(Tek Kişilik Oyun — Sahneye Uyarlayan: Ali Şenol)
İTALYAN YAZAR — (Elinde valizi, başında fötr şapkası ile sahneye girer. Şapkasını masaya koyar, çevresine araştıran gözlerle bakar.) Ben bu kentte yaşıyorum. Yeryüzünün dört bucağına akla gelen bütün yollarla bağlanmış bu kentte, Roma’da…
Çoğunuz bizim bu Roma’yı kartpostallardan tanırsınız. Tarih ve coğrafya kitaplarına basılmış fotoğraflarını görenleriniz de vardır elbette. Nasıl bir yer bu Roma? Gözünüzün önüne getirin: Taşlarında Sezarların, lejyonların kabartmaları… Yol boylarında, alanlarda, parklarda, kimi yapıların üstlerinde gelip geçenleri gözetleyen yaşlı heykeller… Kenarlarını fareler yemiş kocaman bir eleğe benzeyen Colosseum… Petrus kilisesi, kilisenin önündeki o kocaman alan, alandaki tombul güvercinler… Suları ile birlikte pek çok insanın, yaşlı dul kadınların, genç kızların, işsizlerin düşlerinin akıp gittiği Dilek Çeşmesi… Bir de… bir de Palazzo Venezia Sarayı, bu sarayın balkonu ve bu balkonda geniş suratındaki ağzı bir karış açık, sağ eli kalın, yaglı kalçasında, sol eli havada öylece donakalmış Mussolini…
Fakat bu kartpostallar Roma’sına benzemeyen bir Roma daha vardır. Onun ne bu fotoğraflarını çekerler, ne kartpostallarını satarlar.. Bu ikinci Roma’nın adı, Kartieri Popolari… Sizin dilinizle… Çünkü ben sizin dilinizi de öğrendim, öteki tüm Asya dillerini, Afrika dillerini de öğrendim. Ne yapacaktım bundan başka? Bana kendi ülkemde, kendi dilimi kullandırtmıyorlar ki… Kartieri Popolari, sizin dilinizle, Halk Mahalleleri…
Burada evler, Amerika’ya göç edememiş bir İtalyan işsizinin umutsuzluğuna benzer. Buranın karanlığı terlidir, yapışkandır, kokusu ağırdır. Bu mahalleler boyalı kartpostallar için gerekli ışığı gün ortasında bile bulamazlar. O yüzden de ne coğrafya kitaplarına girerler, ne de güzel, tarihi manzaralar meraklısı yolcuların çantalarına…
Ama bu mahallelerde oturanlar, devletin hapisaneleri, vergi daireleri, polis karakolları için çok gereklidirler. Yoksa devlet, hapisaneleri, karakolları için gerekli insanı nereden bulsun? Vergiyi kimden alsın? Eh, zaten bu insanlara da devletin dışında her şeyin değersiz olduğu bir güzel anlatılmış, belletilmiştir.
(Elindeki kalın kitabı göstererek) İşte, burada, bakın. Kızını İtalya’nın en zengin, en rahat delikanlısı Konte Ciano ile evlendiren ve kendisi Prens Torlanya’nın armağanı Villa Torlanya’da oturan büyük idealist Sinyör Mussolini, İtalyan Ansiklopedisi’nin “F” harfinde faşizmin ne olduğunu o insanlara şöyle anlatıyor(Kitaptan okur):
“Faşist, rahat yaşama hor bakar. Yeryüzünde mutluluğun mümkün olacağına inanmaz.”
Banka Komerçiale’de direktörlük ve İtalyan finansına Sezarlık eden Lehli Töplitz’in en yakın dostu İl Duçe Benito Mussolini, yine “F” harfinde, “Faşizmde her şey devlet içindir,” diyor, “Devletin dışında manevi veya insani hiçbir şey yoktur, herşey değersizdir.”
