MERAY ÜLGEN: “Tiyatroya yabancı bir toplumuz!”
Güney dergisinin bu sayısındaki söyleşi konuğu karikatürist, tiyatro yönetmeni, tiyatro oyuncusu ve oyun yazarı Meray Ülgen…
Söyleşi için Berlin’de “Tiyatrom” tiyatrosundaki randevuya gittiğimizde Meray Ülgen’in sağlık durumu kötüydü. Buna rağmen bizimle söyleşti. Kendisine geçmiş olsun dedikten sonra söyleşiye geçtik…
GÜNEY: Okurlarımız sizi, dergimize çizdiğiniz karikatürlerinizden tanıyorlar. Fakat okurlarımız Meray Ülgen hakkında yeterli bilgiye sahip değiller… Bize biraz Meray Ülgen’i siz tanıtır mısınız?
MERAY ÜLGEN: 1941’de Akşehir’de doğdum, yani Nasreddin Hoca’nın memleketinde… Annem ilkokul, babam ortaokul öğretmeniydi. Ben küçük yaşlardayken annem keman çalmam için çok uğraştı. Babam tiyatroya çok meraklıydı. Okulda öğrencileriyle yılda iki tane oyun koyardı. Bir tanesinde ben de oynadım. Oyunlarda oynayanlardan bir tanesi daha sonra Devlet Tiyatrosu’nda görev aldı. ‹şte o dönemlerde tiyatroya bir yakınlık duymuş olacağım ki, daha sonra tiyatroyla haşır neşir oldum. Bu arada karikatür denilen olayı çok seviyordum. Desenle koskoca bir sayfada anlatılabilecek bir şeyi anlatmanın hoşluğu herhalde… Veya küçük yaşlarda belki karikatürün, çizgilerin bende yarattığı hoşluk beni karikatüre itti. Daha sonra ortaokul ikinci sınıfta Akşehir’den taşındık. Babamla annemin tayini ‹stanbula yapıldı ve ‹stanbul’a geldik. ‹stanbul’da, ortaokul ve lise çağlarında pek tiyatro çalışması olmadı… Çünkü okuduğum Vefa Lisesi’nde böyle birşey yoktu. Lise son sınıfta Türkçe öğretmenine gittim, dedim ki; “Bakın, başka okullardan bize davetiye geliyor. Lise bitirme eğlenceleri yapılıyor. Müsamereler düzenleniyor. Acaba sizin öncülüğünüzde son sınıf öğrencileri olarak biz de bir şey yapsak, bir oyun sahneye koysak ne dersiniz?”. Pek kızmıştı bana… Gidin derslerinize çalışın demişti. Küçük yaşlarda tiyatroyu çok sevdiğim için, kimi tiyatrolar gelirdi, onlara giderdim. Lise çağlarında ben tiyatro yapamadım ama, arkadaşları organize edip onları tiyatroya götürürdüm. Küçük Sahne’ye, fiehir Tiyatrosu’na vs. Her neyse, üniversite çağlarında babamın öğrencisiyle pat diye karşılaştık. O tiyatro yapıyormuş. Beni tiyatro yapmak için çağırdı. Ben ortaokulda oynadığım iki oyundan sonra üniversite çağlarında amatör küçük bir gruba girmiş oldum. O zamanları düşününce, “Hoşmuş meğerse… Çok güzelmiş, bizim gençliğimiz!” diyorum. fiimdiki gençleri görünce çok üzülüyorum. Çünkü, örneğin Teknik Üniversite Tiyatrosu diye bir tiyatro vardı. Oradan pek çok ünlü oyuncu çıktı. fiu anda hâlâ oynuyorlar, yönetmen oldular. TÜ, belli bir bütçe ayırıyordu her yıl, orada tiyatro yapılsın diye ve orada bir öğrenci derneği vardı, TÜ’de. Bu öğrenci derneği, o zamanlar, 1960-61 yıllarında, hatırladığım kadarıyla beşbin lira gibi bir bütçeleri vardı ve bu o günün şartlarında çok iyi bir paraydı. Bir oyun çıkabiliyordu bu parayla. fiimdi o üniversiteleri medreseleştirmeye çalışıyorlar. Ve amatör çok güzel tiyatrolar vardı. Sadece TÜT değil, başka özel tiyatrolar da vardı ve bu tiyatrolarda yetişenler bugün Türkiye’de hâlâ sayılı tiyatrolarda oyuncu veya yönetmen olarak çalışıyorlar. Bunların “Türk Tiyatrosu”na katkıları oldu. Bir rejisör arkadaşla konuştuğumuzda, “Çok geriledik” demiştim. O da şunu söylemişti: “Artık amatör tiyatrolar kayboldu. Oradan eleman gelmiyor”. Konservatuarlardan gelenlerle bu iş yürümüyor. Birisi çok isteyerek ve karşılık beklemeden yapıyor; diğeri meslek olarak seçip sonradan ben hangi daireye kapağı atarım diye bakıyor. Daire diyorum, çünkü Devlet Tiyatrosu oyunlarını seyrettiğiniz zaman bir sürü memur zihniyetli oyuncular görüyorsunuz. Hepsi için demiyorum ama, büyük bir kısmı öyle.
Amatör tiyatrolar 50’li, 60’lı yıllarda yaşayabildiler. Sonra da egemen güçler baktılar ki, tiyatro yapan insanlar, tiyatro yaparak başka insanları uyandırabiliyorlar. Yavaş yavaş ‘nasıl yok ederiz’i düşündüler ve yok ettiler de… Bir 12 Mart, bir 12 Eylül, bütün bu güzelliklerin hepsini mahvetti, yoketti.
