Pazar, Mart 26, 2023
Güney
  • Anasayfa
  • Güney Kitaplığı
    Yılmaz Güney İle Paris’te İki Yıl

    Yılmaz Güney İle Paris’te İki Yıl

    SSCB Ansiklopedisi

    SSCB Ansiklopedisi

    Yılmaz Güney Ve Arkadaşları

    Yılmaz Güney Ve Arkadaşları

    Çağımdan Utanıyorum

    Çağımdan Utanıyorum

  • Dosyalar
    • Yılmaz Güney
    • Nazım Hikmet
    • Bertolt Brecht
    • Kültür Konferansı
    • Diğer Dosyalar
  • Sizden Gelenler
  • Tüm Sayılar
    • Eski Sayılar
  • İletişim
    • Hakkımızda
    • Göndereceğiniz Yazılar Hakkında
Sonuç yok
Tüm Sonucu Görüntüle
Güney
  • Anasayfa
  • Güney Kitaplığı
    Yılmaz Güney İle Paris’te İki Yıl

    Yılmaz Güney İle Paris’te İki Yıl

    SSCB Ansiklopedisi

    SSCB Ansiklopedisi

    Yılmaz Güney Ve Arkadaşları

    Yılmaz Güney Ve Arkadaşları

    Çağımdan Utanıyorum

    Çağımdan Utanıyorum

  • Dosyalar
    • Yılmaz Güney
    • Nazım Hikmet
    • Bertolt Brecht
    • Kültür Konferansı
    • Diğer Dosyalar
  • Sizden Gelenler
  • Tüm Sayılar
    • Eski Sayılar
  • İletişim
    • Hakkımızda
    • Göndereceğiniz Yazılar Hakkında
Sonuç yok
Tüm Sonucu Görüntüle

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Güney
Sonuç yok
Tüm Sonucu Görüntüle

“Tiyatroya yabancı bir toplumuz!”

13 Aralık 2017
İçinde Karikatür, Röportaj, Tiyatro
0 0
0
Anasayfa Karikatür
Share on FacebookShare on Twitter

MERAY ÜLGEN: “Tiyatroya yabancı bir toplumuz!”

Güney der­gi­si­nin bu sa­yı­sın­da­ki söy­le­şi ko­nu­ğu ka­ri­ka­tü­rist, ti­yat­ro yö­net­me­ni, ti­yat­ro oyun­cu­su ve oyun ya­za­rı Me­ray Ül­gen…

Söy­le­şi için Ber­lin’de “Ti­yat­rom” ti­yat­ro­sun­da­ki ran­de­vu­ya git­ti­ği­miz­de Me­ray Ül­gen’in sağ­lık du­ru­mu kö­tüy­dü. Bu­na rağ­men bi­zim­le söy­leş­ti. Ken­di­si­ne geç­miş ol­sun de­dik­ten son­ra söy­le­şi­ye geç­tik…