Yalnız Roma’nın Halk Mahallelerinde değil, bütün İtalyan kentlerinin Halk mahallelerinde karınları kaburgalarına yapışmış binlerce aç orospu işte böyle yetiştiriliyor. Roma’nın o kartal gibi ağır, koyu Halk Mahallesine, Garbatella’ya geldiğimde bana üç katlı evi gösterdiler. “Orada kiralık oda bulabilirsin,” dediler. Beğendim burasını. Öteki odalardaki komşularım yoksul öğrenciler, faşizmin yüceliğini anlamamış bilginler ve artistler, bekar işçiler…
Az önce siz buraya gelmeden, beni buraya çıkaran kapıcı kadına, “Kim kaldı benden önce bu odada? Kimdi benden önceki kiracınız? diye sordum.
Kadın, kaba etine iğne batırılmış gibi silkindi, kuşkulu gözlerle yüzüme baktı: “Size söylemediler galiba,” dedi, “İki gün önce tutuklayıp götürdüler onu.”
“Kim? Niye”
“Habeşistanlıydı o,” dedi kadın, “Oranın Galla boyundanmış. Zenciydi, putperestti. Bu odayı bir yıl önce kiraladı. İtalya’ya resim öğrenmek için gelmiş.”
Şaşkınlığım hala geçmedi üzerimden. Sen tut, yerini yurdunu, ananı babanı, varsa, karını çocuklarını Habeşistan’da bırak, resim öğreneceğim diye buralara gel… Sonra… Kadın, odayı kiralamaktan vazgeçeceğimi sandı, üzüntüyle:
“Ama Sinyör,” dedi, “Bir güzel süpürdüm, sildim odanızı. Karyolanın demirlerini bile lizolledim!”
“Tamam, tamam,” dedim, “Tutuyorum odanızı.”
Bu kez kadın şaşırdı. Hatta baskına uğrayıp içinden bir adam götürülmüş bu odada yaşamaktan korkmadığım için gözünde kahraman bile kesildim.
Düşünüyorum: Demek, biraz sonra, sırt üstü yatacağım bu karyolada, o Gallalı delikanlı bir yıl yatmış. Onun kara kıvırcık saçlı başını koyduğu şu yastığa, akşam olunca ben, saçları seyrelmeye yüz tutmuş yarı dazlak kafamı koyacağım. İşte, kapıcı kadının yukarıdan aşağı lizollediğini söylediği koryolanın demirlerinde onun koyu pembe, yumuşak avuç içlerinin yeri duruyor. Tavanda şu tahtadaki budağa onun da gözleri ilişmiştir. Dirseklerimi dayadığım bu masaya, hem de masanın tam burasına, o da kara abanoz dirseklerini dayamıştır. Belki dün gece kurşuna dizilen, belki bu gece kurşuna dizilecek olan bir adamın, içinde bir yıl soluk aldığı, kımıldadığı, düşündüğü, şarkı söylediği bu odada ben yalnız değilim.
Ne sevdim onu birdenbire! Oğlum benim! Sana sınırsız saygı duyuyorum. Yıllarca beraber düşünmüş, yan yana dövüşmüş, bir ağızdan şarkı söylemiş gibiyim seninle.
Habeşistan, Habeşistan! Yarı müstemleke memleket! O, oğlum, bu yarı müstemlekenin müstemlekesi Galla’dan bir zenci! Ben, kara gömlek giymiş emperyalizmin ak derili yerli kölesi!…
Ben anamın yüzünü görmedim. Beni doğururken ölmüş. Bu zenci delikanlının da yüzünü bilmiyorum. O, bu kapıdan ölüme götürülmüş. Ben de o kapıdan, aynı kapıdan içeri girdim. Şimdi çok iyi anlıyorum, o, bana anam kadar yakındır.
Bu kadar yakınımda, yanı başımda, görünmez ellerinin havada görünmez yapraklar gibi kımıldadığını duyduğum bu adamdan gözle görülür, elle tutulur bir şeyler kalmıştır, mutlak kalmıştır. En açıkgöz baskınlarda, araştırmalarda bile, en umulmadık yerlerde, en çok ele geçirilmek istenen bir şey kalır çünkü, mutlak kalır.