60’lı yılların başlarında iki tane öğrenci kuruluşu vardı. Birisi Türkiye Milli Talebe Federasyonu, diğeri Milli Türk Talebe Birliği. MTTB sağcıların elindeydi, diğeri solcuların elindeydi. TMTF her yıl uluslararası-ünversitelerarası bir festival düzenliyordu. Bu festivale dünyanın her tarafından üniversite öğrencileri, tiyatro, orkestra, folklor, halk dansları gibi etkinliklerle geliyorlardı. Etkinlik temmuz, ağustos aylarında üç hafta kadar sürüyordu. ‹stanbul’da müthiş bir kültür şenliği oluyordu. Yaz aylarında fiehir Tiyatroları ve diğer tiyatrolar kapalı olduğundan, festival sayesinde her sahnede değişik günler, değişik oyunlar sahnelenirdi. Biz, yetişebildiğimiz kadarıyla birisinden çıkıp diğerine koşardık. Festival boyunca her sabah “Sahne Kapısı” isminde bir de dergi çıkardı. Orada bir gün önce yapılan oyunlar hakkında bilgiler verilir, oyuncular veya rejisörlerle yapılan konuşmalar, tartışmalar bir sonraki gün gazetede çıkardı. fiimdi düşünebiliyor musunuz, dünyanın her yanında gencecik, pırıl pırıl insanlar geliyor bir kültür güzelliği halinde, üç hafta boyunca birçok etkinlikle ‹stanbul çok başka bir dünyaya girip çıkıyordu. Ben bunları gördüğüm için çok mutluyum. fiimdi bunları göremiyorsunuz. Sadece çok profesyonelce yapılan bir ‹stanbul Festivali var. Güzeldir ama, öteki çok bambaşka birşeydi. Anlatamam o güzelliği. Bir açılış yapılıyordu örneğin, müthiş bir şenlikle geçit resmi yapılırdı. Karnaval esprisinde. Her grup, ulusal kıyafetleriyle halk dansları toplulukları, masklarıyla tiyatrocular vb. Bunların hepsi üniversite öğrencileriydi. Ben de ‹TÜ adına üç kez katıldım, oyunlar oynadık. Sonra üç dört yıl sonra gene birileri birşeyler yaptı ve o işi kapattılar, bitti. O güzellikleri ve çok zor elde edilen birtakım hakları bir anda yokettiler. fiimdi niye böyleyiz sorusunu sorarken geçmişe dönüp bir bakmak gerekiyor. Kitlesel aydınlanmaya yönelik tüm güzel etkinlikler egemenleri korkutuyor. ‹lk fırsatta ezmeye çalışıyorlar. Ve beceriyorlar da. Köy Enistütülerinin kapatılmasında olduğu gibi örneğin. Sonuç: Ortalıkta cehalet, bilgisizlik kol geziyor…
GÜNEY: Yönetmenliğe nasıl başladınız?
MERAY ÜLGEN: Ben amatör tiyatrolarda çalıştım, profesyonel, yarıprofesyonel tiyatrolarda çalıştım. Türkiye’de 60’lı yılların ortalarındaydı galiba, TÖS ilk defa bir tiyatro kurdu. Sendikanın başında o sıralarda Fakir Baykurt vardı. Bu tiyatronun amacı şuydu: fiehir şehir dolaşacağız –turne tiyatrosu– insanlara tiyatroyu götüreceğiz. Çok idealistçe başlanmış bir olaydı. 26 kişilik bir grup oluşturduk. Ören’de öğretmen dinlenme evleri vardı, gittik orada oyunumuzu hazırladık, prömiyeri yaptık. TÖS’ün her kasaba veya şehirde şubeleri var. Bunlar kendi şehirlerinde organize yapacaklardı. Ana kademe olan merkez de bizim turneyi örgütleyecekti, biz de otobüsümüze atlayıp şehir şehir dolaşacak, oyunumuzu oynayacaktık. Sonra ortaya çıktı ki, hiç birşey örgütlememişler. Sermet Çağan’dı rejisörümüz ve “Ayak Bacak Fabrikası”nı oynuyorduk. “Arkadaşlar” dedi Sermet Çağan, “Sizlere kötü bir haberim var, maalesef hiç birşey örgütlenmemiş. fiu anda programda nereye gideceğimiz belli değil. O yüzden de oyunları birkaç haftalığına durduruyoruz. Herkese bir görev vereceğim, herkesi bir şehire göndereceğim.” Biz ayrı ayrı şehirlere gittik ve TÖS’ün o şehirde bulunan şubesiyle görüşüp oyunları organize ettik. Bir hafta on gün sonra Bartın’da buluştuk. Bartın’da oynadık. Sonra kıyı kıyı Karadeniz’i dolaştık. Erzurum’a kadar gittik. Erzincan, Sivas, oradan aşağılara indik. Adana, Mersin, Silifke, Akşehir, ‹zmir… üç ay süren bir turne yaptık. Sonra yürümedi. Sonra birkaç oyun daha çıkardılar ama yürümedi…
Bir dönem sonra baktım ki, Türkiye’de birtakım insanlar tiyatro yapıyorlar, aileleri zengin. Maddi sorunları yok. Veya birtakım insanlar tiyatro yapmak istiyor, kendini garantiye almaya çalışıyor. Ya şehir tiyatrosuna, ya devlet tiyatrosuna girmeye çalışıyor. Oraya girince her ay maaşını alıyor. Oynasa da maaş geliyor, oynamasa da. Amatör tiyatrolar gerçekten tiyatro yapmak istiyorlar, çırpınıyorlar üç kuruşa ne yapabiliriz diye, sonra tabii yürümeyince batıyorlar. ‹şte ben o hengâmeler içinde –askerden dönmüştüm– çalışmam lazım. Kenterler oyuncu arıyorlarmış, kalabalık bir oyun için… Sermet Çağan, “Git, bir müracaat et” dedi. Gittim. Gelenlerin bir çoğu çoluk çoluk. Ama zengin ailenin çocukları. O dönemde, 65-66 yıllarında geçinebilmem için, evden kalkıp tiyatroya, tiyatrodan kalkıp eve gitmek için 300 liraya ihtiyacım var. Ben 500 lira istedim aylık. Çok geldi. Babam vefat etmişti, annem de öğretmenlik yapıyor; “Anne, para ver, ben tiyatro yapacağım”a dönecekti iş. Olmadı. Ben para kazanmak için çeşitli işlere girdim. Örneğin, bir otel yatakları fabrikasında satış şefliği yaptım. Sevmedim o işi. Bir bankaya girecektim, istemedim. Çok eğlenceli bir Babıali işine girdim. Sayfa düzenlemesi yaptım bir ansiklopedide. Sonra “Ya bir dışarıya çıksak, bir ufkumuz genişlese…” dedim. Almanya’da çok eski bir arkadaşım vardı. O da gel filan dedi. Pasaportumu aldım geldim. O sıralar turist olarak çok rahat geliyordunuz, üç ay otomatikman kalabiliyordunuz. Sonra doktora yapmak için müracaat ettim.
