- Giriş
J. Gutenberg’in 1450 yılında matbaayı bulmasından ve bu buluşun doğal gelişimi olan seri kitap üretiminin başlaması olgusu üzerinden 500 yıl kadar bir süre geçti.
Gutenberg’in buluşu o zamanın insanı için büyük bir sosyolojik olaydı. Artık insanoğlu matbaanın seri şekilde bastığı ürünlerle, örneğin kitap ya da gazete gibi, yaşadığı bölgenin kendi üzerinde kurmuş olduğu romanik çağdakine benzer penceresiz dinsel yapıların esaretinden kurtulup, ışığa kavuştu. İnsan artık kilisenin sadece kendisine sakladığı bilgileri rahatlıkla öğrenebilmekte, kitap basımında zamanla gelişen büyük patlamayla üretim masrafları daha azaldığı için, insan, yaşadığı yörenin coğrafi sınırlarını büyük bir süratle terkedip dünyada meydana gelen gelişmelere tanık oldu. Bütün bu anlatılanlarla belirtmek istenilen, matbaanın bulunuşunun sıradan bir buluş olmadığı, aksine geride bıraktığımız yüzyıldan başlayarak teknolojik, ekonomik ve iletişim alanında meydana gelen, insan aklının bir anda yetişemediği gelişmelerin temelini de oluşturduğudur. Matbaanın bulunması, toplumsal yaşantının değişmesini ve kendisine yeni form vermesini hızlandıran katalizör anlamına da gelmekteydi.
Nasıl bundan 500 yıl önce matbaalarda basılanlar tüm Avrupa kıtasından başlayarak kısa zamanda tüm dünya medeniyetlerinin toplumsal yaşantılarında büyük değişimler meydana getirdiyse, bu yeniliğin doğal sonucu olarak görülen elektronik medya araçları da 19. yüzyılın sonlarından başlayarak, özellikle 20. yüzyıl’da toplumsal değişim sürecini insan aklını şaşırtan bir hızla devam ettirmektedirler. Yukarıda bahsedilen örneklendirilebilir: 18. yüzyıl’da özellikle Hollanda’da ortaya çıkan posta teşkilatı sayesinde “mektup kültürü” kısa zamanda diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. İnsanlar artık mektup yazıyorlar ve mektuplarını o zamanın PTT’si ile gönderiyorlardı. Bu teknolojik gelişme insanlar için hem ilginçti hem de içinde bulundukları sınıfı gösteren bir sembol durumundaydı. Hatta Hollandalı ressamlar 18. ve 19. yüzyıl’da konuları arasına mektupla aşklarını birbirlerine ileten kişileri almışlardı. Günümüze geldiğimizde, özellikle son üç ya da dört yıldan beridir, 18. ve 19. yy’da başlayan mektup iletişim aracının elektronik bir şekle dönüştüğü rahatlıkla gözlenmektedir. “E-mail” adı verilen bu sistemle, artık mektuplar bilgisayarın klavyesinin bir tuşuna basarak dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna göz açıp kapayıncaya kadar ulaşmaktadır. Bu, posta sisteminde meydana gelen büyük bir teknolojik devrimdir. Günümüz insanının zamanı aynen Moser’in “Einführung in die Medienpaedagogik” (Medyapedagojisine Giriş) adlı kitabında da dediği gibi endüstrileşmektedir. Nasıl ki 18. yy’da teknikte endüstrileşme yaşanmışsa, 20. yüzyılda ise insanın iletişiminin endüstriyel bir devrime girdiği Moser tarafından iddia edilmektedir.
Televizyonlar, radyolar, bilgisayarlar, telefon ve telgraflar son yüzyılın ortaya çıkardığı medya araçlarıdır. Bir yüzyıl içinde sayısı birden çoklara çıkan medya araçlarının sayısının sabit kalacağını iddia etmek büyük bir olasılıkla mümkün görünmemektedir. Özellikle son on yıla göz atıldığında geçmiş yıllarda meydana gelen teknolojik yeniliklerin son on yılda meydana gelenlere göre daha yavaş kaldığı gözlenebilir. Eğer geride bıraktığımız yüzyılı diğer ortaçağ ve yeniçağ yüzyılları ile karşılaştırırsak, 20. yüzyıl gerçekten teknolojik gelişmeler bakımından kendinden önceki iki bin yılı geçmiş görünmektedir.
/Yukarıda söylenenlerin ışığı altında toplumların yaşantısını (olumlu ya da olumsuz) bu denli değiştiren medya araçlarının etkilerini göz ardı etmek büyük bir yanlışlıktır. Çünkü toplumlar bu yeni enformasyon araçlarını, 15. yüzyıl’da Gutenberg’in matbaasından çıkan kitaplara olan yoğun ilgi gibi, kısa zamanda sahiplenmişlerdir. Yapılması gereken ise, aynen Jochen Vogt’un “ Einführung in die Literaturwissenschaft” (Edebiyatbilimine Giriş) adlı eserinde düşündüğü gibi, medya somut gerçeğinin kabul edilmesi ve buna uygun eleştirisel bakış açısının getirilip incelenmesidir. Jochen Vogt “Edebiyata” giriş adlı eserinde Alman Dil ve Edebiyatı Bölümü’nün (Germanistik) klasik iki konu alanının, yani edebiyat ve dilbilimin artık bölümün ihtiyaçlarını karşılayamadığını, o nedenle de medya ve filmin bölüme entegre edilmesi gerektiğini belirtmektedir.
Yukarıdaki söylenenlerden Vogt’un mektup ve “e-mail” karşılaştırma örneğinden yola çıkarak Alman Dili ve Edebiyatı’na gönderme yaptığını anlayabiliriz. Okuma ve yazma edimine bağlı olan “Germanistik” bölümü, televizyonun ortaya çıkmasıyla edebi eser okuyanların sayısında azalma olduğunu bilmektedir. O nedenle de bölüm medya (özellikle televizyon, sinema) somut gerçeğiyle uğraşmak durumundadır.