(Hırsla orayı burayı araştırır, çekmeceleri karıştırır. Kendi kendine söylenir.) Gazeteler, gazeteler… Eski gazete kağıtları… (Elinde bir tomarla masaya oturur. Tomarı açar, kağıtları ilgiyle gözden geçirir) Habeş diliyle yazılmış bunlar… İyi ki vaktiyle öğrenmişim o dili… İtalyanca’ya çevirsem, yayımlayamam. Yasak bana kendi dilim. En iyisi, Türkçe’ye çevirip Türkiye’ye, Nazım’a yollamak. Nazım, Nazım!
NAZIM HİKMET — Kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için Asya, Afrika dillerine merak saran İtalyan arkadaşın gönderdiği paketten, o Habeşli delikanlının karısı Taranta Babu’ya yazdığı mektuplar çıktı. Mektuplardan bazıları eksik. Ara yerden kağıtlar kaybolmuş.
Ben, Taranta-Babu’ya yazılmış bu mektupları soluksuz okudum ve çok sevdim. Delikanlıyı da, karısı Taranta-Babu kızı da… Çocuklarım benim!
Son mektubu bitirdiğim vakit, dışarıda gün ağarıyordu. Tepemde sallanan elektrik ampulünün yaldızlı ışığı, kanı çekilmiş gibi boyasını kaybetti. Lambayı söndürdüm. Üç gün üç gece yol yürümüşüm gibi yorgundum. Yatağa gittim. Elimde Habeşli delikanlının karısı Taranta-Babu’ya yazdığı, fakat gönderemediği, göndermiş olsaydı bile, göndermiş olsaydı bile, Taranta-Babu’nun –okuma yazma bilmediği için– okuyamayacağı mektupları ile uyuyakalmışım. Yastığımda delikanlının kara kıvırcık saçlı kafası vardı.
Ben bu mektupları hemen o günlerde kitap haline getirdim. Kitaba “İtalya’da Bir Habeş Delikanlısı” adını koydum. Kitabın bir parçası “Ayda Bir” adlı derginin 1 Ekim 1935 tarihli 2. sayısında yayımlandı. Hatta dergi, yayımlanan şiirin sonuna “Bu yazı, Nazım Hikmet’in yakında çıkacak olan ‘İtalya’da Bir Habeş Delikanlısı’ adındaki kitabındadır” diye bir açıklama koydu. Bunu duyan İtalyan Büyükelçisi, kitap daha basımevinde iken, hükümete başvurmuş. Kitabın dizgisi hemen durduruldu. Böylece kitabım o adla yayımlanamadı.
Şimdi Habeşli delikanlının karısı Taranta-Babu’ya mektuplarını yeniden yayımlıyorum. Bu sefer kitabımın adı, “Taranta-Babu’ba Mektuplar”dır. Ama bu mektupların matbaa harfleriyle basılmış, biçime sokulmuş, kitaplaştırılmış halini ne o delikanlı, ne Taranta-Tabu, ne de kendi ülkesinde kendi dilini kullanamayan İtalyan arkadaş görecek. Hiçbiri göremeyecek. Neyse canım… Hey, delikanlı! Gel de oku bakalım şu mektuplarını…
HABEŞLİ DELİKANLI —
TARANTA -BABU’YA BİRİNCİ MEKTUP
Babasının yirmi beşinci kızı
benim üçüncü karım,
gözlerim, dudaklarım
TARANTA BABU
Sana bu
mektubu
içine yüreğimden başka bir şey komadan
yolluyorum
Roma’dan
Bana darılma sakın
şehirlerin şehrinden sana gönderecek
kendi yüreğimden daha akla yakın
bir hediye
bulamadım
diye.
TARANTA-BABU;
onuncu gecemdir ki bu
başımı gümüş yaldızlı kitaplara sokuyorum
okuyorum
doğuşunu
Roma’nın.
Önde sıska dişi bir kurt
arkada tombul ve çıplak
REMÜS’le ROMİLÜS
dolaşıyorlar içinde odamın.