Ben ‹ktisadi ve Ticari ‹limler Akademisi’nden mezun oldum. Benimle bağdaşmayan bir iş… Üniversiteye girmem de çok ilginç… Benim liseden mezun olduğum yıl üniversiteye derece ile almaya başladılar. Sınav yoktu. Lise bitirme notlarınızın ortalamasıyla girecektiniz biryerlere. Girmek istediğiniz yerlere talep yüksek olursa tabii ki notlar yükseliyordu. Benim not ortalamam 7,2 veya 7,3’tü. Benim istediğim bölüme de 7,8’le girdiler. Hoş birşey oldu. Lise bitirmelerde askerlik sınavına girdim. Üç tane yüksek rütbeli subay bizi sınavdan geçiriyor. Öğretmenliğimizi yapan yüzbaşı veya binbaşı tam hatırlamıyorum, ben girince, “Çok iyi bir talebem geldi” deyip beni tanıştırdı. Kara Kuvvetleri, Deniz ve Hava Kuvvetleri’nin dağılımı vardı. Benden önce sınava giren arkadaşa da bu dağılımdan birinin devamını çizmelerini istemişler ama o devamını getirememiş. Her neyse benim sorular sınavı bitirip çıktım. Diğer arkadaş da biraz üzgün çıkmıştı. Pek iyi geçmemiş. Neyse karneleri aldık. Benden bir önce olduğu için o alıp baktı karnesine, bir “Olamaz!” sesi geldi. Ben de baktım ve ben de “Olamaz!” dedim. O benden önce sınava girdiği için benim notumu ona, onun notunu bana atmışlar. Sınıfta bıraksalar işime yarayacak ama her Türk çocuğunun hakkı “beş”tir demişler ve ona da “on” numara vermişler. Diyeceksiniz ki, n’olur? ‹şte o yıl “0,2”ler önemli oldu. Ben arkadaşa söyledim, dedim ki, “Kusura bakma, ben muavine söyleyeceğim. Bu sınav notunun değiştirilmesi gerekiyor.” Muavine gittim. Anlattım. “Meray” dedi, “Çok zor. Onlar şimdi birliklerine gitti. fiimdi bunları toparlıyacaksın, mektuplar yazılacak, bu üç tane subay gelecek, toplantı yapacaklar, aralarında karar verecekler ki, ‘hakikaten böyle bir hata olmuştur’, sonra seni çağıracaklar, yeniden sınavdan geçirecekler… Ki bu aylar sürer, sen bırak bu işi…” “Ama hocam” dedim, “Notlarla giriliyor, o puanlara ihtiyacım var…”. Olmadı! Velhasıl, ben yazdığım yerlerin hiçbirisine giremedim. Bir de tabii şöyle bir şey vardı: Anadolu’dan öyle yüksek notlarla geldiler ki öğrenciler… Mesela dört öğretmenleri yok. Öğretmeni olmayan derslerden on almış gelmişler…
GÜNEY: Peki siz hangi bölümü istemiştiniz?
MERAY ÜLGEN: Yetiştirilme tarzımıza göre, o anda ne revaçtaysa! Az önce benim anlattığım üniversiteye giriş ‹stanbul Üniversitesi için geçerliydi. Teknik Üniversite’ye sınavla giriliyordu. O zamanlar revaçtaydı, herkes ‹nşaat Fakültesi’ni yazdı. Ben de yazdım. Niye yazdığımı ben de bilmiyorum. Ama moda! Gençler arasında moda… Herkes ‹nşaat Fakültesi’ni yazıyor. Diyelim ki yüz kişi alınacak, üç bin kişi müracaat ediyor; sonuçta giriş zorlaşıyor. Ama ben en çok mimarlığı istiyordum, olmadı. Jeofiziği istedim, olmadı. Bildiğimizden değil. Kimse bizi bilgilendirmiyordu. Bu okulu ya da şu okulu bitirince ne oluyorsun? Edebiyatı sevdiğim halde gitmedim. Sonunda edebiyat öğretmeni olursun dediler bana. Babam zaten edebiyat öğretmeniydi. Hayır öğretmenlik de fena değil ama… Ama, örneğin burada, Almanya’da daha küçük yaşlarda başlıyorlar çocuğun kabiliyetine göre yönlendirmeye…
Jeofizik hoşuma gitmişti, onu yazdım ama askerlik dersindeki beşim on olsaydı girmiştim. Artık Devlet Su ‹şleri’nde mi yoksa madende mi çalışacaktım bilmiyorum ama emekli olmuştum şimdi…
‹ktisadi ve Ticari ‹limler Akademisi’nde girişim de şöyle oldu. O zamanki ismi biraz değişikti. Bir arkadaşım vardı. Geldi dedi ki, “Yahu senin cebirin iyidir, gel birlikte girelim, sen bana matematikte yardımcı ol.” Hiç niyetim yoktu ama girdim, ben ona yardım ettim… Kendi kağıdımı da doldurdum, onun kağıdını da doldurdum. Her ikimiz de kazandık. Sevmeyince bu sefer tiyatroya başladım. Sonra Almanya’ya geldim. Üç ay kalıp dönmeyi düşünüyordum aslında. Türkiye’de sıfırdan başlayacaktım. Giderek kalma durumu çıktı. Niyazi Turgay beni çağırarak, “Bir Türk tiyatrosu kurulması için bir öneride bulundu. “Zor” dedim. fiartlar ne? Hiçbir şey yok. Pahalı bir olay, oyuncu yok, para yok, pul yok… Sonra bir arkadaş vardı: Engin Akçelik… fiehir Tiyatrolarından. Geçinemiyormuş, buraya gelmiş. Bir metal fabrikasında çalışıyordu. Ona gittim, böyle bir teklif geldi, ben reddettim dedim. “Aman” dedi, “nasıl yaparsın, yapalım bu işi!” “Engin” dedim, “hiç bir olanak yok!”. “Aman bir başlayalım” dedi, belki gelir arkası…”