Vogt’un tespitleri doğruluk taşımaktadır. Televizyon artık romanların ve hikayelerin yerini almaktadır. Okuyan insan sayısında devamlı bir düşüş yaşanmaktadır. Özellikle çocukların boş zamanlarını görsel ve işitsel medya aracı olan televizyon tüketimi büyük oranla doldurmaktadır. Yukarıda belirtilen gelişme yine Vogt’un eserinden alınan bir araştırma ile daha görsel duruma getirilebilir:
Hollanda toplumunun eğitim seviyesinin diğer Avrupa Topluluğu toplumlarının eğitim düzeyi ile karşılaştırılması durumunda, Hollanda insanının daha yüksek eğitim seviyesine sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Vogt’un eserinde Martin Klaus tarafından yapılan araştırmada, özellikle yukarıda belirtilen nedenden dolayı Hollanda’daki yüksek kitap okuma oranının son yıllarda televizyon tüketimi dolayısıyla göze çarpar nitelikte düştüğü saptanmaktadır. Doksanlı yıllarda yapılan araştırmaya göre:
Boş zamanlarda kitap okuyanların
yüzdelik tespiti:
1955 1999
Altmış yaş üstündekiler % 27 % 13
Yirmi yaş üstündekiler % 20 % 5
Kişi başına düşen haftalık kitap okuma süresi:
1955: 2,4 saat; 1995: 0,9 saat
/Kişi başına düşen haftalık televizyon tüketim süresi: 1955: 0,2 saat, 1995: 10,2 saat
Araştırmadan çıkan sonuç: Televizyonun çıkışından itibaren okuma edimi büyük darbe yemiştir. Özellikle göze çarpan husus ise, okuma uğraşısının gün geçtikçe televizyonla giriştiği rekabetten daha zayıflayarak çıkmasıdır. (Vogt, S. 243)
Buraya kadar yapılan açıklamalar ile yapacağım araştırma konusu medya aracı televizyonun bir yandan toplumsal bir gelişme diğer taraftan da toplumsal bir sorun olma özelliğini taşıdığını belirtmeyi istedim. Medya araçlarının bireye etkilerini araştıran sayısı yüzleri geçen bilimsel araştırmalar bulunmaktadır. Sözü olan kaynaklarda, toplumu ilgilendiren bu aktüel konuya ilişkin farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Genelde konuya iki açıdan bakıldığı ortaya çıkmaktadır:
Birincisi, medya araçlarına olumlu ya da yapıcı bir bakış açısı getirerek, bunların zararlarının olmak zorunda olmadığını ve medyanın meydana gelen toplumsal değişmelerin semptomu olduğunu iddia eder. Örneğin Almanya’nın önde gelen sosyologlarından Ulrich Beck, “Risikogesellschaft”(Risk Toplumu) adlı eserinde, Heinz Moser’in takip ettiği çizgiye benzer şekilde, toplumların yapılarında son geçmiş yüzyılda meydana gelen gelişmelerden medya araçlarını tek boyutsal bir yaklaşımla suçlamanın ve bu değişimlerde medyanın doğrudan neden olduğunu savunmanın yanlış olacağını, aksine elektronik medya araçlarının sadece bir semptom olabileceğinin altını çizmektedir. (bkz. Beck, Risikogesellschaft. 1986)
Diğer görüş ise, bu yukarıda gösterilen teze karşı çıkmakta ve medya araçlarının, özellikle televizyonun, yararlarının hiç olamayacağını, tersine bilhassa yetişen bireylerin gelişimine zararlı olacağının altını çizmektedir. Örneğin Alman medya pedagoglarından Werner Glogauer “Die neuen Medien veraendern die Kindheit” (Yeni Medyalar Çocukluğu Değiştiriyor) adlı eseriyle bazı medya uzmanlarının, örneğin Heinz Moser’in tepkilerini toplamaktadır. Moser’e göre, Glogauer ve onun gibileri artık geçerliliği bitmiş geleneksel medya görüşüne sahiptirler ve olaylara monokausal (tek nedene bağlama) bakmaktadırlar, o nedenle de gerçekleri de saptırmaktadırlar. Örneğin Alman sosyolog Ulrich Beck’in “neden-semptom” ilişkisine Amerika’nın önde gelen medya araştırmacılarından Neil Postman bir bakıma itiraz eder. Postman “Das Verschwinden der Kindheit” (Kaybolan Çocukluk) adlı eserinde, son yüzyılda medyanın etkisiyle çocukların çocuk olma özelliklerinin ortadan kalktığını, diğer bir deyişle çocuk ile yetişkinlerin dünyasını ayıran sınırların televizyonun günümüz koşullarında birçok çocuğun kendi odasında bulunması ve çocukların televizyonun herhangi bir düğmesine basarak yetişkinler için öngörülen programları hiç bir denetleme olmaksızın izleyebilmesi olanağıyla kaybolduğunun, bu nedenle de artık çocukların yetişkinlerin dünyasını adım adım öğrenme arzusunun silindiğini belirtmektedir. Böylelikle medya araçları Postman’a göre toplumun değerlerini değiştiren neden durumundadır. (bkz. Postman, “Das Verschwinden der Kindheit”, 1983)
2. Medyanın (televizyon) çocuklar
üzerinde olan etkileri:
2.1. Televizyon tüketiminin çocuğun sağlığına olan etkileri:
Son yıllarda medya araçları üreticilerinin, medya araçlarını (teknolojinin ilerlemesi sonucu) daha yüksek sayılarda ve doğal olarak ucuz üretmeleri sonucunda, birçok Avrupa ülkelerinde yaşayan ailelerin evlerinde bugünün şartlarında birden fazla televizyon bulunmaktadır. Bu gelişmenin bizi ilgilendiren tarafı ise, çocuk odalarında bulunan televizyon sayısının son yıllarda dramatik şekilde artmasıdır. Kendi televizyonu ve videosu olan çocukların sayısının artması ile birlikte gözlenen diğer bir paralel gelişme ise, çocukların hem uzun süre yerlerini terketmeden televizyon seyretmeleri, hem de ebeveynlerinin kontrol mekanizmasını devre dışı bırakarak, televizyon seyretme sürelerini ve hangi programları seçeceklerinin kendilerinin saptamalarıdır.
/Uzun süre televizyonun ekranına kendisini odaklaştıran çocuklar, hem kısa hem de uzun vadede önemli sağlık sorunları ile karşılaşmaktadırlar. Yetişkinlere oranla daha fazla hareket enerjisine sahip olan çocuğun vücuduna devamlı transfer edilen fazla olan enerjinin boşaltılması gereklidir. O nedenledir ki, çocuklar koşmayı, oynamayı hatta bağırarak kendilerini ifade etmeyi isterler, çünkü ancak bu yolla vücut enerjisini normalize edebilirler. Ortaya çıkan sonuç, çocukların hareket etme zorunluluğudur. Vücudunun hareket etme arzusuna direnen, televizyonu tüketen çocukların sağlıklarında şu tür sorunların ortaya çıkabileceği tahmin edilmektedir:
1.) Yaşları 7 ile 10 arasında olan çocuklarda, uzun süre TV’nin önünde oturduklarında “haraketsizlik-birikimi” (Bewegungsstau) oluşuyor ve bunun sonucunda çocuklarda saldırgan davranışlar ortaya çıkıyor. “Çok televizyon izlediğimde, örneğin pazar günleri, daha sonra kuduruyorum ve gücümü nereye harcayacağımı bilemiyorum.” (Glogauer, s.22)
9 yaşındaki bu çocuğun söylediklerinden ortaya çıkan, bazı çocuklarda, uzun süre aksiyon ve şiddet dolu programları tüketmeleri sonucunda bir takım saldırgan davranışlar ortaya çıkabiliyor. (Glogauer, S. 23) Yukarıdakileri söyleyen Daniel’in medya tüketimini tek başına mı yoksa ebeveynlerinden birisi ile birlikte mi baktığı da oldukça önemlidir, çünkü araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bir şey var ki, o da çocukların tek başlarına televizyon seyretmek istemedikleridir.