Ağlama TARANTA – BABU.
Bu ROMİLÜS
UAL – UAL çarşısında
güpegündüz
senin o incir memeli kız kardeşini
altına alan
mavi boncuk tüccarı Sinyor ROMİLÜS
değil
ilk Romalı, kıral ROMİLÜS…
Not: Birinci mektubun burasında bir atlayış var. Belki ara yerden bir kaat kaybolmuş. Fakat aşağıdaki satırlarla ilk Romalı Kıral Romilüs’ü Taranta – Babu’ya anlatmak istediği belli:
Dalgalar
birbirlerini devire devire,
Dalgalar
döverdi Korsika kıyılarını
haykırdıkça açık denizlere
Antium yamaçlarından, o,
çalardı yere
ne zaman
göğe kaldırsa elini.
Sanki babası boksür Karnera’ydı,
anası başbakan Musolini.
Not: Mektubun buradan aşağısı yine eksik. Fakat anlaşılıyor ki, Romilüs’ün tarifinden sonra Taranta – Babu’ya Roma’nın kuruluş efsanesi anlatılıyor.
REMÜS ve ROMİLÜS…
İkizleri Silvia’nın…
Venüs’ün torunları…
Bakılmadan
gözlerinin
yaşına,
karanlık bir gece bir dağ başına
fırlatıp
attılar onları…
Ne
alınlarında defne,
ne bacaklarında donları…
Ve daha o zaman
Habeşistan’a yeşil boya
vurulmadığı için
ve BANKA di ROMA
daha kurulmadığı için,
ROMİLÜS’le REMÜS
bir sabah erken
dağda düşünürlerken:
–“Şimdi biz
ne haltederiz,
diye, burada?”
Rasladılar yavrulu bir dişi kurda.
Yavruları vurdular.
Ana kurdun sütüyle
karınlarını bir temiz doyurdular.
Sonra gidip
Roma’yı kurdular.
Kurdular ama
iki adama
dar geldi Roma.
Ve bir akşam
bilmeden geçti diye
şehrin sınır taşını
çekince kopardı ROMİLÜS
kardeşi REMÜS’ün başını…
İşte böyle TARANTA – BABU…
Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu:
temelinde Roma’nın
dişi kurt sütüyle dolu kovalar
ve bir avuç kardeş kanı var…
TARANTA – BABU’YA İKİNCİ MEKTUP
Boynunda mavi maymun dişinden
üç dizi gerdanlık taşıyan,
kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında
ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşıyan,
sözleri sözlerimin
gözleri gözlerimin bakır aynası,
üçüncü kızımın
ve beşinci oğlumun anası
TARANTA – BABU!…
Aylardır
kalmadı çalmadığım kapı.
Sokak sokak
yapı yapı
adım adım
Roma’da
Roma’yı aradım!…
Burda artık
büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi
kesmiyor;
Floransa’da rüzgar esmiyor!…
Ne Dante Aligeri’den şarkılar,
ne Beatriçi’nin nakışlı yüzü var,
ne Leonardo da Vinçi’nin öpülesi eli!…
Mikel Ancelo
müzelerde pırangalı bir kürek mahkumudur.
Ve sapsarı boynundan
bir katedral duvarına asmışlar Rafael’i!.
Roma’nın büyük
Roma’nın geniş caddelerinde bugün;
dayamış sırtını betonarme bankalara,
çifte başlı bir balta gibi duran
yalnız bir kara
yalnız bir kanlı gölge var:
Her adımında bir
esir
başı vuran,
her adımında bir mezar
açıp
geçen
SEZAR!…
Roma!
Kovadis Roma?
diye sorma!
Bizim oraların güneşi gibi aydın
ve ortada bu!
Sus TARANTA – BABU!
Sevgiyle
saygıyla,
gülerek
haykırarak
sus!…
Dinle bak:
zincirlerini kırıyor
Roma’nın varoşlarında SPARTAKUS!…
TARANTA – BABU’YA ÜÇÜNCÜ MEKTUP
Papa XI’inci Pi’yi gördüm Taranta – Babu;
bizim kabilenin
büyük sihirbazı neyse
burada o da, bu.