Ertesi gün gittim, “Tamam, biz yapıyoruz bu işi” dedim. “Tanıdığım birkaç kişi daha var, ben sana ekibi kuracağım” dedi. 7-8 kişi olduk. Volkshochschule Kreuzberg’de (Kreuzberg Halk Yüksek Okulu) başladık biz. O zamanki adımız “Berlin Oyuncuları” idi. Hiç birşeyimiz yoktu. Ben Volkshochschule’de ders veriyor görünüyordum. Oradan gelen öğretmenlik parasını ben tiyatro kasasına aktarıyordum. O bizim dekor ve kostüm paramız oldu. Böylece biz başladık. ‹ki oyun çıkaracaktık. Bir tanesi Aziz Nesin’in “Demokrasi Gemisi”; diğeri Brecht’in “Kuralla Kuraldışı”. Bunun nedeni, Türk yazarından bir oyun, Alman yazarından bir oyun… Sonra bizim arkadaşlar Brecht’in oyunu için “vatandaşlar tarafından sıkıcı bulunur” dediler. Bu yüzden Brecht’in oyununu iptal ettik. Sadece “Demokrasi Gemisi”yle başladık. Bu oyunu haftada bir oynuyorduk. Bir turne yaptık. Bu arada VHS’nin çatı katında bir odanın boşaldığını öğrendik. Orayı biz tamir ettik. 40 kişilik bir oda tiyatrosu yaptık. Orada ikinci oyunumuzu çıkardık. Çok güzeldi, çok sevdiğimiz bir şeydi. Gerçi millet beş katı nefes nefese çıkıyordu ama…
Daha sonra “Schaubühne” macerası başladı. Birkaç yıl da o sürdü. Sonra Köln’e gittim. Niyazi Turgay “Berlin Oyuncuları”nı tekrar canlandırmak istemiş. Bu arada Çetin ‹pekkaya’yı çağırmışlar. Ona benden bahsetmişler. O geldi beni buldu Köln’de. Ben nasıl geleyim dedim. Bütçeyi filan sordum, biraz bütçe çıkacak… Tiyatronun adı ne olacak? Düşünmeye başladık. Ben “Berlin Oyuncuları”nın devamı olsun diye aynı ismi önerdim ama olmadı o… ‹nsanlar benimsesin, bize ait tiyatro, tiyatromuz derken “Tiyatrom”… ‹şte bu tiyatronun ismi o gün Köln’de konuldu. Sonra geldim ben bir birbuçuk sene kadar çalıştım. Köln’deyken “Arkadaş Derneği”ndeki arkadaşlarla tanışmıştım. Onlar da orada tiyatro yapmak istiyorlarmış. Bir, birbuçuk sene sonra teklif geldi. fiartlar da uygun geldi bana. Gittim. Orada “Arkadaş Tiyatrosu”nu kurduk. Ama yer uygun değildi. Bir bodrum katında küçücük bir oda, küçük bir salon ve bir idare odası vardı. Her neyse, bu zor şartlar altında “Ne yapalım?” derken ben “Demokrasi Gemisi”ni çıkardım orada. Bir bakıma en rahat oyun oydu çünkü. Daha sonra büyükçe bir kata taşınıldı. Orada dört-beş yıl kalıp çalıştım. Sonunda oradan bir ekiple ayrılıp Wupper Tiyatrosu’nu kurduk. Vedat Erincin, Lilay Erincin, Barbara Krott ve ben. Birçok güçlükler içinde kurduğumuz bu tiyatromuz sürüyor hâlâ… Değişik birşeyler yapalım dedik… Hem Türkiyeli yazarların oyunlarını Alman toplumuna tanıtalım, hem de bizim seyircilerimize başka dilde yazılmış oyunları tanıtalım istedik. Ve şu anda Almanya’da yaşayan Türkiyeli insanları da ilgilendiren oyunları seçtik. Mesela çok hoş bir oyun vardı. “Über die Grenze / Sınırların Ötesi”… Hanif Kureishi’nin bir oyunu… Babası Pakistanlı, annesi ‹ngiliz. Orada, ‹ngiltere’de doğmuş… Oyunun yapısı Almanya’da karşılaşılan olaylara o kadar çok benziyordu ki, sanki oyun Almanya’da yaşayan yabancıları anlatıyordu. Kendi yazdığımız oyunlar oldu. Özellikle çocuk oyunları… Ben ve Vedat (Vedat Erincin / BN) çocuk oyunları da yazıyoruz. Bu tiyatroyu kurduk ama maddi güçlüklerle çok karşılaştık. Örneğin Barbara Krott, ki kendisi kostümcümüz, dekorcumuz ve dramaturgluğunu yapıyor tiyatronun, başka yerlerde çalışıp bizim tiyatromuzu destekliyor. Ben ve diğer arkadaşlar da başka yerlerde çalışıp maddi olanaklarımızı tiyatro için seferber ediyoruz. Yürütüyoruz ama ağır aksak yürüyor. Eğer yardım vs. alabilseydik o tiyatro çok başka yerlerde olurdu. Ayrıca kendimize ait bir tiyatro salonumuz da olmadı. Bir ara düşündük ama olmadı, bizim altından kalkamayacağımız büyük paralar gerekiyordu. Bütün bu güçlüklere rağmen “Wupper Theater” tiyatroseven insanlar arasında saygın bir yer edinmiş durumda. ‹sviçreli, Alman, Arjantinli bir dizi tiyatrocu arkadaş Wupper Theater’e katkıda bulundu, bulunuyor. Bu kuşkusuz çok olumlu, sevindirici bir gelişme.