2.) Aşırı televizyon tüketimi sonucu doğal hareket dengesi bozulan çocukların sindirim sisteminde bozukluklar kendini gösterebiliyor, örneğin kabızlık gibi, çünkü aksiyon ve şiddet unsurları içeren programlar gerilim içermektedirler, bu da çocuğun televizyon tüketimi sırasında normalin üzerinde yiyerek yemek davranışının bozulmasına neden olmaktadır. Bunların dışında, hareket edemeyen ve aşırı miktarda gıda maddesi tüketen çocuklar yüksek kilolu olup, erken yaşlarda yüksek kolestrin ve tansiyon hastalıklarından dolayı kalp hastalıklarına yenik düşebilmektedirler.
3.) Doğada insanoğlunun gözleri farklı şekilde algılamaktadır. Algıladığımız cisimler tabiatta birbirlerinden farklı konumlardadır, örneğin kişi, bir ağacın önünde durduğu zaman, o ağacın arkasında bulunan diğer bir ağaçtan daha önde bulunduğunu, hem gözün algıladığı derinlik olgusundan ( arkadaki ağaç daha küçük gözükür), hem de renklerin uzaklaştıkça solmasından anlayabilir. Bunun dışında gözler doğada bulunan renkler arasındaki zıtlık ve harmoni ilişkilerini en güzel şekilde algılayabilir. Bu örneklerle söylenmek istenen, göz, doğasına uygun olarak gerçek koşullarda, işlevsel özelliklerini yerine getirir. Göz kasları doğada güçlenirler aslında. Fakat televizyon illuzyondan ibarettir. Televizyona bakan göz kaslarında, aynı yöne bakmak ve hareketsizliğin oluşması nedeniyle ciddi zayıflıklar meydana gelir. Gözler, televizyondaki gösterilenlerin doğa kanunlarının ürünü olmadıklarını bilir, o nedenle de çocuklarda bunun devamında göz ağrıları ve göz hastalıkları meydana gelmektedir.
2.2. Çocuğun televizyon tüketimi ile okuma edimi arasındaki ilişki:
Toplumların sosyo-ekonomik gelişmesi ile okuma edimi arasında kuvvetli bir ilişki bulunmaktadır. Gelişmiş düzeye gelebilmiş tüm dünya ülkelerinin temelinde kültürel yaşamın aktif ve çok renkli olması yatmaktadır. Araştırmaların sonucunda, okuma ediminin yüksek olduğu toplumların eğitim düzeyi de yüksektir, dolayısıyla bu toplumların medeni ülkeler seviyesine gelmesi, okuyan insan sayısının yüksek olmasından kaynaklanır. Okuyan birey, kendisini aktif halde bilgilendirirken, diğer bir yandan da kültürünün zenginleşmesine de katkıda bulunur. Örneğin Hollanda yurttaşları, giriş bölümünde ki araştırmalarda görüleceği gibi, diğer Avrupa ülkeleri yurttaşlarına göre daha fazla okumaktadırlar, en azından son elli sene öncesine kadar. Hollanda toplumunun yüksek eğitim seviyesine sahip olması daha önceki yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Protestanlık mezhebinin ülkede yaygınlık kazanması ve katolik dini düşünüş tarzının ülkeden 16. Yüzyıl’da uzaklaştırılması sonucunda, insanlar daha çok okumaya başlamışlardır. 16.-18. Yüzyıllar’da Hollanda kültürü, diğer Avrupa devletleriyle karşılaştırıldığında, ekonomik ve siyasal yönden büyük bir güce sahiptir. Bir çok yabancının, yabancı olma statüsü yüzünden horlandığı Avrupa ülkelerinin aksine, örneğin İtalya1 gibi, Hollanda’ya gelen yabancılar kendilerini güvende hissediyorlar ve kültürlerinin gerektirdiği yükümlülükleri de rahatlıkla yerine getirebiliyorlardı. Hollanda örneğiyle belirtmek istenilen, toplumların eğitim yüksekliği ile kültürlerini, diğer kültürlere toleranslı yaklaşarak ve onlara yakınlaşarak zenginleştirdikleridir.
Fransız ressamlarından Nicolas Poussin, uzun yıllar Italya’da yaşamış ama ulusal kimliği yüzünden devamlı hor görülmüş, bu nedenle de, bu sorunun bilincine varan klasik barok ressamı Paussin tablolarında kültürler arası iletişimi, kardeşliği sürekli olarak konu etmiştir.
Yeni çağda, Avrupa toplumlarının bütün alanlarda gelişmesinin tek anahtarı olan okuma ediminin toplumsal katmanların en altına dek yaygınlaşması sayesinde, bu topluluklarda bugün yaşayan insanlar yüksek yaşam standartlarını elde etmişlerdir. Fakat sosyo-ekonomik gelişmenin kaynağı olan okumak uğraşısının, artık bir çok dünya toplumunda etkisini görsel-işitsel medya araçlara bıraktığı gözlemlenebilir. Sorulması gereken soru ise, düşünen beyinlerin en önemli besleyicisi olan okuma eyleminin yaygınlığını kaybetmesi sonucu, insan, “yüzeysellik” kıskacına doğru bir yolculuğa mı girmiştir? Bu sorunun sorulmasının nedeni, okuma ediminin televizyon tüketimi ile arasındaki büyük ölçülere varan entellektüel derin uçurumlardır. Okuyan birey fiziksel, duysal ve zihinsel yönlerden aktif durumdadır. Okurken, bireyin göz duyu organı yardımıyla algıladığı, kendilerini harfler halinde sembolize eden cümleler soyut durumdadırlar. Okur, bu soyut ifadeleri beyninde yarattığı resimler sayesinde somut hale getirmektedir. Dolayısıyla okuyan insanın hayal dünyası, okuma eylemiyle devamlı gelişmekte ve insan kreatif hale gelmektedir. Kreatif olma özelliği insanın doğasında yatmaktadır. Bu potensiyalin ortaya çıkmasının zorlanması okuma eylemi ile mümkün görünmektedir, çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi, okuyan aktif bir halde düşünerek bir takım soyut ifadeleri somut hale getirmektedir.