Yalnız
bizim sihirbaz,
üç başlı mavi şeytanı
Harar dağları ardına kovmak için
para almaz.
Kurbanlık yaban eşekleriyle
yılda iki yük fildişi yığını
kapatır onun
bütçe acığını.
Oysa ki, Sa sentede
Papa
bütçesini yaban eşekleriyle kapa-
-tamaz.
Adamcağızın
kara cübbeleri altın işleme haçlı elçileri
ve kısa donları ponponlu askerleri var.
O onların
onlar onun
eline bakıyorlar.
Papa XI’inci Pi’yi gördüm Taranta – Babu!
Korporatif bir heyecanla dudaklarını satan
ve yarım lirete yarım saat yatan
cennet İtalya’nın hür vatandaşlarından bir kadın,
Papa bağışlasın diye günahını etin
yarısını verip yarım liretin
satın almış da bir resmini hazretin
başucunda asmıştı bir yere.
Baktım:
ne Azizlerden Jorj’a benziyor
ne Sen Piyer’e.
Onların altın gözlükleri yok
taranmamış
yağlı uzun sakalları vardı…
Bunun
taranmamış yağlı, uzun
sakalı yok,
fakat altın gözlükleri var.
Papa XI’inci Pi’yi gördüm TARANTA – BABU!
XI’inci Pi
yumuşak tüylü kara koyunlar otlatan
bir çoban
gibi
taçlı ve taçsız kralların otlağında
ruhları otlatıyor.
XI’inci Pi
ki
bir ahırda babasız doğanın vekilidir,
Meryem’e yakın olmak için
nefsi nefsine edip işkence
her gece
mermer sütunlu bir sarayda yatıyor.
TARANTA – BABU’YA DÖRDÜNCÜ MEKTUP
İtalya’nın
nakışlarında güneşler oynaşan ipekli şalları,
Pomperi yollarında kara katırların nalları,
boyalı kutusunda Verdi’nin yüreği atan
laternası
ve ala düdük makarnası
kadar
faşizmi de meşhuuuuurdur
TARANTA – BABU.
İtalya’da faşizm
Emilialı büyük toprak kontlarının asalarından
ve Romalı bankerlerin kasalarından
geçip
İL DUÇE’nin dazlak kafasında dank demiş
bir nuuuurdur
Taranta – Babu.
Bu
nur
yarın
inecektir üstüne
Habeş ovalarında mezarların.
TARANTA – BABU’YA BEŞİNCİ MEKTUP
Görmek
işitmek
duymak
düşünmek
ve konuşmak
koşmak alabildiğine
başı dolu
başı boş
koş-
-mak…
Hehehey TARANTA – BABU
hehehey
yaşamak ne güzel şey
anasını sattığımın
yaşamak ne güzel şey…
Düşün beni
kollarım, senin üç çocuk doğurmuş
geniş kalçalarındayken…
Düşün sıcak…
Düşün kara bir taşa damlıyan
çırılçıplak
bir su sesini…
İstediğin yemişin
rengini, etini, adını düşün…
Gözdeki tadını düşün
kıpkırmızı güneşin
yemyeşil otun
ve koskocaman
masmavi bir çiçek gibi açan
ay ışığını…
Düşün TARANTA – BABU!
İnsan oğlunun yüreği
kafası
kolu
yedi kat yerin altından
çekip çıkarıp
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki
kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
yılda bir veren nar
bin verebilir.
Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz…
Yaşamak ne güzel şey
TARANTA – BABU
Anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK…
Yaşamak:
birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi…
Hep bir ağızdan
sevinçli bir destan
okur gibi
YAŞAMAK…
……………
……………
YAŞAMAK
Ne acayip iştir ki
bu ne mene gidiştir ki TARANTA – BABU
bugün bu
“bu inanılmıyacak kadar güzel”
bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denlü kepaze…
TARANTA – BABU’YA ALTINCI MEKTUP
Buranın yazarları üçe bölünmüş Taranta – Babu.