GÜ­NEY: Okur­la­rı­mız si­zi, der­gi­mi­ze çiz­di­ği­niz ka­ri­ka­tür­le­ri­niz­den ta­nı­yor­lar. Fa­kat okur­la­rı­mız Me­ray Ül­gen hak­kın­da ye­ter­li bil­gi­ye sa­hip de­ğil­ler… Bi­ze bi­raz Me­ray Ül­gen’i siz ta­nı­tır mı­sı­nız?
ME­RAY ÜL­GEN: 1941’de Ak­şe­hir’de doğ­dum, ya­ni Nas­red­din Ho­ca’nın mem­le­ke­tin­de… An­nem il­ko­kul, ba­bam or­ta­okul öğ­ret­me­niy­di. Ben kü­çük yaş­lar­day­ken an­nem ke­man çal­mam için çok uğ­raş­tı. Ba­bam ti­yat­ro­ya çok me­rak­lıy­dı. Okul­da öğ­ren­ci­le­riy­le yıl­da iki ta­ne oyun ko­yar­dı. Bir ta­ne­sin­de ben de oy­na­dım. Oyun­lar­da oy­na­yan­lar­dan bir ta­ne­si da­ha son­ra Dev­let Ti­yat­ro­su’nda gö­rev al­dı. ‹ş­te o dö­nem­ler­de ti­yat­ro­ya bir ya­kın­lık duy­muş ola­ca­ğım ki, da­ha son­ra ti­yat­roy­la ha­şır ne­şir ol­dum. Bu ara­da ka­ri­ka­tür de­ni­len ola­yı çok se­vi­yor­dum. De­sen­le kos­ko­ca bir say­fa­da an­la­tı­la­bi­le­cek bir şe­yi an­lat­ma­nın hoş­lu­ğu her­hal­de… Ve­ya kü­çük yaş­lar­da bel­ki ka­ri­ka­tü­rün, çiz­gi­le­rin ben­de ya­rat­tı­ğı hoş­luk be­ni ka­ri­ka­tü­re it­ti. Da­ha son­ra or­ta­okul ikin­ci sı­nıf­ta Ak­şe­hir’den ta­şın­dık. Ba­bam­la an­ne­min ta­yi­ni ‹s­tan­bu­la ya­pıl­dı ve ‹s­tan­bul’a gel­dik. ‹s­tan­bul’da, or­ta­okul ve li­se çağ­la­rın­da pek ti­yat­ro ça­lış­ma­sı ol­ma­dı… Çün­kü oku­du­ğum Ve­fa Li­se­si’nde böy­le bir­şey yok­tu. Li­se son sı­nıf­ta Türk­çe öğ­ret­me­ni­ne git­tim, de­dim ki; “Ba­kın, baş­ka okul­lar­dan bi­ze da­ve­ti­ye ge­li­yor. Li­se bi­tir­me eğ­len­ce­le­ri ya­pı­lı­yor. Mü­sa­me­re­ler dü­zen­le­ni­yor. Aca­ba si­zin ön­cü­lü­ğü­nüz­de son sı­nıf öğ­ren­ci­le­ri ola­rak biz de bir şey yap­sak, bir oyun sah­ne­ye koy­sak ne der­si­niz?”. Pek kız­mış­tı ba­na… Gi­din ders­le­ri­ni­ze ça­lı­şın de­miş­ti. Kü­çük yaş­lar­da ti­yat­ro­yu çok sev­di­ğim için, ki­mi ti­yat­ro­lar ge­lir­di, on­la­ra gi­der­dim. Li­se çağ­la­rın­da ben ti­yat­ro ya­pa­ma­dım ama, ar­ka­daş­la­rı or­ga­ni­ze edip on­la­rı ti­yat­ro­ya gö­tü­rür­düm. Kü­çük Sah­ne’ye, fie­hir Ti­yat­ro­su’na vs. Her ney­se, üni­ver­si­te çağ­la­rın­da ba­ba­mın öğ­ren­ci­siy­le pat di­ye kar­şı­laş­tık. O ti­yat­ro ya­pı­yor­muş. Be­ni ti­yat­ro yap­mak için ça­ğır­dı. Ben or­ta­okul­da oy­na­dı­ğım iki oyun­dan son­ra üni­ver­si­te çağ­la­rın­da ama­tör kü­çük bir gru­ba gir­miş ol­dum. O za­man­la­rı dü­şü­nün­ce, “Hoş­muş me­ğer­se… Çok gü­zel­miş, bi­zim genç­li­ği­miz!” di­yo­rum. fiim­di­ki genç­le­ri gö­rün­ce çok üzü­lü­yo­rum. Çün­kü, ör­ne­ğin Tek­nik Üni­ver­si­te Ti­yat­ro­su di­ye bir ti­yat­ro var­dı. Ora­dan pek çok ün­lü oyun­cu çık­tı. fiu an­da hâ­lâ oy­nu­yor­lar, yö­net­men ol­du­lar. TÜ, bel­li bir büt­çe ayı­rı­yor­du her yıl, ora­da ti­yat­ro ya­pıl­sın di­ye ve ora­da bir öğ­ren­ci der­ne­ği var­dı, TÜ’de. Bu öğ­ren­ci der­ne­ği, o za­man­lar, 1960-61 yıl­la­rın­da, ha­tır­la­dı­ğım ka­da­rıy­la beş­bin li­ra gi­bi bir büt­çe­le­ri var­dı ve bu o gü­nün şart­la­rın­da çok iyi bir pa­ray­dı. Bir oyun çı­ka­bi­li­yor­du bu pa­ray­la. fiim­di o üni­ver­si­te­le­ri med­re­se­leş­tir­me­ye ça­lı­şı­yor­lar. Ve ama­tör çok gü­zel ti­yat­ro­lar var­dı. Sa­de­ce TÜT de­ğil, baş­ka özel ti­yat­ro­lar da var­dı ve bu ti­yat­ro­lar­da ye­ti­şen­ler bu­gün Tür­ki­ye’de hâ­lâ sa­yı­lı ti­yat­ro­lar­da oyun­cu ve­ya yö­net­men ola­rak ça­lı­şı­yor­lar. Bun­la­rın “Türk Ti­yat­ro­su”­na kat­kı­la­rı ol­du. Bir re­ji­sör ar­ka­daş­la ko­nuş­tu­ğu­muz­da, “Çok ge­ri­le­dik” de­miş­tim. O da şu­nu söy­le­miş­ti: “Ar­tık ama­tör ti­yat­ro­lar kay­bol­du. Ora­dan ele­man gel­mi­yor”. Kon­ser­va­tu­ar­lar­dan ge­len­ler­le bu iş yü­rü­mü­yor. Bi­ri­si çok is­te­ye­rek ve kar­şı­lık bek­le­me­den ya­pı­yor; di­ğe­ri mes­lek ola­rak se­çip son­ra­dan ben han­gi da­ire­ye ka­pa­ğı ata­rım di­ye ba­kı­yor. Da­ire di­yo­rum, çün­kü Dev­let Ti­yat­ro­su oyun­la­rı­nı sey­ret­ti­ği­niz za­man bir sü­rü me­mur zih­ni­yet­li oyun­cu­lar gö­rü­yor­su­nuz. Hep­si için de­mi­yo­rum ama, bü­yük bir kıs­mı öy­le.
Ama­tör ti­yat­ro­lar 50’li, 60’lı yıl­lar­da ya­şa­ya­bil­di­ler. Son­ra ­da ege­men güç­ler bak­tı­lar ki, ti­yat­ro ya­pan in­san­lar, ti­yat­ro ya­pa­rak baş­ka in­san­la­rı uyan­dı­ra­bi­li­yor­lar. Ya­vaş ya­vaş ‘na­sıl yok ede­ri­z’i dü­şün­dü­ler ve yok et­ti­ler de… Bir 12 Mart, bir 12 Ey­lül, bü­tün bu gü­zel­lik­le­rin hep­si­ni mah­vet­ti, yo­ket­ti.