/Televizyon tüketimi okuma ediminin aktif bir olgu olmasının tersine pasif bir iştir. “Tüketim”2 sözcüğü üretim sözcüğünün karşıtıdır. Tüketim, böylelikle sözlük anlamı olarak araştırmada savunulan pasif olma özelliğini desteklemektedir. Televizyon karşışında oturan bir birey, konuları resimler ve daha çok sözlü ifade edilen sözcük ya da cümle grupları halinde öğrenir. Televizyon tüketimi diğer bir ifade ile anlatılacak olursa, bilgilerin, “tüketiciye” her hangi bir özel çabası olmadan paket halinde sunulmasıdır. Televizyonun tüketiciye bilgileri kolayca anlamasını arzu etmesini amaçlayarak “zorluk” yaratan enformasyon kompleksinden kurtararak filtre etmesiyle, birey düşünmek zorunluluğundan kurtulup, açıkça entellektüel bağlamda basitleşme süreci içine sürüklenir. Sorun dar anlamda bireylerin yazılı medya araçlarına özgü olan düşünme kompleks sisteminden kurtulup, televizyonun basitlik sistemi üzerine kurduğu egemenliğin esiri olması değildir. Sorunun temelinde, dünya üretim dengelerine istedikleri şekilde form veren egemen sermaye gruplarının yarattıkları kapitalist toplum yapısını her pahasına koruma isteği yatmaktadır. Televizyon, bahsedilen emperyalist çevrelerin, üretimi gerçekleştiren gelir gruplarının eleştirisel düşünce yapısını sağlayan basılı medya araçlarından koparmasını sağlayan ve toplumun büyük bölümünü oluşturan üretici sınıfının adeta “aptallaşması” işlevini yerine getiren propaganda aracıdır.
Tüketimin sözlük anlamı, üretilen bir şeyin tüketimi anlamında olup, sözcüğe olumsuz bir anlam kazandırır. //(Göze çarpan önemli bir gerçek ise, televizyon programlarının büyük bir oranının çocukların “arzularına” göre planlandığıdır. Yukarıdaki verilen tez bu sorun alanına çekildiğinde, “yeni dünya düzeni”nin sahipleri olan globalist kapitalist çevreler, temelini yüzyıl önce attıkları yapay toplumsal dengelerin devamının ancak yeni kuşağın ürünleri olan çocukları televizyona bağlamakla mümkün olacağını bilmektedirler. Yapılan istatistiklerin sonuçlarına göre, özellikle 9-10 yaşlarındaki çocuklar boş zamanlarında en çok televizyon tüketmektedirler.
Birinci sıraya oturan televizyona göre, okumak altıncı sıradadır. (Glogauer, s. 140)
(Okuma kültürünün çocuklar arasında daha zayıflaması sonucunda, çocukların geleceğinin garantisi olan düşünme ediminin temeli de zayıf kalmaktadır. Bunun sonucunda, çocukluk yaşında temelleri atılmak zorunda olan yazma ve okuma edimi, çocukların kaliteli yazılı medya araçlarını okumamaları nedeniyle ciddi boyutlarda eksik kalmaktadır. Bunun etkileri okulda görülmektedir. Alman pedagoglarından Kurt Witzenbacher, dersin okullarda nasıl yapılabileceğini araştırdığı kitabında, çocuğun görsel- işitsel medya araçları ile ilişkisini şu şekilde açıklıyor:
“…Çok televizyon izleyen çocuklar, oyun içinde ve başka biçimlerde benliklerini geliştirme olanağına daha az sahiptirler. Kendilerini ifade yetenekleri, buluşçulukları ve sosyal davranışları daha az geliştirilir. Ayrıca kitapların tersine filmler zekayı daha az uyarır, daha az kavrama yeteneği ve fantazi talep eder… (Witzenbacher, S. 61)
Alıntıdan çıkarılacağı gibi, televizyon çocuklarının okulda düşünsel özelliklerinin zayıf kalması yüzünden zorluk çekmeleri ve sonucunda okulda başarısız oldukları görülmektedir.
Çocukların sosyal çevrelerinin, okuma edimi ile televizyon tüketiminin arasında ilişkisi olduğu tezini savunan araştırmalar da bulunmaktadır. “Wissenskluft-Hypothese”’ye (Bilgi uçurumu tezi) göre, sosyal çevresi yüksek eğitim seviyesine sahip olan kişilerden oluşan çocuklar, etrafındaki, örneğin ailede, okuyan kişilerin olması dolayısıyla okuma uğraşısını edinmiştir. O nedenle çocuk, televizyon tüketimini bilinçli olarak yönlendirecek ve bilgi hazinesini geliştirecek enformasyonları televizyon programlarından edinecektir. Böylelikle düşük eğitim seviyesine sahip ailelerin çocuklarının televizyon tüketimi ile üst milyö çocukları arasındaki “bilgi uçurumu” büyüyecektir. (bkz. Moser, s. 128-129)
Bu tezden anlaşılan, televizyon medya aracının o kadar da kötü bir şey olmadığıdır. Televizyon, bazı sosyal çevre insanları için öğrenme sürecini gerçekleştiren aygıtlardan biridir. Diğer bir husus ise, tezin adından da çıkarılacağı gibi yüksek ve alçak katman insanları arasındaki bilgi farkının televizyon ile sürekli artacağının öne sürülmesidir, çünkü yüksek katman insanlarını alt katmandakilerden ayıran özellik, okuma edimine ulaşmış olan yüksek katman insanlarının, okumayla edinmiş oldukları aktif rolü, televizyon program seçiminde göstermeleridir. Zaten bu gruba giren insanlar, kendilerini bilgilendirecek olan programları tercih etmektedirler, örneğin belgesel programları gibi.
Sonuçta okuma eylemi, görsel-işitsel medya araçlarını tüketmek gerçekliğiyle karşı karşıya olan insanın temelini oluşturmak zorundadır. Televizyonun kendilerine sunduğu program çeşitliliğinden bireyin kendisini bilgilendirecek olanı süzmesi ancak çocukluktan itibaren kazanılan okuma ediminin aile ve okulda kazandırılmasıyla elde edilebilmektedir, aksi halde çocuk bilinçsizce, sadece kendi gelişimine zarar verecek programları tüketecek ve sermaye güçlerinin toplumlarda kabul ettirmek istedikleri, bazı kapitalist-faşist değerleri, örneğin “erkek kadına üstündür”, “güçlüler zayıfları hep yenecektir” ya da “zenginler ve fakirlerin olması dünya gerçeğidir” gibi değerleri, hem normal olarak algılayacak, hem de bu zihniyetin garantörü olacaktır.