Bir çeşitleri var: Yalnız iç gömleğine değil, ipekli bir mendile benzeyen yüreğinin kenarına da altı dişli taç işleten Danunçio gibi; zıpır Marinetti ve dinamitçi Nobel’in ödülüyle İl Duçe’nin yumruğundan başka her şeyden kuşkulanan Pirandello gibi…
Bunlar faşist edebiyatının dahileri soyundan Taranta – Babu.
Bunlar Allahlar gibi konuşur, anlaşılmayacak kadar karanlıklarla dolu, ulaşılamayacak kadar yüksek ve dibi bulunamayacak kadar derin yazarlar. Fakat yine de bunların senin gibi karınları ağrır. Benim gibi karınları acıkır. Yaşayışları, ya Milanolu bir kumaş fabrikatörününki gibidir, ya geniş topraklar işleten bir prensinki gibidir.
Bunlar faşist edebiyatının dahileri soyundadırlar Taranta – Babu.
Ve bunlar, bizim oralardaki altın külçelerinin kara toprağın altından güneş parçalar gibi çıkartılıp Banka Komerçialenin çelik depolarına getirilmesi için savaşın dinamik bir güç; sapsarı bir çölde boynunun damarı kesilerek ölmenin İtalya’nın Akdeniz suyu gibi masmavi göğünün altında ebediyen yaşamak demek olduğunu yazarlar, bunu edebiyatlaştırırlar.
Ben, üç nehirle ayrılmış üç toprak parçası gibi üçe bölünen İtalyan yazarlarının bu dahiler soyuyla yalnız kitaplarının satırlarında konuştum. Yüzlerini yalnız gazetelere basılan rötuşlu fotoğraflarından tanırım.
İtalyan yazarlar dünyasının ikinci çeşidine gelince, bunlardan bir ikisiyle karşılıklı oturup konuşmuşumdur. Ve benim bir Afrika gecesinin ılıklığını taşıyan ellerim, onların, pırıltısı yaldızlı Meryem Ana resimleri önüne dikilen ince mumlar gibi sarı ve soğuk parmaklarına dokundu. Hele içlerinde bir tanesi vardı ki Taranta – Babu, gözleri, bir yaz günü güneşin ışığına ve sıcaklığına dayanamayıp kuduran, kudurduktan sonra da sıra dağlardaki küçük mağaranın ıslak karanlığında ölen köpeğin gözlerine benzerdi.
Bu bir şairdi
, bir romancıydı, bir düşünürdü, Taranta – Babu. Fakat her şeyden önce, zavallı bir kokainmandı. Onunla arkadaşlarına yarı lokanta ve yarı ve yarı meyhanemsi bir yerde rastlıyordum. Bağıra çağıra konuşurlardı. Kavga ederlerdi. Hatta bir gece aralarında, “İsa mı daha mistiktir, Konfüçyüs mü?” diye bir tartışma çıktıydı. Böylesine yüksek, böylesine derin, böylesine bilimsel tartışma sonunda, bir genç, benimkinin kafasında bir şarap şişesi kırdıydı.
Faşist miydi? Tam değil. Demokrat mıydı? Tam değil. Kafası da, kokainle harap olmuş vücudu gibi, yarımdı. Onda tam olan bir şey vardı Taranta – Babu, şaşkın, zavallı ve kökü kurumuş bir ağaç gibi, soysuzlaşmış bir insan örneği olması. Faşizme düşman geçinmiş, fakat günün birinde el altından mahalle faşyosuna dilekçe vermişti.
İtalyan faşizmin bu ikinci çeşit yazıcılarının neler yazdıklarını sana anlatabilmek için, onun bir şiirini buraya geçiriyorum.