60’lı yıl­la­rın baş­la­rın­da iki ta­ne öğ­ren­ci ku­ru­lu­şu var­dı. Bi­ri­si Tür­ki­ye Mil­li Ta­le­be Fe­de­ras­yo­nu, di­ğe­ri Mil­li Türk Ta­le­be Bir­li­ği. MTTB sağ­cı­la­rın elin­dey­di, di­ğe­ri sol­cu­la­rın elin­dey­di. TMTF her yıl ulus­la­ra­ra­sı-ün­ver­si­te­le­ra­ra­sı bir fes­ti­val dü­zen­li­yor­du. Bu fes­ti­va­le dün­ya­nın her ta­ra­fın­dan üni­ver­si­te öğ­ren­ci­le­ri, ti­yat­ro, or­kest­ra, folk­lor, halk dans­la­rı gi­bi et­kin­lik­ler­le ge­li­yor­lar­dı. Et­kin­lik tem­muz, ağus­tos ay­la­rın­da üç haf­ta ka­dar sü­rü­yor­du. ‹s­tan­bul’da müt­hiş bir kül­tür şen­li­ği olu­yor­du. Yaz ay­la­rın­da fie­hir Ti­yat­ro­la­rı ve di­ğer ti­yat­ro­lar ka­pa­lı ol­du­ğun­dan, fes­ti­val sa­ye­sin­de her sah­ne­de de­ği­şik gün­ler, de­ği­şik oyun­lar sah­ne­le­nir­di. Biz, ye­ti­şe­bil­di­ği­miz ka­da­rıy­la bi­ri­sin­den çı­kıp di­ğe­ri­ne ko­şar­dık. Fes­ti­val bo­yun­ca her sa­bah “Sah­ne Ka­pı­sı” is­min­de bir de der­gi çı­kar­dı. Ora­da bir gün ön­ce ya­pı­lan oyun­lar hak­kın­da bil­gi­ler ve­ri­lir, oyun­cu­lar ve­ya re­ji­sör­ler­le ya­pı­lan ko­nuş­ma­lar, tar­tış­ma­lar bir son­ra­ki gün ga­ze­te­de çı­kar­dı. fiim­di dü­şü­ne­bi­li­yor mu­su­nuz, dün­ya­nın her ya­nın­da gen­ce­cik, pı­rıl pı­rıl in­san­lar ge­li­yor bir kül­tür gü­zel­li­ği ha­lin­de, üç haf­ta bo­yun­ca bir­çok et­kin­lik­le ‹s­tan­bul çok baş­ka bir dün­ya­ya gi­rip çı­kı­yor­du. Ben bun­la­rı gör­dü­ğüm için çok mut­lu­yum. fiim­di bun­la­rı gö­re­mi­yor­su­nuz. Sa­de­ce çok pro­fes­yo­nel­ce ya­pı­lan bir ‹s­tan­bul Fes­ti­va­li var. Gü­zel­dir ama, öte­ki çok bam­baş­ka bir­şey­di. An­la­ta­mam o gü­zel­li­ği. Bir açı­lış ya­pı­lı­yor­du ör­ne­ğin, müt­hiş bir şen­lik­le ge­çit res­mi ya­pı­lır­dı. Kar­na­val esp­ri­sin­de. Her grup, ulu­sal kı­ya­fet­le­riy­le halk dans­la­rı top­lu­luk­la­rı, mask­la­rıy­la ti­yat­ro­cu­lar vb. Bun­la­rın hep­si üni­ver­si­te öğ­ren­ci­le­riy­di. Ben de ‹TÜ adı­na üç kez ka­tıl­dım, oyun­lar oy­na­dık. Son­ra üç dört yıl son­ra ge­ne bi­ri­le­ri bir­şey­ler yap­tı ve o işi ka­pat­tı­lar, bit­ti. O gü­zel­lik­le­ri ve çok zor el­de edi­len bir­ta­kım hak­la­rı bir an­da yo­ket­ti­ler. fiim­di ni­ye böy­le­yiz so­ru­su­nu so­rar­ken geç­mi­şe dö­nüp bir bak­mak ge­re­ki­yor. Kit­le­sel ay­dın­lan­ma­ya yö­ne­lik tüm gü­zel et­kin­lik­ler ege­men­le­ri kor­ku­tu­yor. ‹lk fır­sat­ta ez­me­ye ça­lı­şı­yor­lar. Ve be­ce­ri­yor­lar da. Köy Enis­tü­tü­le­ri­nin ka­pa­tıl­ma­sın­da ol­du­ğu gi­bi ör­ne­ğin. So­nuç: Or­ta­lık­ta ce­ha­let, bil­gi­siz­lik kol ge­zi­yor…
GÜ­NEY: Yö­net­men­li­ğe na­sıl baş­la­dı­nız?
ME­RAY ÜL­GEN: Ben ama­tör ti­yat­ro­lar­da ça­lış­tım, pro­fes­yo­nel, ya­rıp­ro­fes­yo­nel ti­yat­ro­lar­da ça­lış­tım. Tür­ki­ye’de 60’lı yıl­la­rın or­ta­la­rın­day­dı ga­li­ba, TÖS ilk de­fa bir ti­yat­ro kur­du. Sen­di­ka­nın ba­şın­da o sı­ra­lar­da Fa­kir Bay­kurt var­dı. Bu ti­yat­ro­nun ama­cı şuy­du: fie­hir şe­hir do­la­şa­ca­ğız –tur­ne ti­yat­ro­su– in­san­la­ra ti­yat­ro­yu gö­tü­re­ce­ğiz. Çok ide­alist­çe baş­lan­mış bir olay­dı. 26 ki­şi­lik bir grup oluş­tur­duk. Ören’de öğ­ret­men din­len­me ev­le­ri var­dı, git­tik ora­da oyu­nu­mu­zu ha­zır­la­dık, prö­mi­ye­ri yap­tık. TÖS’ün her ka­sa­ba ve­ya şe­hir­de şu­be­le­ri var. Bun­lar ken­di şe­hir­le­rin­de or­ga­ni­ze ya­pa­cak­lar­dı. Ana ka­de­me olan mer­kez de bi­zim tur­ne­yi ör­güt­le­ye­cek­ti, biz de oto­bü­sü­mü­ze at­la­yıp şe­hir şe­hir do­la­şa­cak, oyu­nu­mu­zu oy­na­ya­cak­tık. Son­ra or­ta­ya çık­tı ki, hiç bir­şey ör­güt­le­me­miş­ler. Ser­met Ça­ğan’dı re­ji­sö­rü­müz ve “Ayak Ba­cak Fab­ri­ka­sı”nı oy­nu­yor­duk. “Ar­ka­daş­lar” de­di Ser­met Ça­ğan, “Siz­le­re kö­tü bir ha­be­rim var, ma­ale­sef hiç bir­şey ör­güt­len­me­miş. fiu an­da prog­ram­da ne­re­ye gi­de­ce­ği­miz bel­li de­ğil. O yüz­den de oyun­la­rı bir­kaç haf­ta­lı­ğı­na dur­du­ru­yo­ruz. Her­ke­se bir gö­rev ve­re­ce­ğim, her­ke­si bir şe­hi­re gön­de­re­ce­ğim.” Biz ay­rı ay­rı şe­hir­le­re git­tik ve TÖS’ün o şe­hir­de bu­lu­nan şu­be­siy­le gö­rü­şüp oyun­la­rı or­ga­ni­ze et­tik. Bir haf­ta on gün son­ra Bar­tın’da bu­luş­tuk. Bar­tın’da oy­na­dık. Son­ra kı­yı kı­yı Ka­ra­de­niz’i do­laş­tık. Er­zu­rum’a ka­dar git­tik. Er­zin­can, Si­vas, ora­dan aşa­ğı­la­ra in­dik. Ada­na, Mer­sin, Si­lif­ke, Ak­şe­hir, ‹z­mir… üç ay sü­ren bir tur­ne yap­tık. Son­ra yü­rü­me­di. Son­ra bir­kaç oyun da­ha çı­kar­dı­lar ama yü­rü­me­di…