2.3 Televizyondan yansıtılan şiddet çocuklar tarafından nasıl algılanıyor?
Televizyondan gösterilen filmlerin bir çoğunun ekstrem düzeye varacak düzeyde şiddet sahneleriyle dolu olması birçok kişinin bildiği bir gerçektir. İnsanoğlunun içinde “saldırganlık potensiyeli”3 olduğunu ve bu potensiyelin, ancak şiddet dolu programlar ile azalabileceğini zanneden program yapımcıları, son senelerde gösterilen programlardaki şiddet unsurlarını ekstrem seviyeye çıkarmışlardır. İddia edilebilir ki, bugünkü filmlerden görüntü ve ses yardımıyla iletilen şiddet unsurları en ön planda olup, filmin konusu ya da mesajı ikincil (sekundaer) bir öneme kaymıştır.
Katharsis-Hyphotese adı verilen bu teze göre, insanların içinde daima bir saldırganlık potansiyeli vardır, bunun ise azalması gerekmektedir. O nedenle de insan örneğin şiddet dolu filmleri seyrettiğinde, içinde bulunan şiddet azalır, ya da diğer bir deyişle insan deşarj olur. Fakat 1950’lerde ortaya atılan ve ilk başlarda oldukça fazla destekçisi olan tezin sempatizanları azınlık durumundadır.
Jo Groebel’in 1991 yılında Alman kanallarından gösterilen programların şiddet unsuru içerip içermediğini incelediği araştırmasında ortaya çıkan sonuç hiçte insanı şaşırtmıyor: Televizyon kanallarından gösterilen her iki programdan birisinde en az bir kere saldırgan bir davranış ya da tehlike sahnesi gözlenmiştir. Saptanan şiddet sahneleri daha çok fizyolojik formda, örneğin yaralama ya da öldürme gibi, kendini göstermektedir.
Almanya gibi medya eğitiminin en azından önemli olduğu zannedilen bir ülkedeki televizyon kanallarından gösterilen şiddet sahnelerinin yüksek olması, insanı düşündürmeye sevk etmektedir. fiiddeti üreten Hollywood’un ülkesi Amerika Birleşik Devletleri’nde durum daha dramatik bir tablo sergilemektedir. “National Coalition on Television Violence” ’nin son araştırmalarına göre, her Amerikalı çocuk, on sekiz yaşına gelinceye kadar 200.000 şiddet sahnesini televizyon yardımıyla görmektedir. Bu sayının 25.000’ini cinayet, 32.000’ini ise cinayet teşebbüsü içermektedir. (bkz. Glogauer, s. 146)
Araştırmalardan çıkarılabilecek olan, televizyonun sergilediği şiddet sahnelerinin her geçen gün artmasıdır. Görüntülenen şiddet, hem görüntüsel hem de işitsel olarak gerçekleşmektedir. Günümüzde herkesin ucuzca evine alabileceği “high-tech” televizyon araçlar ve yine yüksek teknoloji ile çevrilen filmlerden yansıtılan gerilim ve şiddet sahneleri seyredeni ses ve görüntü sayesinde ekrana bağlarken, filmin izleyici tarafından alımlanması gereken içeriği büyük ölçüde önemini kaybetmektedir.
/Acaba çocuklar, televizyonun hiç bir engel tanımadan sunduğu şiddet sahnelerine nasıl reaksiyonda bulunuyorlar? Bu konuda çeşitli tezler bulunmaktadır. Hamburg’ta 1991 yılında yaşları 8 ile13 yaşlarında değişen yüz çocuk üzerinde yapılan araştırmaya, çeşitli sosyal çevrenin çocukları alınmış, bu çocukların televizyon programlarını(çizgi film) nasıl algıladıkları ve çocuk davranışlarının nasıl değişikliğe uğradıkları araştırılmıştır. Konumuzu ilgilendiren şiddet-çocuk davranışları arasındaki karşılıklı ilişki, araştırmaya4 göre şu şekildedir:
Çocuklar filmlerin gerçek olmadıklarını, sadece hayali bir ürün olduklarını bilmektedirler. O nedenle şiddet unsurları çocukların dikkatini çekmemektedir. fiiddet unsurunun aksine çocukların fimlerde asıl ilgisini çeken, çizgi film kahramanlarının olağanüstü teknikle donatılmış silahlarıyla sergiledikleri savaş sahnelerinin kendilerini hayran bırakmalarıdır. (bkz. Theuner, s. 101-102)
Yukarıdaki araştırmanın sorun oluşturabilen tarafları ise, incelemeye sadece çizgi filmlerin alınmış olmasıdır. Ama çocukların “Reality-TV5” adı verilen programlarındaki şiddet unsurlarına nasıl tepkide bulundukları bilinmektedir. Çocukların rahatlıkla görebilecekleri bu tür programlardaki şiddet sahnelerinin etkisi daha farklı olacaktır. Çocukların haber programları ile Reality-TV adı verilen programlarına nasıl tepkide bulunduklarının incelendiği yine Theunert tarafından yapılan araştırmada şunlar söyleniyor:
Reality-TV adı verilen programların özelliği, günlük yaşantıda meydana gelen, şiddet içerikli gerçek olayların tüm çıplaklığıyla seyircilere gösterilmesidir.
“Sözkonusu olan ilk planda vahşice resimlerdir. Küçük çocuklar bu bağlamda korkularını ifade etmektedirler. Resmedilen vahşilik Reality-TV karşıtlarında reddetmenin ana gerekçesidir.” (Theunert, “Mordsbilder”, s. 52)
Alıntıdan da anlaşılacağı gibi, özellikle küçük çocukların korktuğu Reality-TV gibi “haber programları”nda gösterilen şiddet (bazı büyük çocuklarda da görüleceği gibi) büyük reaksiyonlara neden olmakta, dolayısıyla böyle tip program hem çocukları kendisine çekerken, hem de nefret doğurmaktadır.
Moser’in klasik pedagog ya da gerçeklerden kopuk olarak değerlendirdirdiği Augsburg Üniversitesi profesörlerinden Glogauer, medyanın etkilerinin “klasik yöntemlere”6 göre incelendiği araştırmalardan bazı örnekler vermektedir. Örneğin:
“Klassische Medienwirkungsforschungen” (klasik medya etki araştırmaları) adı verilen araştırmalarda, elektronik medya araçlarını kullanan bireyler pasif durumda görülür, medya araçları bireylerin düşünce yapısına, davranışlarına v.b. biçim verir.
1. Michael Charlton, Elsa Liebelt’in 70’ li yıllarda yaptıkları araştırmalara göre, ailesinden sevgi ve ilgi göremeyen ya da ailesinde genel armonik istikrarı göremeyen çocuklar, medya araçlarıyla aralarında mesafe koyamıyorlar aksine özdeşleşiyorlar. Televizyon veya bilgisayar oyunlarında devamlı gösterilen şiddet sahnelerini bu tür sorunlu olan çocuklar realize etmeye yeltenebiliyorlar.