Sonra ben arada sırada gelip Berlin’de çeşitli oyunlarda yönetmenlik yaptım, oyunlar oynadım. Örneğin “Sakıncalı Piyade”de Uğur Mumcu’yu oynadım. “Resimli Osmanlı Tarihi” sahneye koyduğum oyunlardan birisi… Sonra beni tekrar Berlin’e, Tiyatrom’a çağırdılar. Zaten eski kuruculardan olduğum için… Burada önce kolektif birşeyler yapmaya çalıştılar olmadı; Türkiye’den uzaktan kumandayla yönetmeye kalktılar olmadı… Velhasıl sonra ben geldim. Çeşitli sorunlarla devraldığımız tiyatroda öncelikle kaçmış bir seyirciyi yeniden toparlamaya çalıştık. Kadroda birtakım değişiklikler yapıldı. Her oyun için başka bir kadro kurma olanağı elde edebildik. Bu durum dışarda oynamak isteyen genç arkadaşlar için yer açma olanağı da sağladı.
GÜNEY: Tiyatrom bu yıl 15. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Ne tür etkinlikler planladınız? Kutlama programınız nasıl?
MERAY ÜLGEN: Burada Diyalog isimli bir tiyatro grubu var. Kimi yardımlarla yaşadı. Ancak sonra bu yardımlar kesildi. Dört yıldır da festival düzenliyorlar. Geçen yıl salonumuzu verdik; etkinliklerinin bir bölümünü Tiyatrom’da, bir bölümünü Ballhaus’da yaptılar. Bu yıl 15. kuruluş yıldönümümüzü kutlama esprisi içinde ortak etkinlik düzenliyoruz. 30 Eylül-23 Ekim tarihleri arasında yapılacak etkinliklerimizin bir kısmı burada, bir kısmı da Ballhaus’da olacak. Türkiye’den misafirler geliyor, onur konuklarımız geliyor, misafir oyunlar geliyor. Bizim iki tane üstüste prömiyerimiz var. Bir tanesi Aziz Nesin’in “Hadi Öldürsene Canikom”, diğeri Güngör Dilmen’in “Ben, Anadolu”… Konserler var. Vedat Erincin bu yıl yitirdiğimiz ‘Can Yücel’in “fiiir Alayı” kitabından kendi oyunlaştırdığı bir oyunu sunacak. “Ali Baba ve Kırk Haramiler”, “Leylek Sultan”, ”Hoş Geldin Jessica” adlı çocuk oyunları sunulacak. “Türkiye’den bir dizi konuk var… Örneğin; Diyarbakır Devlet Tiyatrosu, Nazım Hikmet’in “Yolcu” oyunuyla geliyor. Yine Nazım Hikmet’in “‹nsanlarım” oyununu Genco Erkal oynayacak. “Azınlıkta Kaldık” oyunuyla Uğur Yücel bizimle olacak… Ayrıca konferanslar, okumalar, değişik dillerde ve türlerde tiyatro gösterileri olacak.
GÜNEY: Sizin tiyatro alanındaki çalışmalarınız karikatür alanındaki çalışmalarınızdan çok daha fazla öne çıkıyor. Biz, sizin karikatür alanındaki çalışmalarınızı da öğrenmek istiyoruz. Biraz az zaman ayırıyorsunuz galiba…
MERAY ÜLGEN: Aslında karikatüre az zaman ayırabildiğim için ben de üzülüyorum. fiu bir gerçek ki, tiyatro benim çok zamanımı alıyor. Tiyatronun o kadar çok zorluğu var ki… ‹nsan sadece oyun koyup çekilemiyor. Bir sürü problemi var.
Karikatürün hoşluğu şurada: Kağıtla karşı karşıyasınız ve müthiş bir sıkıntı içindesiniz; doğuracak mı, doğurmayacak mı diye… Beğenmediyseniz, atabiliyorsunuz. Tiyatroda bu lüksünüz yok!
Sonra karikatür dışında tek meşgalem tiyatro da değil. Oyuncu olarak 30’a yakın Türk ve Alman yapımı sinema ve televizyon filminde rol aldım. Bunlar içinde özellikle Alman Birinci (ARD) ve ‹kinci (ZDF) televizyon kanallarında gösterilen “Tatort” (Olay Yeri) adlı polisiye filmler seyircisi çok olan filmler. Film oyunculuğu maddi yönden tabii ki olumlu fakat zaman diğer alanlardan bu arada tabii karikatürden çalınmış oluyor.
Karikatüre ben lise çağlarımda başladım. Hiç unutmuyorum, o dönem “Hayat” isminde bir dergi çıkıyordu. Gençlere birtakım olanaklar sunduklarını duydum. Ben de karikatürlerimi götürdüm… ‹lk karikatürümü beğendiler aldılar ve hemen orada bana onbeş lira para ödediler. A-aaa, nasıl sevindim, havalara uçtum… Her hafta “Hayat” almaya başladım, karikatürlerim çıkacak diye… Karikatürlerim yayınlanmadı; aldılar ama basmadılar. Ama onların parasıyla bir süre “Hayat” okuyucusu oldum; ister istemez… 50’li yılların sonlarında “Taş”, “Karikatür”, “Tef” gibi karikatür dergileri vardı. Karikatürlerimle onlara gittim. ‹simlerini, çizgilerini bildiğim kimi karikatüristlere karikatürlerimi gösterdim: “‹şte böyle şeyler yapıyorum, nasıl buluyorsunuz?” gibilerinden… Onlar da, “Oooo, bravo, aferin, aferin; çalış, çalış” deyip gönderiyorlar… Ben karikatürü seviyorum ama çizgilerimi değerlendiremiyorum. Kimi karikatüristler de var, onlar da dergilere yerleşmiş durumdalar. Baktım ki böyle olmayacak. Derken ben, 1964 yılıydı galiba, sergi açmaya karar verdim. ‹stanbul fiehir Galerisi vardı, Beyoğlu’nda. Onbeş günlüğüne kiralayabiliyordunuz; herhangi bir güçlük çıkarılmıyordu. Basın takip ediyordu. Üç yıl üstüste sergi açtım, bir süre geçtikten sonra dördüncüsünü açtım. Çeşitli karma sergilere katıldım. Genelinde gazete, dergi üzerinden değil, sergiler üzerinden karikatürlerimi dışa açtım. Çizgi ve espri anlayışım zaten pek günlük gazetelere gidecek türden değil.