Bir dö­nem son­ra bak­tım ki, Tür­ki­ye’de bir­ta­kım in­san­lar ti­yat­ro ya­pı­yor­lar, ai­le­le­ri zen­gin. Mad­di so­run­la­rı yok. Ve­ya bir­ta­kım in­san­lar ti­yat­ro yap­mak is­ti­yor, ken­di­ni ga­ran­ti­ye al­ma­ya ça­lı­şı­yor. Ya şe­hir ti­yat­ro­su­na, ya dev­let ti­yat­ro­su­na gir­me­ye ça­lı­şı­yor. Ora­ya gi­rin­ce her ay ma­aşı­nı alı­yor. Oy­na­sa da ma­aş ge­li­yor, oy­na­ma­sa da. Ama­tör ti­yat­ro­lar ger­çek­ten ti­yat­ro yap­mak is­ti­yor­lar, çır­pı­nı­yor­lar üç ku­ru­şa ne ya­pa­bi­li­riz di­ye, son­ra ta­bii yü­rü­me­yin­ce ba­tı­yor­lar. ‹ş­te ben o hen­gâ­me­ler için­de –as­ker­den dön­müş­tüm– ça­lış­mam la­zım. Ken­ter­ler oyun­cu arı­yor­lar­mış, ka­la­ba­lık bir oyun için… Ser­met Ça­ğan, “Git, bir mü­ra­ca­at et” de­di. Git­tim. Ge­len­le­rin bir ço­ğu ço­luk ço­luk. Ama zen­gin ai­le­nin ço­cuk­la­rı. O dö­nem­de, 65-66 yıl­la­rın­da ge­çi­ne­bil­mem için, ev­den kal­kıp ti­yat­ro­ya, ti­yat­ro­dan kal­kıp eve git­mek için 300 li­ra­ya ih­ti­ya­cım var. Ben 500 li­ra is­te­dim ay­lık. Çok gel­di. Ba­bam ve­fat et­miş­ti, an­nem de öğ­ret­men­lik ya­pı­yor; “An­ne, pa­ra ver, ben ti­yat­ro ya­pa­ca­ğım”a dö­ne­cek­ti iş. Ol­ma­dı. Ben pa­ra ka­zan­mak için çe­şit­li iş­le­re gir­dim. Ör­ne­ğin, bir otel ya­tak­la­rı fab­ri­ka­sın­da sa­tış şef­li­ği yap­tım. Sev­me­dim o işi. Bir ban­ka­ya gi­re­cek­tim, is­te­me­dim. Çok eğ­len­ce­li bir Ba­bı­ali işi­ne gir­dim. Say­fa dü­zen­le­me­si yap­tım bir an­sik­lo­pe­di­de. Son­ra “Ya bir dı­şa­rı­ya çık­sak, bir uf­ku­muz ge­niş­le­se…” de­dim. Al­man­ya’da çok es­ki bir ar­ka­da­şım var­dı. O da gel fi­lan de­di. Pa­sa­por­tu­mu al­dım gel­dim. O sı­ra­lar tu­rist ola­rak çok ra­hat ge­li­yor­du­nuz, üç ay oto­ma­tik­man ka­la­bi­li­yor­du­nuz. Son­ra dok­to­ra yap­mak için mü­ra­ca­at et­tim.
Ben ‹k­ti­sa­di ve Ti­ca­ri ‹lim­ler Aka­de­mi­si’nden me­zun ol­dum. Be­nim­le bağ­daş­ma­yan bir iş… Üni­ver­si­te­ye gir­mem de çok il­ginç… Be­nim li­se­den me­zun ol­du­ğum yıl üni­ver­si­te­ye de­re­ce ile al­ma­ya baş­la­dı­lar. Sı­nav yok­tu. Li­se bi­tir­me not­la­rı­nı­zın or­ta­la­ma­sıy­la gi­re­cek­ti­niz bir­yer­le­re. Gir­mek is­te­di­ği­niz yer­le­re ta­lep yük­sek olur­sa ta­bii ki not­lar yük­se­li­yor­du. Be­nim not or­ta­la­mam 7,2 ve­ya 7,3’tü. Be­nim is­te­di­ğim bö­lü­me de 7,8’le gir­di­ler. Hoş bir­şey ol­du. Li­se bi­tir­me­ler­de as­ker­lik sı­na­vı­na gir­dim. Üç ta­ne yük­sek rüt­be­li su­bay bi­zi sı­nav­dan ge­çi­ri­yor. Öğ­ret­men­li­ği­mi­zi ya­pan yüz­ba­şı ve­ya bin­ba­şı tam ha­tır­la­mı­yo­rum, ben gi­rin­ce, “Çok iyi bir ta­le­bem gel­di” de­yip be­ni ta­nış­tır­dı. Ka­ra Kuv­vet­le­ri, De­niz ve Ha­va Kuv­vet­le­ri’nin da­ğı­lı­mı var­dı. Ben­den ön­ce sı­na­va gi­ren ar­ka­da­şa da bu da­ğı­lım­dan bi­ri­nin de­va­mı­nı çiz­me­le­ri­ni is­te­miş­ler ama o de­va­mı­nı ge­ti­re­me­miş. Her ney­se be­nim so­ru­lar sı­na­vı bi­ti­rip çık­tım. Di­ğer ar­ka­daş da bi­raz üz­gün çık­mış­tı. Pek iyi geç­me­miş. Ney­se kar­ne­le­ri al­dık. Ben­den bir ön­ce ol­du­ğu için o alıp bak­tı kar­ne­si­ne, bir “Ola­maz!” se­si gel­di. Ben de bak­tım ve ben de “Ola­maz!” de­dim. O ben­den ön­ce sı­na­va gir­di­ği için be­nim no­tu­mu ona, onun no­tu­nu ba­na at­mış­lar. Sı­nıf­ta bı­rak­sa­lar işi­me ya­ra­ya­cak ama her Türk ço­cu­ğu­nun hak­kı “beş”tir de­miş­ler ve ona da “on” nu­ma­ra ver­miş­ler. Di­ye­cek­si­niz ki, n’olur? ‹ş­te o yıl “0,2”ler önem­li ol­du. Ben ar­ka­da­şa söy­le­dim, de­dim ki, “Ku­su­ra bak­ma, ben mu­avi­ne söy­le­ye­ce­ğim. Bu sı­nav no­tu­nun de­ğiş­ti­ril­me­si ge­re­ki­yor.” Mu­avi­ne git­tim. An­lat­tım. “Me­ray” de­di, “Çok zor. On­lar şim­di bir­lik­le­ri­ne git­ti. fiim­di bun­la­rı to­par­lı­ya­cak­sın, mek­tup­lar ya­zı­la­cak, bu üç ta­ne su­bay ge­le­cek, top­lan­tı ya­pa­cak­lar, ara­la­rın­da ka­rar ve­re­cek­ler ki, ‘ha­ki­ka­ten böy­le bir ha­ta ol­muş­tur’, son­ra se­ni ça­ğı­ra­cak­lar, ye­ni­den sı­nav­dan ge­çi­re­cek­ler… Ki bu ay­lar sü­rer, sen bı­rak bu işi…” “Ama ho­cam” de­dim, “Not­lar­la gi­ri­li­yor, o pu­an­la­ra ih­ti­ya­cım var…”. Ol­ma­dı! Vel­ha­sıl, ben yaz­dı­ğım yer­le­rin hiç­bi­ri­si­ne gi­re­me­dim. Bir de ta­bii şöy­le bir şey var­dı: Ana­do­lu’dan öy­le yük­sek not­lar­la gel­di­ler ki öğ­ren­ci­ler… Me­se­la dört öğ­ret­men­le­ri yok. Öğ­ret­me­ni ol­ma­yan ders­ler­den on al­mış gel­miş­ler…