2. Lerkovitz’ in uzun süreli yaptığı araştırmalara göre, küçük yaşta (3. sınıf öğrencileri) şiddet dolu sahneleri seyreden çocuklarda etkiler, on sene sonra ortaya çıkıyor. Sürekli şiddet yüklü programları tüketen çocuklar (birçok araştırmacının da aynı fikirde olduğu gibi) belli bir zaman içinde, gerçek yaşamda yaşanan şiddet eylemine karşı tepki göstermemeye başlıyorlar.
Diğer belirtilmesi gereken husus ise, şiddet fenomeninin cinsler üzerinde farklı etkileri olduğunun tahmin edilmesidir. Örneğin kız çocukları, şiddet karşısında daha çok içine kapanır bir durum sergiliyorlar (introvertiert), kendilerine korku veren sahneleri daha çok rüyalarında, kabus formunda çözmeye çalışıyorlar.
Diğer bir teze göre, kız çocukları, dizilerde şiddet saçan kahramanlarının, örneğin He-man7 gibi, ilk etapta güzel ya da etkileyici bir figür olup olmadığına dikkat ediyorlar, dizinin sonunda kötüyü “maalesef” kaba güce başvurarak mağlup etmek zorunda olan iyi kahramanın sosyal yönlerini dikkate alarak (örneğin diğerleriyle olan insani ilişkileri, ya da ilginç şakalar yapıp sempatik olması gibi) şiddet sahnelerini görmemezlikten geliyorlar.
He-man, bir çizgi film dizisi olup, bir çok çocuğun ilgisini toplamıştır.
Erkek çocuklarında ise durum daha sorunlu bir halde gözüküyor. Erkek çocukları, sosyal çevresindeki diğer erkeklerin davranışlarını kendilerine model edinerek, şiddet unsurları taşıyan dizilerde çevresinin kendilerine lanse ettiği davranış modelini görmek istiyor. Örneğin ailesi olmayan, Hamburg’ta kimsesizler yurdunda kalan on iki yaşındaki Haydar, çevresindeki şiddete bir çok durumda başvuran Türk arkadaşları8 nedeniyle, şiddet gösterilen programları tercih etmekte ve kendisini şiddet uygulayan kahramanların davranışlarıyla özdeşleştirerek, içinde bulunduğu sosyal çevrenin sahip olduğu davranış modelini dizilerle onaylama çabasındadır.
Haydar’ın etrafındaki yine kendisi gibi sosyolojik sorunları olup şiddet uygulayan Türk arkadaşları devamlı döverek problemlerini çözmeye çalıştıkları için, gerçek Türk erkeğinin en büyük özelliğinin dövücü olduğunu zannetmektedir.
Medyanın bireyler üzerine yaptığı etkilerin incelendiği araştırmalarda unutulmaması gereken, Moser’in de altını çizdiği gibi, çocukların şiddet içeren davranışları ile medya araçları arasında dar açılı bir korelasyonun kurulmasının yanlış olabileceğidir. Bireyin gösterdiği saldırgan davranışları tek boyutla medya etkisine bağlamak, günümüz medya anlayışına göre yanlış görünmektedir. Fakat bu da, televizyon ekranından bireye ulaşan şiddet sahnelerini savunmak anlamına gelmemektedir.
3. Çizgi film analizi
3.1. Neden çizgi film analizi?
Televizyonu boş zamanlarında yoğun bir şekilde tüketen çocukların tercih ettiği programlar türleri arasında da büyük farklılıklar bulunmaktadır. Daha çok gerçekleri yansıtan “Reality-TV” gibi program türünden kaçan çocukların en çok sevdiği program türleri arasında çizgi filmler en ön planda bulunmaktadır. Özellikle Glogauer’in araştırmalarında 9 ile 10 yaşları arasındaki çocuklarda, çizgi filme olan ilgi en yüksek orandadır. Bunun nedeni ise daha çok çocukların yoğun olarak televizyonu tükettiği saatlere çizgi filmlerin alınmış olmasındandır denilebilir. Çocuğun yaşının değişmesiyle çizgi filmlerden gönderilen mesajın daha farklı algılandığı ise Hamburg’ta yapılan araştırmada vurgulanmaktadır. Bunun dışında, yaşın değişimiyle birlikte, tercih edilen çizgi filmin türünde değişiklik olduğu, kız ve erkek çocukların seyrettikleri programların türünde de cinsiyet farkından kaynaklanan farklılıkların olduğu saptanmıştır. Örneğin erkek çocukları genelde aksiyonun ve gerilimin yüksek olduğu savaşı yansıtan çizgi filmleri tercih ederlerken, kız çocukları daha çok sosyal tarafı önplana çıkan, gerilim ve şiddetin etkin olmadığı “sakin” filmleri tercih etmektedir.
3.2. He-Man dizisinin genel bir özeti
Çizgi filmi severek tüketen çocukların (bir çok Almanya genelinde yapılan araştırmaların da ortaya çıkardığı gibi) en çok beğendiği dizilerden biri olan, Türkiye’de on sene öncesine kadar haftada bir gün yayınlanan “popüler” He-Man adlı dizinin bütün bölümlerinde standart bir şekilde işlenen konusu şu şekildedir:
Ailesiyle birlikte Eternia adlı bir gezegende ve Grayskull adlı şatoda yaşayan, erotik çekim gücü yüksek olan ve insancıl yüz hatlarına sahip olan Prens “Adam”, kendine tam anlamıyla güveni olmayan korkak kişiliğe sahiptir. Prens Adam’ın yaşadığı gezegenin, dolayısıyla Adam’ın monarşist ailesinin altında yaşayan “halk tabakalarının”, “kötüler”, özellikle kötü yüzlü Skelator tarafından tehdit edilmesi karşısında, korkak olarak bilinen Prens Adam bir anda sihirli güce sahip olan kılıcı sayesinde güçlü ve yenilmez savaşçı He-Man tipine dönüşerek “kötüler” adı verilen güce her defasında kaba güç kullanarak hak ettiği cevabı vermektedir.
He-Man esasında hiçbir zaman çatışma içine girmek istemez! Kendi kendine kötülere saldırmaz, aksine durum gerekli olduğu zaman (gezegenin geleceği tehlikeye girdiği zaman), sihirli kılıcının ve kendisi gibi korkak kaplan tipinden cesur, yırtıcı ve ulu hale dönüşen kaplan dostu yardımıyla, her türlü fiziki şiddet kullanarak kötüleri cezalandırıp geldikleri gezegenlerine geri gönderir.