Almanya’da da sergi açtım, Goethe Enstitüsü’nde… Almanya’nın diğer şehirlerinde de sergiler açtım. Burada, Goethe Enstitüsü’nde açtığım sergide yaşadığım bir olayı anlatayım… Dil kursuna gidiyordum, Goethe Enstitüsü’nde. Sergi açmamı teklif ettiler; kabul ettim. Ben yazısız karikatürleri çok seviyorum ve çoğunlukla yazısız karikatürler çiziyorum. Yazılı karikatürümü çok çok azdır. Sergiyi açtım. Goethe Enstitüsü’nün müdürü sergiyi gezmeye geldi. Baktı, baktı ve “Bunların altında yazı yok, ben birşey anlamadım” dedi ve ekledi: “Bunun altına yazı yazın!” Ben de; “Olur” dedim; “Ben bu karikatürlerin altına ancak ‘Yazısız’ yazısını yazabilirim!”. Sonra, açılışta benim bir konuşma yapmamı istediler. Ben karikatür, politika vs. üzerine birşeyler söyledim. Projektör vardı ve karikatürleri buradan gösterip birşeyler anlatıyordum. Bir karikatür vardı. Karikatürde Türk bayrağı; ay; ayın yanında yıldız yerine gamalı haç ve bayrağın altında bir politikacı vardı. Bu karikatürü gösterirken Goethe Enstitüsü’nün müdürü ayağa fırladı; “Nasıl yaparsınız böyle birşeyi?” vs. demeye başladı… Münakaşalar ardından sergi iptal edildi. Sergiyi topladım. Çeşitli imzalar toplandı; tepki gösterildi. Ve sergi birkaç hafta sonra yeniden açıldı…
Sonra çeşitli alternatif gazeteler çıkıyordu… Çeşitli alternatif grupların gazeteleri… Sonradan bu gruplar “Yeşiller” oldu. ‹şte bu grupların gazetelerine çeşitli karikatürler çizdim. Kimi sergilere ya da yarışmalara katıldım… Bu arada bir de karikatür albümüm yayınlandı.
GÜNEY: Söz yarışmalara gelmişken; sizin bir birinciliğiniz var. Biz GÜNEY’de ilk karikatürünüzü yayınlarken biyografinizi de yayınlamış ama yarışmada aldığınız derece konusunda bir de yanlışlık yapmıştık. Bu yanlışımızı sonradan dergide ek bir bilgiyle düzelttik. Bu olayı bir de siz anlatır mısınız?
MERAY ÜLGEN: Evet böyle bir yanlışlık oldu… Olay şöyle…
Daha önce Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun düzenlediği festivallerden bahsetmiştim. O festivaller çerçevesinde karikatür yarışması da olmuştu ve ben orada birincilik aldım. Aradan zaman geçti; şimdiki adı Boğaziçi Üniversitesi olan Robert Koleji’nde kısa film yarışması düzenlendi. O yarışmaya ben bir canlandırma filmle katıldım. Orada jüri başkanı Sermet Çağan’dı. Filmlerimizi verdik. O arada 12 Mart oldu; bütün gösteriler, toplantılar yasaklandı ve bilinmeyen bir tarihe atıldı. Birkaç ay sonra yapıldı. Fakat o arada Sermet Çağan vefat etti. Sonra benim yaptığım film birincilik ödülü aldı. Fakat bu ödülü bana verirken de –Sermet Çağan’ın anısına– “Sermet Çağan Ödülü” olarak verdiler. Sonra bu yanlış bir şekilde “Sermet Çağan’la birlikte yapılan film”, “ödülün Sermet Çağan’la paylaşıldığı” vs. olarak yansıtıldı. Kitaplara girdi. Kitaplara girince çıkarmak da kolay olmuyor… (Sözkonusu kitap Semih Balcıoğlu’nun hazırladığı “Cumhuriyet Dönemi Türk Karikatürü adlı antolojinin ilk baskıları / BN)
GÜNEY: Ama bu kez bütünüyle çıkarılmışsınız. Siz bu antolojinin son baskısını gördünüz mü bilmiyoruz ama “Güldiken” adlı dergide Turgut Çeviker’in verdiği bilgiye göre antolojinin daha önceki baskılarında varolan kimi karikatüristlerle birlikte siz de antolojinin yeni baskısında çıkarılmışsınız… Sizin bu konuda bilginiz var mı? Neden çıkarıldığınız konusunda yorumunuz nedir? Neler söyleyeceksiniz?
MERAY ÜLGEN: Bu soruyu o antolojiyi çıkaran Semih Balcıoğlu’na sormanız gerek… Belki, benim çizmediğimi düşünmüştür, bilemiyorum.
GÜNEY: Sizin karikatür çizmeye başladığınız dönem 50’li yılların sonu, 60’lı yıllar… Karikatür anlayışınız da daha çok “Orta Kuşak” denilen karikatürist kuşağının anlayışı: Sözün, konuşma balonlarının ya olmadığı, ya da çok az olduğu; espriyi çizgiyle anlatan karikatür anlayışı… Daha sonra daha çok söze dayalı, espriyi konuşma balonlarına yükleyen “Gırgır ekolü” denilen bir anlayış Türkiye karikatüründe etkili olmaya başladı… Siz bu “Gırgır ekolü” konusunda ne düşünüyorsunuz?
MERAY ÜLGEN: “Gırgır ekolü” Türkiye’ye pek çok karikatürist kazandırdı. Gerçekten yaptığı iyi şeylerden birisi, bu işe hevesli olanlara bir kapı açmasıdır. Bu insanlar buradan para kazandılar. Yalnız işin bir başka yönü daha var… Bütün çizgiler giderek birbirine benziyordu, Oğuz Aral’ın çizgisine benziyordu. Bir gün Oğuz Aral’la konuştuğumda ona dedim ki; “Bu arkadaşların çizgilerinde kendilerine özgü bir karakter yok!” Oğuz Aral ise; “Ben ayakkabıcı olsam, benim yerime gelen çırak benim yaptığım ayakkabıyı yapar!” dedi… Ben, “E, bu ayakkabı değil ki!” dedim ve ekledim; “Ayakkabı bile olsa, bu çırak başka model ayakkabı yapamaz mı?” “Yok” dedi, “Önce benim ayakkabımı yapacak!”