GÜ­NEY: Pe­ki siz han­gi bö­lü­mü is­te­miş­ti­niz?
ME­RAY ÜL­GEN: Ye­tiş­ti­ril­me tar­zı­mı­za gö­re, o an­da ne re­vaç­tay­sa! Az ön­ce be­nim an­lat­tı­ğım üni­ver­si­te­ye gi­riş ‹s­tan­bul Üni­ver­si­te­si için ge­çer­liy­di. Tek­nik Üni­ver­si­te’ye sı­nav­la gi­ri­li­yor­du. O za­man­lar re­vaç­tay­dı, her­kes ‹n­şa­at Fa­kül­te­si’ni yaz­dı. Ben de yaz­dım. Ni­ye yaz­dı­ğı­mı ben de bil­mi­yo­rum. Ama mo­da! Genç­ler ara­sın­da mo­da… Her­kes ‹n­şa­at Fa­kül­te­si’­ni ya­zı­yor. Di­ye­lim ki yüz ki­şi alı­na­cak, üç bin ki­şi mü­ra­ca­at edi­yor; so­nuç­ta gi­riş zor­la­şı­yor. Ama ben en çok mi­mar­lı­ğı is­ti­yor­dum, ol­ma­dı. Je­ofi­zi­ği is­te­dim, ol­ma­dı. Bil­di­ği­miz­den de­ğil. Kim­se bi­zi bil­gi­len­dir­mi­yor­du. Bu oku­lu ya da şu oku­lu bi­ti­rin­ce ne olu­yor­sun? Ede­bi­ya­tı sev­di­ğim hal­de git­me­dim. So­nun­da ede­bi­yat öğ­ret­me­ni olur­sun de­di­ler ba­na. Ba­bam za­ten ede­bi­yat öğ­ret­me­niy­di. Ha­yır öğ­ret­men­lik de fe­na de­ğil ama… Ama, ör­ne­ğin bu­ra­da, Al­man­ya’da da­ha kü­çük yaş­lar­da baş­lı­yor­lar ço­cu­ğun ka­bi­li­ye­ti­ne gö­re yön­len­dir­me­ye…
Je­ofi­zik ho­şu­ma git­miş­ti, onu yaz­dım ama as­ker­lik der­sin­de­ki be­şim on ol­say­dı gir­miş­tim. Ar­tık Dev­let Su ‹ş­le­ri’nde mi yok­sa ma­den­de mi ça­lı­şa­cak­tım bil­mi­yo­rum ama emek­li ol­muş­tum şim­di…
‹k­ti­sa­di ve Ti­ca­ri ‹lim­ler Aka­de­mi­si’nde gi­ri­şim de şöy­le ol­du. O za­man­ki is­mi bi­raz de­ği­şik­ti. Bir ar­ka­da­şım var­dı. Gel­di de­di ki, “Ya­hu se­nin ce­bi­rin iyi­dir, gel bir­lik­te gi­re­lim, sen ba­na ma­te­ma­tik­te yar­dım­cı ol.” Hiç ni­ye­tim yok­tu ama gir­dim, ben ona yar­dım et­tim… Ken­di ka­ğı­dı­mı da dol­dur­dum, onun ka­ğı­dı­nı da dol­dur­dum. Her iki­miz de ka­zan­dık. Sev­me­yin­ce bu se­fer ti­yat­ro­ya baş­la­dım. Son­ra Al­man­ya’ya gel­dim. Üç ay ka­lıp dön­me­yi dü­şü­nü­yor­dum as­lın­da. Tür­ki­ye’de sı­fır­dan baş­la­ya­cak­tım. Gi­de­rek kal­ma du­ru­mu çık­tı. Ni­ya­zi Tur­gay be­ni ça­ğı­ra­rak, “Bir Türk ti­yat­ro­su ku­rul­ma­sı için bir öne­ri­de bu­lun­du. “Zor” de­dim. fiart­lar ne? Hiç­bir şey yok. Pa­ha­lı bir olay, oyun­cu yok, pa­ra yok, pul yok… Son­ra bir ar­ka­daş var­dı: En­gin Ak­çe­lik… fie­hir Ti­yat­ro­la­rın­dan. Ge­çi­ne­mi­yor­muş, bu­ra­ya gel­miş. Bir me­tal fab­ri­ka­sın­da ça­lı­şı­yor­du. Ona git­tim, böy­le bir tek­lif gel­di, ben red­det­tim de­dim. “Aman” de­di, “na­sıl ya­par­sın, ya­pa­lım bu işi!” “En­gin” de­dim, “hiç bir ola­nak yok!”. “Aman bir baş­la­ya­lım” de­di, bel­ki ge­lir ar­ka­sı…”
Er­te­si gün git­tim, “Ta­mam, biz ya­pı­yo­ruz bu işi” de­dim. “Ta­nı­dı­ğım bir­kaç ki­şi da­ha var, ben sa­na eki­bi ku­ra­ca­ğım” de­di. 7-8 ki­şi ol­duk. Volks­hochsc­hu­le Kre­uz­berg’de (Kre­uz­berg Halk Yük­sek Oku­lu) baş­la­dık biz. O za­man­ki adı­mız “Ber­lin Oyun­cu­la­rı” idi. Hiç ­bir­şe­yi­miz yok­tu. Ben Volks­hochsc­hu­le’de ders ve­ri­yor gö­rü­nü­yo­rdum. Ora­dan ge­len öğ­ret­men­lik pa­ra­sı­nı ben ti­yat­ro ka­sa­sı­na ak­ta­rı­yo­rdum. O bi­zim de­kor ve kos­tüm pa­ra­mız ol­du. Böy­le­ce biz baş­la­dık. ‹ki oyun çı­ka­ra­cak­tık. Bir ta­ne­si Aziz Ne­sin’in “De­mok­ra­si Ge­mi­si”; di­ğe­ri Brecht’in “Ku­ral­la Ku­ral­dı­şı”. Bu­nun ne­de­ni, Türk ya­za­rın­dan bir oyun, Al­man ya­za­rın­dan bir oyun… Son­ra bi­zim ar­ka­daş­lar Brecht’in oyu­nu için “va­tan­daş­lar ta­ra­fın­dan sı­kı­cı bu­lu­nur” de­di­ler. Bu yüz­den Brecht’in oyu­nu­nu ip­tal et­tik. Sa­de­ce “De­mok­ra­si Ge­mi­si”yle baş­la­dık. Bu oyu­nu haf­ta­da bir oy­nu­yor­duk. Bir tur­ne yap­tık. Bu ara­da VHS’nin ça­tı ka­tın­da bir oda­nın bo­şal­dı­ğı­nı öğ­ren­dik. Ora­yı biz ta­mir et­tik. 40 ki­şi­lik bir oda ti­yat­ro­su yap­tık. Ora­da ikin­ci oyu­nu­mu­zu çı­kar­dık. Çok gü­zel­di, çok sev­di­ği­miz bir şey­di. Ger­çi mil­let beş ka­tı ne­fes ne­fe­se çı­kı­yor­du ama…