3.3. Diziye eleştirisel bir bakış:
Amerikan ürünü He-Man, konusu bakımından bir çok Action-Cartoons dizileriyle ortak özellikler göstermektedir. Bütün bu türde üretilmiş dizilerde, iyi olan güçlerin kötü olan güçleri savaşarak yenmesi söz konusudur. Dizilerde kendilerini iyi olarak nitelendiren güçler, kötülere karşı yürüttükleri savaşlarda kullandıkları şiddeti, iyi şeyler peşinde olduklarını öne sürerek haklı hale getirmeyi başarırlar. Zaten dizinin kurgulanması, kendilerinin iyi olduklarını öne süren güçlerin bakışı açısından yapılmıştır. Diğer bir deyişle, diziyi izleyene iyilerin dünyası yakından tanıtılır, fakat kötülerin dünyasına hiç bir zaman inilmez, çünkü onlar kötü olarak kalmak zorundadırlar, yoksa izleyici iyilerin kullanmak zorunda olduğu “haklı savaşı” soru haline getirmeye başlayacaktır. Gözle ilk etapta görülemeyecek olan diğer bir manipülasyon ise film tekniği ile gerçekleşmektedir: İyilerin, kamera ile yakından, kötülerin ise uzaktan sahnelendiği dizilerde, seyirci kendini otomatikman iyilere yakın hisseder ve kötülerin yenilmesi gerektiğini düşünür. Kurgunun önemli öğelerinden biri olan seslendirme de önemlidir. Kötü olandan izleyicinin nefret etmesini sağlamak amacıyla, kötünün aktif gözüktüğü sahnelerde ürkütücü, soğuk bir melodik ses duyulur, bununla seyirciye kötünün yapacağı hamleyi nefretle kınaması gerektiği mesajı verilir.
İyi olarak tanıtılan karakterler ise güzel, erotik , humanist ve sempatik bir izlenim bırakırlar. Buna karşılık kötüler (seslendirmede izleyene korku verirlerken) hem giydikleri kıyafetlerle (soluk, koyu renkli ürkütücü elbiseler) hem de çirkin dış görünüşleriyle, seyircinin kendilerini tanımalarını engelleyici ön yargıları oluştururlar.
Sonuçta He-Man türü diziler yardımıyla, seyircilerin somut dünya gerçeğine yansıyacak olan stereotip davranışlar ortaya çıkmaktadır. İnsanı düşündüren ise, küçük yaştan itibaren, iyilerin savaşlarını çeşitli tekniklerle legal hale getiren bu tür dizileri seyreden çocukların, gerçek dünya şartlarında da bu tip düşünce şemasını uygulamaya çalışmalarıdır. Yetişme çağında bulunan çocuklar, dünyada iyi ve kötülerden oluşan iki kutbun var olduğunu bu tür diziler sayesinde zannedecekler ve ülkelerindeki siyasal güçlerin (bunlara iyi güçler diyelim (!)) kendilerinin haklı olduklarını savunarak (aynı Action-Cartoons dizilerde uygulanan manipülasyon teknikleri gibi) başka bir ülke ile (kötü güçler!) savaşa girmelerini onaylayacaklar ve bu savaşı fiziksel formda da birlikte yürüteceklerdir. Buna en güzel örnek geçen yıl yeni dünya düzeni oluşturmaya çalışan eski batı blok ülkelerinin, eski doğu blok ülkesi olan, yeni dünya düzenine ayak uydurmak istemeyen, siyasal ve ekonomik yönden zayıf durumda bulunan Yugoslavya’ya karşı yürüttükleri savaş verilebilir. Kosova’nın Yugoslavya tarafından işgal edilmesini neden olarak gösteren batılı devletler, Yugoslavya’yı kendilerini haklı görerek bombalamışlardır. Burada göze hemen çarpan, Batılıların basın yardımıyla, yaptıkları bombalama aksiyonlarında kendilerini haklı ve iyi olarak göstermeleri, Yugoslavya’yı ise kötü olarak -kötü adam Milosoviç- takdim etmeleridir. Buradaki manipülasyon, savaşın hep bir açıdan aktarılmasıdır: Örneğin Kosovo’daki yaralılar, ya da öldürülen insanlar kameranın tüm yakınlığıyla ve gerçekliğiyle görüntülenip, Avrupa ülkeleri insanlarına medya araçları ile gösterilmekteydi. Bununla amaçlanan –ölen insanların özellikle teker teker televizyonda Avrupa halklarına gösterilmesiyle– Avrupa kamuoyunda belli bir acıma duygusunun geliştirilip, Yugoslavya’ya karşı nefret duygusunun kamçılanması ve Kosova’da acı çeken insanların kişisel acılarıyla Batı ülkeleri insanlarının kendileriyle özdeşleştirmelerinin gerçekleşmesiydi. Böylelikle, Batının savaşının haklı bir nedene bağlı olduğunun ve Yugoslavya’nın bu savaşı hak ettiğinin altı çizilmek istenmişti. Bununla, Kosovo somut problemi, Batılı devletlerin politik güçleri tarafından gerçek arzularını yerine getiren maşa ya da malzeme olarak kullanılırken, Yugoslavya’nın bombalanmasının gerçek nedenleri maskelenmişti.
Diğer bir manipülatif nokta ise, savaşın nasıl geliştiğinin anlatıldığı NATO askeri brifinglerinde, aynen Action-Cartoon dizilerinde olduğu gibi, NATO tarafından yürütülen savaşın temiz ve kansız bir şekilde anlatılması, yürütülen savaşın sanki bilgisayar oyunu oynayıp, düşman gemilerini batırmaya çalışan çocuğun yaptığına benzer şekilde anlatılmasıdır. He-Man dizisinden de hatırlanacağı gibi, He-Man’ın yürüttüğü savaşlarda, kötülerin üzerinde yarattığı fiziksel şiddet gözükmemektedir, o nedenle de çocuklar yaralanan ya da yok olan kötü varlıkların acıları hakkında bilgi sahibi olamamakta, dolayısıyla gerçek dünyada acı çeken insanlara karşı vurdum duymaz olabilmektedirler. (bkz.Glogauer, s. 156) Herhalde Hamburg yöresinde yapılan araştırmalarda ortaya çıkan sonuç bir şaka niteliği taşımaktadır: Araştırmaya göre, çocuklar bu tür dizilerde kan veya parçalanmış vücutlar görmedikleri için, “gülmektedirler”, çünkü çocuklar , sözüm ona bu tür dizilerin gerçek olmadığı, fantazik bir ürün olduğunu bilmektedirler. Araştırmalardan çıkan sonuca göre çocukları sadece ilgilendiren ve hayran bırakan, dizideki kahramanların çeşitli olağanüstü teknik ürünü olan savaş aygıtlarını kullanarak gerçekleştirdikleri savaş hamleleridir. (bkz. Theunert, s. 100-101)
/Herhalde çocukların bu tür, fiktif yanı ön planda bulunan filmlere “güldükleri” bilindiği için, Batılı ülkeler, Yugoslavya’ya karşı yürüttükleri savaşı fiktif bir düzende sunarlarken, insanları Körfez Savaşı’yla başlayan “savaşı televizyondan cips yiyerek seyret!” mentalitesiyle güldürmeyi amaçlamakla birlikte, oluşturmayı büyük bir oranla tamamladıkları emperyalist-kapitalist yeni dünya düzenin parçası olan savaşların, teknolojik tüm yenilikleri gözleri kapalı benimseyen insanları düşündürmemesi ve oportünist bir şekilde kabul etmesi hedeflenmektedir. Bu nedenledir ki, yeni dünya düzeninin gelecek savaşları, daha fiktif bir şekilde kamuoyuna aktarılırken, teknolojiye ayak uyduran, gittikçe hissisleşen ve bireyselleşen modern insanının savaş somut gerçeğini algılaması, daha çok fiktif bir boyutta gerçekleşirken, savaşın akan sıcak kanı onu sadece güldürecektir.