Bütün kafalar aynı, bütün kulaklar aynı, espri anlayışı aynı; çok az bir değişiklik var ve ama bir bakıyorsunuz imzalar başka; ama hepsinde Oğuz Aral hakim!
Benim anlayışıma çok ters bir karikatür anlayışı ama milyonlar öyle değerlendirmiyor ki… Eğer birşey milyon satarsa, birşey var zannediliyor. fiimdi ‘reyting’ diyorlar. ‘Çok satan’, ‘çok seyredilen’ neyse o doğru sanılıyor. Doğrunun ölçütü başarı oluyor. Bir de ‘halkımız seviyor’, ‘halkımız öyle istiyor’ vb. deniyor. ‹yi de, acaba sanatçının halkın da estetik değerlerini sorgulama hakkı, onun estetik değerlerini geliştirme görevi yok mu?
Sonra onlar da ayrıldılar, çeşitli dergiler çıktı ama hep alışılmışı, aynı anlayışı sürdürdüler. Ayrılma ya da bölünmelerde ayrım noktası yapılan işin niteliğini sorgulamak ya da ‘biz ne yapıyoruz’ deyip çerçeveyi kırmaya dönük anlayış değil de sadece gelen paranın bölüşülmesine karşı çıkış merkezde… Her neyse ama benim sevdiğim bir tarz değil…
Ben gençliğimde en çok Turhan Selçuk’un çizgilerini severdim. Sonra Ali Ulvi’nin çizgilerini de sevdim. Sonra benimle aynı kuşaktan olan Tan Oral var… Dünya karikatüründe yazısız karikatür çizen Fransız karikatüristleri var örneğin… Onları çok severim. Önemli olan birşeyi çizgiyle anlatmak… Birşey çizginin yanında yazıyla anlatılacağına göre, yazı niye yazılıyor? Fıkrayı birazcık resimleme gibi bir durum çıkıyor ortaya!
GÜNEY: Tekrar tiyatroya dönelim isterseniz… Bugün Almanya’da bir “Türk tiyatrosuna” ihtiyaç var mı? Seyirci ne tür oyunlar istiyor? Seyircinin isteklerinin oyun seçimine etkisi ne düzeyde? Almanya’daki Türk tiyatrolarının zorluklarına kısaca değinebilir misiniz?
MERAY ÜLGEN: 60’lı yıllardan itibaren işçileri buraya göndermişler. Bunlara sadece mark kazanıp Türkiye’ye göndersinler diye bakılmış. Gelen; matbaayla, onun keşfinden 250 yıl sonra tanışabilmiş bir ülkenin insanı. Gelen, tiyatro tarihi 100 yılı aşmayan bir ülkenin insanı. Hem gönderenler, hem de getirenler açısından, bu insanların eğitim ve kültürel düzeyleri nedir, kültürel olarak birşeyler vermek gerekir vs. diye hiç düşünülmemiş başlangıçta. Her iki taraf açısından da, Max Frisch’in dediği gibi ‘misafir işçi’ denenlerin ‘insan’ oldukları ‘unutulmuş’. Gelişme içinde, gelen insanların içinde kendiliğinden çabalarla kimi kültür etkinlikler de gündeme gelmiş, getirilmiş. Almanya, esasta uyumu sağlamak, “sosyal gerginlikleri azaltmak” amacıyla –ve esasta kültür alanında kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalışan kimi insanların zorlamasıyla da–, belli olanaklar sağlamak durumunda kalmış… Gerçek ihtiyaçlarla karşılaştırıldığında, onların da sunduğu olanaklar devede kulak! Eğer 60’lı yıllarda işçileri Almanya’ya gönderenler, gidenlerin yabancı bir ülkeye, bir çok halde yabancı dil bilmeden giden insanlar olduğunu, bunların kültürel bir takım ihtiyaçları olduğunu düşünüp planlı, programlı gönderselerdi; kültürel bir proje düşünülüp uygulansaydı; işçilerin gönderdiği milyarlarca markın bir bölümü, örneğin Avrupa’daki Türkiyeli işçilerin bir tiyatro kültürünü de tanımaları için vb. başka eğitici kültürel etkinlikler için kullanılsaydı… bugün böyle Alman kurumlarının “lütfen” verdikleri parayla açılan değil, büyük şehirlerde bir veya birkaç tane Türkçe oynayan repertuar tiyatrosu olabilirdi. Öyle bir toplumuz ki, tiyatroya yabancıyız. Eğer büyük şehirlerden gelmiyorsa insanlar, tiyatroya yabancılar. Biraz da pahalı geliyor tabii.
Türkiye’de ancak 1800’lü yılların sonlarında Ermeniler, Rumlar tarafından başlatılan bir tiyatro geleneği var. Halbuki Almanlar, ‹ngilizler yüzyıllar boyunca tiyatro yapmışlar. Biz bu kültüre çok yabancıyız. ‹lk Türkçe kitap, matbaanın bulunuşundan 277 yıl sonra basılabiliyorsa, tiyatro yapmak “müslüman mahallesinde salyangoz satmak” gibi birşey… Bırakın Avrupa’daki Türkiyeli insanların tiyatro ilgisini, ‹stanbul’daki insanların büyük çoğunluğu bile tiyatroya yabancı. Tiyatro maddi olarak da orta ve üst kesimin yararlanabildiği bir kültürel etkinlik gibi görülüyor. Ve gittikçe kötüleşiyor durum. Örneğin yerleşik bir kaç tiyatro, eskiden ekim ayının başında perde açıp nisan sonunda kapatırlardı. fiimdi ekim sonunda açıp nisan başında kapatıyorlar, hemen turneye çıkıyorlar. Öyle bir durum var. Ekonomik şartlar insanları tiyatrodan uzaklaştırıyor. Tiyatro kitleler açısından bir ihtiyaç değil, bir yük adeta. Bu kendini, oyun yazarlarının, ve yazılan oyunların sayısının da giderek azalması biçiminde de yansıtıyor. Pazarın ‘arz-talep’ yasası burda da hükmünü sürdürüyor. Bugün Almanya’da oynadığımız Türk oyunlarının en “yenilerinin” yazılış tarihi 70’li yıllar. Türkiye’de de oynanan oyunlarda gerçekten “yeni” olan yok gibi. fiimdi “para getiren” televizyon oyunu/dizisi yazarlığı… Televizyon kanalları her evde ve sabahtan akşama izleniyor. Para ödenmiyor televizyona. Kötüymüş, iyiymiş öyle bir değerlendirme yapma yok! Zaten bir kanaldaki hoşuna gitmiyorsa, basıyorsun bir düğmeye, bir başka kanalda bir başka dizinin içine giriveriyorsun. Seç seç al, her biri birbirinden berbat. Var olan kültür yozlaşması televizyonlar üzerinden derinleştirilip yaygınlaştırılıyor… Kuşkusuz kabahat araçta değil, onu böyle kullananlarda. Fakat bu sonucu değiştirmiyor. Televizyon, bugün kitleler açısından estetik beğeninin belirleyicisi durumunda.