Da­ha son­ra “Scha­ubüh­ne” ma­ce­ra­sı baş­la­dı. Bir­kaç yıl da o sür­dü. Son­ra Köln’e git­tim. Ni­ya­zi Tur­gay “Ber­lin Oyun­cu­la­rı”nı tek­rar can­lan­dır­mak is­te­miş. Bu ara­da Çe­tin ‹pek­ka­ya’yı ça­ğır­mış­lar. Ona ben­den bah­set­miş­ler. O gel­di be­ni bul­du Köln’de. Ben na­sıl ge­le­yim de­dim. Büt­çe­yi fi­lan sor­dum, bi­raz büt­çe çı­ka­cak… Ti­yat­ro­nun adı ne ola­cak? Dü­şün­me­ye baş­la­dık. Ben “Ber­lin Oyun­cu­la­rı”nın de­va­mı ol­sun di­ye ay­nı is­mi öner­dim ama ol­ma­dı o… ‹n­san­lar be­nim­se­sin, bi­ze ait ti­yat­ro, ti­yat­ro­muz der­ken “Ti­yat­rom”… ‹ş­te bu ti­yat­ro­nun is­mi o gün Köln’de ko­nul­du. Son­ra gel­dim ben bir bir­bu­çuk se­ne ka­dar ça­lış­tım. Köln’dey­ken “Ar­ka­daş Der­ne­ği”nde­ki ar­ka­daş­lar­la ta­nış­mış­tım. On­lar da ora­da ti­yat­ro yap­mak is­ti­yor­lar­mış. Bir, bir­bu­çuk se­ne son­ra tek­lif gel­di. fiart­lar da uy­gun gel­di ba­na. Git­tim. Ora­da “Ar­ka­daş Ti­yat­ro­su”nu kur­duk. Ama yer uy­gun de­ğil­di. Bir bod­rum ka­tın­da kü­çü­cük bir oda, kü­çük bir sa­lon ve bir ida­re oda­sı var­dı. Her ney­se, bu zor şart­lar al­tın­da “Ne ya­pa­lım?” der­ken ben “De­mok­ra­si Ge­mi­si”ni çı­kar­dım ora­da. Bir ba­kı­ma en ra­hat oyun oy­du çün­kü. Da­ha son­ra bü­yük­çe bir ka­ta ta­şı­nıl­dı. Ora­da dört-beş yıl ka­lıp ça­lış­tım. So­nun­da ora­dan bir ekip­le ay­rı­lıp Wup­per Ti­yat­ro­su’nu kur­duk. Ve­dat Erin­cin, Li­lay Erin­cin, Bar­ba­ra Krott ve ben. Bir­çok güç­lük­ler için­de kur­du­ğu­muz bu ti­yat­ro­muz sü­rü­yor hâ­lâ… De­ği­şik bir­şey­ler ya­pa­lım de­dik… Hem Tür­ki­ye­li ya­zar­la­rın oyun­la­rı­nı Al­man top­lu­mu­na ta­nı­ta­lım, hem de bi­zim se­yir­ci­le­ri­mi­ze baş­ka dil­de ya­zıl­mış oyun­la­rı ta­nı­ta­lım is­te­dik. Ve şu an­da Al­man­ya’da ya­şa­yan Tür­ki­ye­li in­san­la­rı da il­gi­len­di­ren oyun­la­rı seç­tik. Me­se­la çok hoş bir oyun var­dı. “Über die Gren­ze / Sı­nır­la­rın Öte­si”… Ha­nif Ku­re­is­hi’nin bir oyu­nu… Ba­ba­sı Pa­kis­tan­lı, an­ne­si ‹n­gi­liz. Ora­da, ‹n­gil­te­re’de doğ­muş… Oyu­nun ya­pı­sı Al­man­ya’da kar­şı­la­şı­lan olay­la­ra o ka­dar çok ben­zi­yor­du ki, san­ki oyun Al­man­ya’da ya­şa­yan ya­ban­cı­la­rı an­la­tı­yor­du. Ken­di yaz­dı­ğı­mız oyun­lar ol­du. Özel­lik­le ço­cuk oyun­la­rı… Ben ve Ve­dat (Ve­dat Erin­cin / BN) ço­cuk oyun­la­rı da ya­zı­yo­ruz. Bu ti­yat­ro­yu kur­duk ama mad­di güç­lük­ler­le çok kar­şı­laş­tık. Ör­ne­ğin Bar­ba­ra Krott, ki ken­di­si kos­tüm­cü­müz, de­kor­cu­muz ve dra­ma­turg­lu­ğu­nu ya­pı­yor ti­yat­ro­nun, baş­ka yer­ler­de ça­lı­şıp bi­zim ti­yat­ro­mu­zu des­tek­li­yor. Ben ve di­ğer ar­ka­daş­lar da baş­ka yer­ler­de ça­lı­şıp mad­di ola­nak­la­rı­mı­zı ti­yat­ro için se­fer­ber edi­yo­ruz. Yü­rü­tü­yo­ruz ama ağır ak­sak yü­rü­yor. Eğer yar­dım vs. ala­bil­sey­dik o ti­yat­ro çok baş­ka yer­ler­de olur­du. Ay­rı­ca ken­di­mi­ze ait bir ti­yat­ro sa­lo­nu­muz da ol­ma­dı. Bir ara dü­şün­dük ama ol­ma­dı, bi­zim al­tın­dan kal­ka­ma­ya­ca­ğı­mız bü­yük pa­ra­lar ge­re­ki­yor­du. Bü­tün bu güç­lük­le­re rağ­men “Wup­per The­ater” ti­yat­ro­se­ven in­san­lar ara­sın­da say­gın bir yer edin­miş du­rum­da. ‹s­viç­re­li, Al­man, Ar­jan­tin­li bir di­zi ti­yat­ro­cu ar­ka­daş Wup­per The­ater’e kat­kı­da bu­lun­du, bu­lu­nu­yor. Bu kuş­ku­suz çok olum­lu, se­vin­di­ri­ci bir ge­liş­me.
Son­ra ben ara­da sı­ra­da ge­lip Ber­lin’de çe­şit­li oyun­lar­da yö­net­men­lik yap­tım, oyun­lar oy­na­dım. Ör­ne­ğin “Sa­kın­ca­lı Pi­ya­de”de Uğur Mum­cu’yu oy­na­dım. “Re­sim­li Os­man­lı Ta­ri­hi” sah­ne­ye koy­du­ğum oyun­lar­dan bi­ri­si… Son­ra be­ni tek­rar Ber­lin’e, Ti­yat­rom’a ça­ğır­dı­lar. Za­ten es­ki ku­ru­cu­lar­dan ol­du­ğum için… Bu­ra­da ön­ce ko­lek­tif bir­şey­ler yap­ma­ya ça­lış­tı­lar ol­ma­dı; Tür­ki­ye’den uzak­tan ku­man­day­la yö­net­me­ye kalk­tı­lar ol­ma­dı… Vel­ha­sıl son­ra ben gel­dim. Çe­şit­li so­run­lar­la dev­ral­dı­ğı­mız ti­yat­ro­da ön­ce­lik­le kaç­mış bir se­yir­ci­yi ye­ni­den to­par­la­ma­ya ça­lış­tık. Kad­ro­da bir­ta­kım de­ği­şik­lik­ler ya­pıl­dı. Her oyun için baş­ka bir kad­ro kur­ma ola­na­ğı el­de ede­bil­dik. Bu du­rum dı­şar­da oy­na­mak is­te­yen genç ar­ka­daş­lar için yer aç­ma ola­na­ğı da sağ­la­dı.
GÜ­NEY: Ti­yat­rom bu yıl 15. ku­ru­luş yıl­dö­nü­mü­nü kut­lu­yor. Ne tür et­kin­lik­ler plan­la­dı­nız? Kut­la­ma prog­ra­mı­nız na­sıl?