- Eğitimcilere tavsiyeler
Çocukların büyük bir oranının tükettiği televizyon medya aracı, artık günümüz şartlarında çocuğun günlük yaşantısının parçası durumuna gelmiştir. O nedenle sözü olan bu medya aygıtını çocuğun tüketimine yasaklamak girişimleri bir sonuç getirmeyecektir. Önemli olan, çocuğun gelişiminde en önemli payı olan ailenin ve okulun bu konuda duyarlı olmaları gerekliliğidir.
Çocuğun sosyalizasyonundan birinci derecede sorumlu olan ailelerin yapabileceği en önemli adım, çocuğun hangi tür programları severek seyrettiğini saptamaları ve (ailenin eğitim seviyesi yüksekse) bu programlar hakkında çocukla birlikte konuşarak eleştirisel bakış açısının çocukta oluşturmasıdır. Alt katman üyeleri olan aileler çocuklarıyla seyrettikleri programlar hakkında konuşabileceklerini düşünemiyorlarsa, en azından okulla temas içine girmeli ve çocuğun eğitiminden sorumlu olan öğretmenlere çocuklarının medya alışkanlıkları hakkında bilgi vermelidirler. Bunun gerçekleşmesi için de, özellikle küçük çocukların tek başlarına televizyon seyretmemeleri ve bir çok ailede çocuğun küçük yaşlarda odasına giren televizyonun girdiği odadan uzaklaştırılmasıdır.
Çocuğun toplumlaşmasında ikinci öneme sahip okul ise, çocukların televizyon tüketimi sırasında yaşadıklarını, duyduklarını eğitimin konusu haline getirmek zorundadır. fiu kesindir ki, zararları olan bir şeyin zararlarını kaldırmanın tek yolu, aktif bir şekilde zararların üzerine gitmektir. Öğretmenler, çocuklar arasında yaygın olan televizyon dizileri v.b. hakkında bilgi sahibi olmalıdır, ya da öğretmen bu dizileri seyretmelidir ki, çocukları dizide hayran bırakan ve ilgilendiren bölümleri hakkında çocuklarla yapıcı bir görüşme başlayabilsin. Böylelikle eleştirisel bir bakış çocuklarda oluşabilir ve gelişebilir.
Diğer bir önemli husus ise, eğitimcilerin yaşadığımız dünyada var olan şiddeti legal hale getiren dizilerdeki şiddet unsurlarını çocuklarla konuşmaları zorunluluğudur.
Çocuklara televizyonda ortaya çıkan şiddetin, öyle sanıldığı gibi basit boyutlarda olmadığı anlatılmalı, birisine yapılan saldırgan bir hareketin, vurma, yaralama gibi, fiziki ve psişik sonuçları olduğu vurgulanmalı ve çocukların şiddet dolu sahneleri görmeleri sonucunda hangi duygular içine girdikleri saptanıp, üzerine gidilmelidir. 0DİPNOTLAR:
(1) Fransız ressamlarından Nicolas Poussin, uzun yıllar İtalya’da yaşamış ama ulusal kimliği yüzünden devamlı hor görülmüş, bu nedenle de, bu sorunun bilincine varan klasik barok ressamı Poussin tablolarında kültürler arası iletişimi, kardeşliği sürekli olarak tematize etmiştir.
(2) Tüketimin sözlük anlamı, üretilen birşeyin tüketimi anlamında olup sözcüğe olumsuz bir anlam kazandırır.
(3) Katharsis-Hyphotese adı verilen bu teze göre, insanların içinde daima bir saldırganlık potansiyeli vardır, bunun ise azalması gerekmektedir. O nedenle de insan, örneğin şiddet dolu filmleri seyrettiğinde, içinde bulunan şiddet azalır, ya da diğer bir deyişle insan deşarj olur. Fakat 1950’lerde ortaya atılan ve ilk başlarda oldukça fazla destekçisi olan tezin sempatizanları azınlık durumundadır.
(4) Çizgi filmlerindeki şiddet unsurlarına çocukların nasıl tepkide bulundukları araştırılmıştır.
(5) Reality-TV adı verilen programların özelliği, günlük yaşantıda meydana gelen, şiddet içerikli gerçek olayların tüm çıplaklığıyla seyircilere gösterilmesidir.
(6) Klassische Medienwirkungsforschungen adı verilen araştırmalarda, elektronik medya araçlarını kullanan bireyler pasif durumda görülür, medya araçları bireylerin düşünce yapısına, davranışlarına vb. form verir.
(7) He-Man bir çizgi film dizisi olup birçok çocuğun ilgisini toplamıştır.
(8) Haydar’ın etrafındaki yine kendisi gibi sosyolojik sorunları olup şiddet uygulayan Türk arkadaşları devamlı döverek problemlerini çözmeye çalıştıkları için, gerçek Türk erkeğinin en büyük özelliğinin dövücü olduğunu zannetmektedir.YARARLANILAN KAYNAKLAR:
— Hein Moser. Einführung in die Medienpädagogig: Aufwachsen im Medienzeitalter. 1995
— Helga Theunert und Bernd Schorb. Mordsbilder: Kinder und Fernsehinformation. 1995.
— Helga Theunert, Renate Pescher, Petra Best. Zwischen Vergnügen und Angst: Fernsehen im Alltag von Kindern. 2. Auflage. 1994. Hamburg
— Kurt Witzenbacher. Preis der Unterrichtsplannung. 1994. München
— Werner Glogauer. Die Medien verändern die Kindheit. 3. erweiterte Auflage. 1995. Weinheim
BİLGEHAN FONK