Sonuçta, siz de ister istemez bu egemen beğeniye belirli tavizler vermek zorunda kalıyorsunuz. Yapmak istediklerinizi tam olarak gerçekleştirme olanağınız yok. Örneğin, insanlar gelsin diye komedi veya müzikal yapmaya yöneliyorsunuz. Örneğin burada “Maskeliler” diye bir oyun yaptık, gelmedi seyirci. Konusu, bizim için de gayet güncel olan, ‹srail/Filistin ilişkisini; direniş içinde ihanet; bunun kardeşler arasında yansıması… konu edinen bir ‹srailli yazarın güzel bir oyunuydu. Seyirci “tutmadı!” “Ayak Bacak Fabrikası”nı oynadık, ona da az kişi geldi… O zaman başka oyunlara yöneliyorsunuz. Örneğin “‹stanbul Müzikali” diye bir oyun sahneledik, üç yıl oynadık. Durum bu… Belirli bir kesime birşeyler sunuyoruz. Bunun yanında herşeye rağmen “halkımıza neler verebiliriz?”in peşindeyiz. Çünkü çok değişik bir seyirci kitlesi var. Çok çeşitli kuşaklar var. Birinci kuşak tamamen Türkçe istiyor. Üçüncü ya da dördüncü kuşak Almanca istiyor, Türkçeye hakim değil… Almanca oynasak yardım verilmiyor; “Almanca izlemek isteyen Alman tiyatrolarına gitsin” deniliyor. Yani çok zor bir durumla karşı karşıyayız. Burası bir cami olsaydı herhalde çok rahat yürürdü. Halkımız camiye, kahveye gidiyor ama tiyatroya gelmiyor. Gerçek durum bu…
Burada, Türkçe oyunlar sunma anlamında bir “Türk Tiyatrosu” gerekli… Teorik olarak gerekli ama bunu nasıl yapalım? Bu sadece bir tiyatro salonunun, grubunun vb. varlığıyla olmuyor. ‹nsanlara tiyatroyu tanıştırmak, sevdirmek için çeşitli adımlar atmaya çalıştık ama çoğu yürümedi. Bu tiyatro kurulurken amaçlardan birisi insanlara tiyatroyu tanıtmak sevdirmekti, sonra yürür diyorduk. Ama yürümüyor! Bir dönem insanlar hafta sonu on tane video filmi alıp evine kapanıyordu… fiimdi onun yerini çanak antenli televizyonlar aldı. Tiyatro buradaki insanlarımızın büyük çoğunluğu tarafından tanınmıyor ve ilgi görmüyor. Amacı insan olan, insanın kültürel alanda da en iyisi, en ilerisi ile eğitilmesi olan bir kültür politikası olmadan, eğitim politikası olmadan bu işin yürümesi de çok zor… Bugünkü devletlerin “kültür politikalarını” belirleyen, kültüre en alt sıralarda yer verme ve destek sunduğunda da karşılığında yapılacak işin ne olacağını belirlemeye kalkmak, sanatçının özgürlüklerini olağanüstü sınırlamaktır. Yani sonuç olarak bugün bu alanda çalışmak en zor işlerden biri. Buna bir de, bizzat tiyatrocuların –bunu sanat alanına da genelleyebiliriz diye düşünüyorum– kendi kendilerine yarattıkları zorukları da eklerseniz, o zaman resim tamamlanır. Tiyatrocuların kendi kendilerine yarattıkları zorluklardan kastettiğim, dayanışma yerine, kıskançlık; alçakgönüllü ve başkalarından da öğrenmeye açık olma yerine, “herşeyi ben bilirim, en iyisini ben bilirim” burnubüyüklüğü; bir iki oyunda iyi oynadı mı veya bir iki oyunu iyi sahneledi mi, “ben starım” havalarına girmeler; kendini bir sanatçı olarak herkesten üstün ve eleştirilmez görmeler; yanyana gelindiğinde birbirine övgü düzmeler; arkadan atıp tutmalar; gerçek bir tiyatro eleştirisinin nerdeyse yokluğu, buna bağlı olarak eleştiriye tahammülsüzlük; yer yer eleştiri adına yapılan seviyesiz kişisel saldırılar vb. hastalıkların bu alanda oldukça yaygın olmasıdır. Tiyatro dünyasının (ve genelde sanat dünyasının) içinde yaşadığımız toplumun bir parçası olduğu bilindiğinde, şaşırtıcı da değil bunlar. Fakat yer yer bezdiriyor, bıktırıyor insanı!
fiimdi Berlin’de 15 yıl geçmişe sahip ‘Tiyatrom’a gelince… Bu tiyatro şu ya da bu şekilde kurulmuş, bugüne gelmiş… Seyircinin gelmesi lazım… ve buna sahip çıkmaları lazım, bu da son şans! Eğer çıkmazlarsa, bu da kapanırsa –çünkü yeni “tasarruf” politikalarından kültür alanına yapılan yardımlar da“payını alıyor!”–, bir daha böyle bir şans ele geçirilemez. Sonuçta bu bir eğitimdir, kültürdür…
GÜNEY: Söyleşi için çok teşekkür ediyoruz, Sayın Ülgen…