ME­RAY ÜL­GEN: Bu­ra­da Di­ya­log isim­li bir ti­yat­ro gru­bu var. Ki­mi yar­dım­lar­la ya­şa­dı. An­cak son­ra bu yar­dım­lar ke­sil­di. Dört yıl­dır da fes­ti­val dü­zen­li­yor­lar. Ge­çen yıl sa­lo­nu­mu­zu ver­dik; et­kin­lik­le­ri­nin bir bö­lü­mü­nü Ti­yat­rom’da, bir bö­lü­mü­nü Ball­ha­us’da yap­tı­lar. Bu yıl 15. ku­ru­luş yıl­dö­nü­mü­mü­zü kut­la­ma esp­ri­si için­de or­tak et­kin­lik dü­zen­li­yo­ruz. 30 Ey­lül-23 Ekim ta­rih­le­ri ara­sın­da ya­pı­la­cak et­kin­lik­le­ri­mi­zin bir kıs­mı bu­ra­da, bir kıs­mı da Ball­ha­us’da ola­cak. Tür­ki­ye’den mi­sa­fir­ler ge­li­yor, onur ko­nuk­la­rı­mız ge­li­yor, mi­sa­fir oyun­lar ge­li­yor. Bi­zim iki ta­ne üs­tüs­te prö­mi­ye­ri­miz var. Bir ta­ne­si Aziz Ne­sin’in “Ha­di Öl­dür­se­ne Ca­ni­kom”, di­ğe­ri Gün­gör Dil­men’in “Ben, Ana­do­lu”… Kon­ser­ler var. Ve­dat Erin­cin bu yıl yi­tir­di­ği­miz ‘Can Yü­cel’in “fii­ir Ala­yı” ki­ta­bın­dan ken­di oyun­laş­tır­dı­ğı bir oyu­nu su­na­cak. “Ali Ba­ba ve Kırk Ha­ra­mi­ler”, “Ley­lek Sul­tan”, ”Hoş Gel­din Jes­si­ca” ad­lı ço­cuk oyun­la­rı su­nu­la­cak. “Tür­ki­ye’den bir di­zi ko­nuk var… Ör­ne­ğin; Di­yar­ba­kır Dev­let Ti­yat­ro­su, Na­zım Hik­met’in “Yol­cu” oyu­nuy­la ge­li­yor. Yi­ne Na­zım Hik­met’in “‹n­san­la­rım” oyu­nu­nu Gen­co Er­kal oy­na­ya­cak. “Azın­lık­ta Kal­dık” oyu­nuy­la Uğur Yü­cel bi­zim­le ola­cak… Ay­rı­ca kon­fe­rans­lar, oku­ma­lar, de­ği­şik dil­ler­de ve tür­ler­de ti­yat­ro gös­te­ri­le­ri ola­cak.
GÜ­NEY: Si­zin ti­yat­ro ala­nın­da­ki ça­lış­ma­la­rı­nız ka­ri­ka­tür ala­nın­da­ki ça­lış­ma­la­rı­nız­dan çok da­ha faz­la öne çı­kı­yor. Biz, si­zin ka­ri­ka­tür ala­nın­da­ki ça­lış­ma­la­rı­nı­zı da öğ­ren­mek is­ti­yo­ruz. Bi­raz az za­man ayı­rı­yor­su­nuz ga­li­ba…
ME­RAY ÜL­GEN: As­lın­da ka­ri­ka­tü­re az za­man ayı­ra­bil­di­ğim için ben de üzü­lü­yo­rum. fiu bir ger­çek ki, ti­yat­ro be­nim çok za­ma­nı­mı alı­yor. Ti­yat­ro­nun o ka­dar çok zor­lu­ğu var ki… ‹n­san sa­de­ce oyun ko­yup çe­ki­le­mi­yor. Bir sü­rü prob­le­mi var.
Ka­ri­ka­tü­rün hoş­lu­ğu şu­ra­da: Ka­ğıt­la kar­şı kar­şı­ya­sı­nız ve müt­hiş bir sı­kın­tı için­de­si­niz; do­ğu­ra­cak mı, do­ğur­ma­ya­cak mı di­ye… Be­ğen­me­diy­se­niz, ata­bi­li­yor­su­nuz. Ti­yat­ro­da bu lük­sü­nüz yok!
Son­ra ka­ri­ka­tür dı­şın­da tek meş­ga­lem ti­yat­ro da de­ğil. Oyun­cu ola­rak 30’a ya­kın Türk ve Al­man ya­pı­mı si­ne­ma ve te­le­viz­yon fil­min­de rol al­dım. Bun­lar için­de özel­lik­le Al­man Bi­rin­ci (ARD) ve ‹kin­ci (ZDF) te­le­viz­yon ka­nal­la­rın­da gös­te­ri­len “Ta­tort” (Olay Ye­ri) ad­lı po­li­si­ye film­ler se­yir­ci­si çok olan film­ler. Film oyun­cu­lu­ğu mad­di yön­den ta­bii ki olum­lu fa­kat za­man di­ğer alan­lar­dan bu ara­da ta­bii ka­ri­ka­tür­den ça­lın­mış olu­yor.
Ka­ri­ka­tü­re ben li­se çağ­la­rım­da baş­la­dım. Hiç unut­mu­yo­rum, o dö­nem “Ha­yat” is­min­de bir der­gi çı­kı­yor­du. Genç­le­re bir­ta­kım ola­nak­lar sun­duk­la­rı­nı duy­dum. Ben de ka­ri­ka­tür­le­ri­mi gö­tür­düm… ‹lk ka­ri­ka­tü­rü­mü be­ğen­di­ler al­dı­lar ve he­men ora­da ba­na on­beş li­ra pa­ra öde­di­ler. A-aaa, na­sıl se­vin­dim, ha­va­la­ra uç­tum… Her haf­ta “Ha­yat” al­ma­ya baş­la­dım, ka­ri­ka­tür­le­rim çı­ka­cak di­ye… Ka­ri­ka­tür­le­rim ya­yın­lan­ma­dı; al­dı­lar ama bas­ma­dı­lar. Ama on­la­rın pa­ra­sıy­la bir sü­re “Ha­yat” oku­yu­cu­su ol­dum; is­ter is­te­mez… 50’li yıl­la­rın son­la­rın­da “Taş”, “Ka­ri­ka­tür”, “Tef” gi­bi ka­ri­ka­tür der­gi­le­ri var­dı. Ka­ri­ka­tür­le­rim­le on­la­ra git­tim. ‹sim­le­ri­ni, çiz­gi­le­ri­ni bil­di­ğim ki­mi ka­ri­ka­tü­rist­le­re ka­ri­ka­tür­le­ri­mi gös­ter­dim: “‹ş­te böy­le şey­ler ya­pı­yo­rum, na­sıl bu­lu­yor­su­nuz?” gi­bi­le­rin­den… On­lar da, “Oo­oo, bra­vo, afe­rin, afe­rin; ça­lış, ça­lış” de­yip gön­de­ri­yor­lar… Ben ka­ri­ka­tü­rü se­vi­yo­rum ama çiz­gi­le­ri­mi de­ğer­len­di­re­mi­yo­rum. Ki­mi ka­ri­ka­tü­rist­ler de var, on­lar da der­gi­le­re yer­leş­miş du­rum­da­lar. Bak­tım ki böy­le ol­ma­ya­cak. Der­ken ben, 1964 yı­lıy­dı ga­li­ba, ser­gi aç­ma­ya ka­rar ver­dim. ‹s­tan­bul fie­hir Ga­le­ri­si var­dı, Be­yoğ­lu’nda. On­beş gün­lü­ğü­ne ki­ra­la­ya­bi­li­yor­du­nuz; her­han­gi bir güç­lük çı­ka­rıl­mı­yor­du. Ba­sın ta­kip edi­yor­du. Üç yıl üs­tüs­te ser­gi aç­tım, bir sü­re geç­tik­ten son­ra dör­dün­cü­sü­nü aç­tım. Çe­şit­li kar­ma ser­gi­le­re ka­tıl­dım. Ge­ne­lin­de ga­ze­te, der­gi üze­rin­den de­ğil, ser­gi­ler üze­rin­den ka­ri­ka­tür­le­ri­mi dı­şa aç­tım. Çiz­gi ve esp­ri an­la­yı­şım za­ten pek gün­lük ga­ze­te­le­re gi­de­cek tür­den de­ğil.

