminin simgesi olan kar beyazının katılmasını.
Bekliyorum seni… Yani hayatı…
Zaman akıp giderken aramızdan, yıllara meydan okumaya çalışıyorum. Son günlerde bakmıyorum aynalara. Yüreğimin dinmeyen sızısını dinlemiyorum. Kabuslarımı anımsamıyorum sabahları. Seni düşünüyorum. Seni canlı korumalıyım usumda. Cansız suretlerine bakmıyorum o nedenle. Sen bendesin ya, ben sende. İşte o görkemli bütünleşme anlarımızı, şiirli, şarkılı söyleşilerimizi düşünerek, yaşatmaya çalışıyorum senli anıları. Kimi geceler uyku gözkapaklarımı yorup, istemeden yatağa uzandığımda, seni gün içinde düşünmediğimi, seninle ilgili bir anımı yeniden yaşamadığımı fark edip dehşete düşüyorum. Seni düşünmezsem yitireceğimden korkuyorum, belleğimden kayıp giden onlarca fotoğraf gibi…
Uzun yürüyüşler yapıyorum her gün. Kasaba merkezinde bir kahve-barda mola veriyor, ayakta içiyorum kahvemi. Bazen de, boş bulduğum bar taburelerine tünüyorum. Kahveci güzellerinden gülücük alıyorum hep. Müşteriye gösterilen zorunlu nezaket gülümsemesi değil bu. Büyük kentlerde, kendimizi anonim hissettiğimiz kalabalıklarda göremeyeceğimiz, yeni bir yüz keşfetmenin heyecanı ve bu yüzü çekici bulmanın ifadesi olan içten tebessümler. Bana memleketi yani seni çağrıştıran, taşra kokan, naif gülücükler. Kimi zaman barda kahvemi yudumlayıp, günlük gazetelere göz atarken, barın gediklilerinden biri veya kahveci kadın laf atıyor. ‘Bugün hava çok soğuk değil mi’ ya da, ‘Gördünüz mü doğalgaza zam geliyormuş’ v.b. Genellikle sohbeti uzatmıyor, kesik yanıtlar veriyorum. Onlar da aksanımdan yabancı olduğumu anlıyor, bu kez nereli olabileceğimi ve bu kasabada ne yaptığımı merak edip, sorguluyorlar. Taşra kahvelerinde yeni bir yüz. Gizemli bir adam. Merak işte; insanları birbirine iten güdü, aşkın barutu. Ah ne yazık.. bende kalmadı.. tükettim senden uzakta…
Her sabah, ayrı bir kahvede veriyorum molamı. Hiç bir yere ve hiç kimseye alışmak istemiyorum. O kadınları beğenmediğimden değil. Tersine beğendiğimden. Ve canımın çekip başımın döneceğinden, yani korkumdan da olabilir. Bu kendimi dış dünyaya kapatma da sayılabilir. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın. Sonuç bu. Bıkkınlık. Bu ülkeden bıktım. Gitmeliyim artık. Bu kasabada geçici arkadaşlıklar bile aramıyor, yalnız başıma gün sayıyorum. Bu ülkeyle, buradaki hayatla, seslerle, kokularla vedalaştım. Yıktım köprüleri. Kalamam, kalmamalıyım.
Evet sevgili. Yakında terk edeceğim, bu bir zamanlar heyecanla her kentini, her köşesini keşfetmeye çalıştığım ülkeyi. Özellikle başkentin her sokağında anılarım var. Keşkelerle dolu anılar.
Öyle sanıyorum ki ben, bundan sonra kimseye ait olamam. Ve hiçbir yere. Ve bu ruh hali sadece bana özgü değil. Sadece benim çılgınlığım değil. Sürgünlerin ortak hastalığı.
Biliyorum, istemeden mola verdiğim bir limandayım. Oysa nasıl isterdim senin yaşadığın kentte konaklamayı. Ah nasıl isterdim, kış soğuğuna karşın, kanal üzerinde, sonbahar yapraklarıyla birlikte, şu nazlı kuğular gibi süzülüp sana ulaşmayı. Sadece seni anımsayarak sana gelmeyi.