Bu şiir, o yarı lokanta, yarı meyhanemsi yerdeki toplantılardan birinde okundu. O gece hepsi oradaydılar. Yaşlı bir romancının onuruna bir şölen veriliyordu. Benimki birden ayağa kalktı. Sarhoştu. Ağzının açılıp kapanışlarını bile kullanamıyordu. Ortaya doğru bir iki adım attı:
“Size” dedi, “Son kitabımdan, aklıma şöyle geliveren bir şiirimi okuyacağım.”
Ve elleriyle havada geniş çizgiler çizerek şu şiiri okumaya başladı:
KÖR OLMAK
Kör olmak ne iyi şeydir,
ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kabalığı.
Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize.
Kör olmak ne iyi şeydir.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Karanlık allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
rengi yok
ahengi yok
dengi yoktur karanlığın.
Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri, körler,
kalabalığı…
Kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı…
“Bu ne biçim şiir?” deme Taranta – Babu. İtalyan yazıcılarının ikinci çeşidinden olanlar işte böyle şeyler yazıyorlar. Oysa,
“Sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimi
toprağı sürebilmeli
Pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
Bütün soruları sorabilmeli
Bütün ışıkları derebilmeli
Yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz.
Yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
Çengelde tamtamlara vurabilmeli
Ve yeryüzünde tek esir yurt, tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü, aklı fikri, canı, neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz.”
Değil mi Taranta – Babu, öyle değilmi?
Bizim kokainman şiirini bitirince ne oldu, biliyor musun, benim Taranta – Babum? Önce adamı çok çok alkışladılar. O da, saatlerce çalışıp beyaz bir duvarı renkli resimlerle doldurmuş bir nakkaş yorgunluğuyla, sallanarak yerine döndü. Tam benim yanımdaki masada, onuruna şölen verilen yaşlı romancıyla modellerini baştan çıkartmaktan resim yapmaya vakit bulamayan ressam oturuyordu. Ressam, şiir biter bitmez, romancının kulağına eğildi, alaycı bir sesle:
“Nasıl buldunuz?” dedi, “Onun, bu şiiri bir Fransız şairinden aşırdığı söyleniyor.”
Romancı birden bire cevap vermedi, düşündü. Sonra:
“Bu şiiri okuyan, sizin en yakın dostunuzmuş, diye duydum,” dedi.
Ressam güldü:
“Dostluk, sapına birbirine düşman iki elin yapıştığı bir bıçağa benzer,” diye cevap verdi.
Ne yalan söyleyeyim, Taranta – Babu, ben bu dostluk tarifini anlamadım, hiç anlamadım. Bu, yalnız faşist İtalya’da mı böyledir, yoksa bütün Avrupa…
TARANTA - BABU’YA YEDİNCİ MEKTUP
Bilirim
beş altıyı geçmez
senin kafanın raflarında dizili
kapalı şişeler gibi sorgular…
Sen ki kapkara cahilsin
herhangi bir
hukuku düvelprofesörü kadar…
Buna rağmen
sana sorsam
desem ki ben:
-”Keçilerimizin
kıvırcık uzun
tüyleri dökülüp,
iki başlı memelerinden
iki kol ışık gibi akan
sütleri kesilirse;
ve portakallarımız
sönen birer güneş yavrusu gibi dallarında kuruyup,
kemik ayaklarıyla kıtlık
yerli bir kral gibi geçerse toprağımızdan”
sen ne yaparsın?
Bana dersin ki sen:
-“İlk ışıklarla ağarmaya başlayan
yıldızlı bir gece gibi
damla damla kaybederim boyamı,
damla damla solarım…”
Bana dersin ki sen:
-“Bir Afrika kadınına bu sorular sorulur mu hiç?
Kıtlık ölümdür bizim için
bolluk sevinç…”
Fakat ne hikmettir ki TARANTA – BABU
büsbütün tersine burda bul.
Bir öyle şaşılası
dünyaki burası
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
insanlar dolaşıyor
anbarlar kilitli
anbarlar buğdayla dolu…
Tezgahlar
ipekli kumaşla dokuyabilir
topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak
insanlar çıplak…
Bir öyle şaşılası
dünya ki burası,
balıklar kahve içerken
çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
domuzları patatesle…
TARANTA – BABU’YA SEKİZİNCİ MEKTUP
Mussolini çok konuşuyor TARANTA – BABU!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlemeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA – BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!