II
(Avukatım aradı senden sonra. Söylediklerini onayladı. Yakında müjde verecekmişsiniz bana. Tehditler, pardon tahditler bitmiş. Temiz kâğıdı yoldaymış. Bu kaçıncı müjde olacak. Af çıktı müjdesi. Yok, tam af değil, infaz affıymış, kaçak siyasileri kapsamıyormuş, yok, zaman aşımı siyasi suçlar için on yıl değil, yirmi yılmış. Her yıl başka engel. Her yıl yeni bir hüsran. Kim kimi affediyor. Ya ben, ya biz affedecek miyiz o güzelim eylül ayını uğursuz kılanları…)
Şarap kadehim devrildi birden. Yıldırım hızıyla uzattım elimi. Havada yakalamaya çalıştığım kadeh, yer çekimine uyarak kayıp gitti avuçlarımın arasından. Uğursuz bir gün dedim kendime. Reflekslerim zayıflamış. Ben ki, ya havada yakalardım düşürdüğüm bardakları ya da ayağımla hızını keser, kırılmasını engellerdim. Heyhat gel gör ki, bu gün ne düşen kadehi tutabildim, ne de kırılıp, şarabın yerlere dökülmesini engelleyebildim.
Üzülecek ne denli olay var yaşamda. Şarap gitti. Bardak kırıldı ve halı kirlendi. Her yer şarap lekesi. İşte kahrolası bir alışkanlık daha. Eş dost ne der kaygısı. Ne derlerse desinler. İyi ama şu lanet olası evde yalnız yaşamıyorum ki. Yalnız yaşamayan insan özgür olamıyor işte. ‘Sanki yalnız yaşayanlar özgür mü’ dediğini duyar gibiyim. Yalnız yaşasak da ev kirası ödemeye mahkumuz ve elektrik faturası. Polis olmasa da, konu komşu denetimi, otokontrol ve otosansür gerilimi. Dolaylı dolaysız ne fark eder. Hep denetim altında yaşıyoruz. Bu ‘çok uygar, çok özgür’ ülkede akşamları saat ondan sonra radyonun sesini kısıyor, ağız dolusu gülmeyi, türkü söylemeyi, yüksek sesle şiir okumayı yasaklıyoruz kendimize. Bir komşu, kibarca gelip uyarmak yerine, bizi polise ihbar edebilir diye endişeleniyoruz…
Sahi hiç düşünmemiştim gece yarısından sonra sevişmenin de suç olup olmadığını. Yarın gidip bir hukukçuya sorayım, sevişirken bağırmak, inlemek, ağlamak suç mu diye. Hangi fantezilere izin var, hangisine yok. Sanırım belli bir saatten sonra, sadece el ve ağız bağlama fantezisine izin veriyordur devlet. Varoşlarda, sosyal konutlarda durum farklı. Oralar ‘Avrupa’ değil zaten; Asyalı, Afrikalı göçmenlerin nara atıp, kadınları, çocukları dövüp yaşadığı kurtarılmış mahalleler. Yani anlayacağın sevgili, ne göçmenlerin, ne Avrupalıların arasında hayat hakkı yok bize. Bu dünyadan kopuyoruz. Yeni dünyalar da uzak bir düş. Ne olacak halimiz. Ne olacak. Bu soruyu sormaktan da yorulduk.
Zaman akıp gidiyor. Ve biz her geçen gün başka insanlar oluyoruz. Anlıyor musun korkularımı sevgili? Ben bıraktığın yerde değilim. O uğursuz eylül sabahında vedalaştığın adam değilim artık. Sen de aynı kadın değilsin. Bunu bilmemize rağmen, çılgın bir tutku bizi birbirimize çekiyor, sonu ne olursa olsun yaşanması gereken. Belki de şairin dediği gibi, ‘Ben sana mecburum.’ Sen bana mecbursun.
Ya ne diyordum, nerelere geldim.
Sahi sen bir enstrüman çalmasını öğrendin mi görmeyeli. Ya da yeni bir şiir, türkü belledin mi? Halk oyunları belki. Ya da Latin dansları. Şimdilerde modaymış ya memlekette. Yani bir yenilik var mı senin cephede. Ben yoruldum yaşamaktan. Nefesim azaldı. Yıldızlara çıkmamız için nefesine ihtiyacım var. Bana bir şiir oku. Ya da şarkı söyle. Gitar çal, keman çal veya akordeon. Ya da dans et. Bir el ver bana. Çok geç olmadan.
Elin, elime değerse belki canlanırım… Sesin, sesime değerse belki şiir dökülür dudaklarımdan… Bedenin bedenime değerse belki… Belki yeniden yakalarım düşen kadehleri… Ve seni… Yani hayatı…
Adil OKAY