TARANTA – BABU’YA DOKUZUNCU MEKTUP
Not: Bu dokuzuncu mektubun başında bir radyo makinasının fotoğrafı vardı.
Bugün aklıma
yazısız ve çizgisiz
bir resim geldi, Taranta – Babu!
Ve benim, birdenbire
yüzünü değil,
gözünü değil,
senin sesini göresim geldi, Taranta – Babu;
“Mavi Nil” gibi serin,
Yaralı bir kaplan gözü gibi derin
sesini senin!
Not: Bu dokuzuncu mektubun burasına bir gazeteden kesilmiş şöyle bir haber iliştirilmişti:
MARKONİ, İL DUÇE’NİN
SADIK NEFERİ…
Markoni, gazetecilere: “Ben şefim Mussolini’nin emrine amedeyim,” demiştir. Markoni, ilk tecrübeleri muvaffakiyetle neticelenen, Habeşistan’da tatbik edilecek olan bir ölüm ışığı bulmuştur. Bu ışık…
Havalara sesleri
başı boş
mavi kanatlı kuşlar gibi salan
ve havalardan en güzel şarkıları
olgun yemişler gibi toplıyan elleri, ONUN,
yaprak
kulluğunu karagömlekli Benito’nun,
boyanacak dirseklerine kadar
kardeşlerimin kanıyla.
Ve Habeş ovalarında öldürecek
büyük bilgin Markoni’yi,
Banka Komerçiale’de aksiyoner
mülti milyoner
Kont Markoni.
TARANTA – BABU’YA ONUNCU MEKTUP
NOT: Bu onuncu mektubun başına, yine gazetelerden kesilmiş şöyle bir telgraf haberi iliştirilmişti:
. . . İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan’da harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor…
Ne tuhaf şey Taranta – Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey TARANTA – BABU;
belki bu yıl Afrika’da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
memelerin
gibi tatlı yemişlerle beraber
ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta – Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
bir bahar çiçeği takıp girecek…
TARANTA – BABU’YA ON BİRİNCİ MEKTUP
Bu gece
İl Duçe
binerek bir kır ata
aedromda söyledi söylev
500 pilota…
Söylev bitti.
Onlar yarın
Afrika’ya gidecekler;
O bu gece
sarayında salçalı makarna yemeğe gitti…
TARANTA – BABU’YA ON İKİNCİ MEKTUP
Geliyorlar Taranta – Babu,
seni öldürmeğe geliyorlar.
Karnını deşip
barsaklarının
kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
görmeğe geliyorlar.
Seni öldürmeğe geliyorlar TARANTA – BABU,
seni
ve keçilerini.
Oysa ki ne onlar seni tanır
ne onları sen…
Ve ne keçilerin atlamıştır
onların çitlerinden.
Geliyorlar Taranta – Babu.
Kimi Napoli’den
Tirol’den kimi.
Kimi doyulmamış bir bakıştan
yumuşak
ve sıcak
bir elden kimi…
Onları ordu ordu
tabur tabur
bölük bölük
fakat teker teker
düğüne götürür gibi
üç denizden aşırıp
ölüme getirdi gemiler…
Geliyorlar Taranta – Babu,
geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
Ve bayraklarını dikip
samandan damına
senin toprak evinin,
gelenler
geri dönseler bile eğer,
kanlı kesik sağ kolunu Somali’den bırakan
Torinolu tornacı artık
çelik çubukları ipek gibi öremiyecek…
Ve kör gözleriyle bir daha
Sicilyalı balıkçı
denizlerin ışığını göremiyecek.
Geliyorlar Taranta – Babu.
Bu ölmeğe ve öldürmeğe gönderilenler
kanlı sargılarına birer birer
teneke haçlar takıp döndükleri gün,
büyük ve adil Roma’da
hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
ve gidenlerin ardından
yeni efendilerimiz
ölülerimizi soymaya gelecek…