Al­man­ya’da da ser­gi aç­tım, Go­et­he Ens­ti­tü­sü’nde… Al­man­ya’nın di­ğer şe­hir­le­rin­de de ser­gi­ler aç­tım. Bu­ra­da, Go­et­he Ens­ti­tü­sü’nde aç­tı­ğım ser­gi­de ya­şa­dı­ğım bir ola­yı an­la­ta­yım… Dil kur­su­na gi­di­yor­dum, Go­et­he Ens­ti­tü­sü’nde. Ser­gi aç­ma­mı tek­lif et­ti­ler; ka­bul et­tim. Ben ya­zı­sız ka­ri­ka­tür­le­ri çok se­vi­yo­rum ve ço­ğun­luk­la ya­zı­sız ka­ri­ka­tür­ler çi­zi­yo­rum. Ya­zı­lı ka­ri­ka­tü­rü­mü çok çok az­dır. Ser­gi­yi aç­tım. Go­et­he Ens­ti­tü­sü’nün mü­dü­rü ser­gi­yi gez­me­ye gel­di. Bak­tı, bak­tı ve “Bun­la­rın al­tın­da ya­zı yok, ben bir­şey an­la­ma­dım” de­di ve ek­le­di: “Bu­nun al­tı­na ya­zı ya­zın!” Ben de; “Olur” de­dim; “Ben bu ka­ri­ka­tür­le­rin al­tı­na an­cak ‘Ya­zı­sız’ ya­zı­sı­nı ya­za­bi­li­rim!”. Son­ra, açı­lış­ta be­nim bir ko­nuş­ma yap­ma­mı is­te­di­ler. Ben ka­ri­ka­tür, po­li­ti­ka vs. üze­ri­ne bir­şey­ler söy­le­dim. Pro­jek­tör var­dı ve ka­ri­ka­tür­le­ri bu­ra­dan gös­te­rip bir­şey­ler an­la­tı­yor­dum. Bir ka­ri­ka­tür var­dı. Ka­ri­ka­tür­de Türk bay­ra­ğı; ay; ayın ya­nın­da yıl­dız ye­ri­ne ga­ma­lı haç ve bay­ra­ğın al­tın­da bir po­li­ti­ka­cı var­dı. Bu ka­ri­ka­tü­rü gös­te­rir­ken Go­et­he Ens­ti­tü­sü’nün mü­dü­rü aya­ğa fır­la­dı; “Na­sıl ya­par­sı­nız böy­le bir­şe­yi?” vs. de­me­ye baş­la­dı… Mü­na­ka­şa­lar ar­dın­dan ser­gi ip­tal edil­di. Ser­gi­yi top­la­dım. Çe­şit­li im­za­lar top­lan­dı; tep­ki gös­te­ril­di. Ve ser­gi bir­kaç haf­ta son­ra ye­ni­den açıl­dı…
Son­ra çe­şit­li al­ter­na­tif ga­ze­te­ler çı­kı­yor­du… Çe­şit­li al­ter­na­tif grup­la­rın ga­ze­te­le­ri… Son­ra­dan bu grup­lar “Ye­şil­ler” ol­du. ‹ş­te bu grup­la­rın ga­ze­te­le­ri­ne çe­şit­li ka­ri­ka­tür­ler çiz­dim. Ki­mi ser­gi­le­re ya da ya­rış­ma­la­ra ka­tıl­dım… Bu arada bir de karikatür albümüm yayınlandı.
GÜ­NEY: Söz ya­rış­ma­la­ra gel­miş­ken; si­zin bir bi­rin­ci­li­ği­niz var. Biz GÜ­NEY’de ilk ka­ri­ka­tü­rü­nü­zü ya­yın­lar­ken bi­yog­ra­fi­ni­zi de ya­yın­la­mış ama ya­rış­ma­da al­dı­ğı­nız de­re­ce ko­nu­sun­da bir de yan­lış­lık yap­mış­tık. Bu yan­lı­şı­mı­zı son­ra­dan der­gi­de ek bir bil­giy­le dü­zelt­tik. Bu ola­yı bir de siz an­la­tır mı­sı­nız?
ME­RAY ÜL­GEN: Evet böy­le bir yan­lış­lık ol­du… Olay şöy­le…
Da­ha ön­ce Tür­ki­ye Mil­li Ta­le­be Fe­de­ras­yo­nu’nun dü­zen­le­di­ği fes­ti­val­ler­den bah­set­miş­tim. O fes­ti­val­ler çer­çe­ve­sin­de ka­ri­ka­tür ya­rış­ma­sı da ol­muş­tu ve ben ora­da bi­rin­ci­lik al­dım. Ara­dan za­man geç­ti; şim­di­ki adı Bo­ğa­zi­çi Üni­ver­si­te­si olan Ro­bert Ko­le­ji’nde kı­sa film ya­rış­ma­sı dü­zen­len­di. O ya­rış­ma­ya ben bir can­lan­dır­ma film­le ka­tıl­dım. Ora­da jü­ri baş­ka­nı Ser­met Ça­ğan’dı. Film­le­ri­mi­zi ver­dik. O ara­da 12 Mart ol­du; bü­tün gös­te­ri­ler, top­lan­tı­lar ya­sak­lan­dı ve bi­lin­me­yen bir ta­ri­he atıl­dı. Bir­kaç ay son­ra ya­pıl­dı. Fa­kat o ara­da Ser­met Ça­ğan ve­fat et­ti. Son­ra be­nim yap­tı­ğım film bi­rin­ci­lik ödü­lü al­dı. Fa­kat bu ödü­lü ba­na ve­rir­ken de –Ser­met Ça­ğan’ın anı­sı­na– “Ser­met Ça­ğan Ödü­lü” ola­rak ver­di­ler. Son­ra bu yan­lış bir şe­kil­de “Ser­met Ça­ğan’la bir­lik­te ya­pı­lan film”, “ödü­lün Ser­met Ça­ğan’la pay­la­şıl­dı­ğı” vs. ola­rak yan­sı­tıl­dı. Ki­tap­la­ra gir­di. Ki­tap­la­ra gi­rin­ce çı­kar­mak da ko­lay ol­mu­yor… (Söz­ko­nu­su ki­tap Se­mih Bal­cı­oğ­lu’nun ha­zır­la­dı­ğı “Cum­hu­ri­yet Dö­ne­mi Türk Ka­ri­ka­tü­rü ad­lı an­to­lo­ji­nin ilk bas­kı­la­rı / BN)
GÜ­NEY: Ama bu kez bü­tü­nüy­le çı­ka­rıl­mış­sı­nız. Siz bu an­to­lo­ji­nin son bas­kı­sı­nı gör­dü­nüz ­mü bil­mi­yo­ruz ama “Gül­di­ken” ad­lı der­gi­de Tur­gut Çe­vi­ker’in ver­di­ği bil­gi­ye gö­re an­to­lo­ji­nin da­ha ön­ce­ki bas­kı­la­rın­da va­ro­lan ki­mi ka­ri­ka­tü­rist­ler­le bir­lik­te siz de an­to­lo­ji­nin ye­ni bas­kı­sın­da çı­ka­rıl­mış­sı­nız… Si­zin bu ko­nu­da bil­gi­niz var mı? Ne­den çı­ka­rıl­dı­ğı­nız ko­nu­sun­da yo­ru­mu­nuz ne­dir? Ne­ler söy­le­ye­cek­si­niz?
ME­RAY ÜL­GEN: Bu so­ru­yu o an­to­lo­ji­yi çı­ka­ran Se­mih Bal­cı­oğ­lu’na sor­ma­nız ge­rek… Bel­ki, be­nim çiz­me­di­ği­mi dü­şün­müş­tür, bi­le­mi­yo­rum.
GÜ­NEY: Si­zin ka­ri­ka­tür çiz­me­ye baş­la­dı­ğı­nız dö­nem 50’li yıl­la­rın so­nu, 60’lı yıl­lar… Ka­ri­ka­tür an­la­yı­şı­nız da da­ha çok “Or­ta Ku­şak” de­ni­len ka­ri­ka­tü­rist ku­şa­ğı­nın an­la­yı­şı: Sö­zün, ko­nuş­ma ba­lon­la­rı­nın ya ol­ma­dı­ğı, ya da çok az ol­du­ğu; esp­ri­yi çiz­giy­le an­la­tan ka­ri­ka­tür an­la­yı­şı… Da­ha son­ra da­ha çok sö­ze da­ya­lı, esp­ri­yi ko­nuş­ma ba­lon­la­rı­na yük­le­yen “Gır­gır eko­lü” de­ni­len bir an­la­yış Tür­ki­ye ka­ri­ka­tü­rün­de et­ki­li ol­ma­ya baş­la­dı… Siz bu “Gır­gır eko­lü” ko­nu­sun­da ne dü­şü­nü­yor­su­nuz?
ME­RAY ÜL­GEN: “Gır­gır eko­lü” Tür­ki­ye’ye pek çok ka­ri­ka­tü­rist ka­zan­dır­dı. Ger­çek­ten yap­tı­ğı iyi şey­ler­den bi­ri­si, bu işe he­ves­li olan­la­ra bir ka­pı aç­ma­sı­dır. Bu in­san­lar bu­ra­dan pa­ra ka­zan­dı­lar. Yal­nız işin bir baş­ka yö­nü da­ha var… Bü­tün çiz­gi­ler gi­de­rek bir­bi­ri­ne ben­zi­yor­du, Oğuz Aral’ın çiz­gi­si­ne ben­zi­yor­du. Bir gün Oğuz Aral’la ko­nuş­tu­ğum­da ona de­dim ki; “Bu ar­ka­daş­la­rın çiz­gi­le­rin­de ken­di­le­ri­ne öz­gü bir ka­rak­ter yok!” Oğuz Aral ise; “Ben ayak­ka­bı­cı ol­sam, be­nim ye­ri­me ge­len çı­rak be­nim yap­tı­ğım ayak­ka­bı­yı ya­par!” de­di… Ben, “E, bu ayak­ka­bı de­ğil ki!” de­dim ve ek­le­dim; “Ayak­ka­bı bi­le ol­sa, bu çı­rak baş­ka mo­del ayak­ka­bı ya­pa­maz mı?” “Yok” de­di, “Ön­ce be­nim ayak­ka­bı­mı ya­pa­cak!”
Bü­tün ka­fa­lar ay­nı, bü­tün ku­lak­lar ay­nı, esp­ri an­la­yı­şı ay­nı; çok az bir de­ği­şik­lik var ve ama bir ba­kı­yor­su­nuz im­za­lar baş­ka; ama hep­sin­de Oğuz Aral ha­kim!
Be­nim an­la­yı­şı­ma çok ters bir ka­ri­ka­tür an­la­yı­şı ama mil­yon­lar öy­le de­ğer­len­dir­mi­yor ki… Eğer bir­şey mil­yon sa­tar­sa, bir­şey var zan­ne­di­li­yor. fiim­di ‘rey­ting’ di­yor­lar. ‘Çok sa­tan’, ‘çok sey­re­di­len’ ney­se o doğ­ru sa­nı­lı­yor. Doğ­ru­nun öl­çü­tü ba­şa­rı olu­yor. Bir de ‘hal­kı­mız se­vi­yor’, ‘hal­kı­mız öy­le is­ti­yor’ vb. de­ni­yor. ‹yi de, aca­ba sa­nat­çı­nın hal­kın da es­te­tik de­ğer­le­ri­ni sor­gu­la­ma hak­kı, onun es­te­tik de­ğer­le­ri­ni ge­liş­tir­me gö­re­vi yok mu?
Son­ra on­lar da ay­rıl­dı­lar, çe­şit­li der­gi­ler çık­tı ama hep alı­şıl­mı­şı, ay­nı an­la­yı­şı sür­dür­dü­ler. Ay­rıl­ma ya da bö­lün­me­ler­de ay­rım nok­ta­sı ya­pı­lan işin ni­te­li­ği­ni sor­gu­la­mak ya da ‘biz ne ya­pı­yo­ruz’ de­yip çer­çe­ve­yi kır­ma­ya dö­nük an­la­yış de­ğil de sa­de­ce ge­len pa­ra­nın bö­lü­şül­me­si­ne kar­şı çı­kış mer­kez­de… Her ney­se ama be­nim sev­di­ğim bir tarz de­ğil…
Ben genç­li­ğim­de en çok Tur­han Sel­çuk’un çiz­gi­le­ri­ni se­ver­dim. Son­ra Ali Ul­vi’nin çiz­gi­le­ri­ni de sev­dim. Son­ra be­nim­le ay­nı ku­şak­tan olan Tan Oral var… Dün­ya ka­ri­ka­tü­rün­de ya­zı­sız ka­ri­ka­tür çi­zen Fran­sız ka­ri­ka­tü­rist­le­ri var ör­ne­ğin… On­la­rı çok se­ve­rim. Önem­li olan bir­şe­yi çiz­giy­le an­lat­mak… Bir­şey çiz­gi­nin ya­nın­da ya­zıy­la an­la­tı­la­ca­ğı­na gö­re, ya­zı ni­ye ya­zı­lı­yor? Fık­ra­yı bi­raz­cık re­sim­le­me gi­bi bir du­rum çı­kı­yor or­ta­ya!
GÜ­NEY: Tek­rar ti­yat­ro­ya dö­ne­lim is­ter­se­niz… Bu­gün Al­man­ya’da bir “Türk ti­yat­ro­su­na” ih­ti­yaç var mı? Se­yir­ci ne tür oyun­lar is­ti­yor? Se­yir­ci­nin is­tek­le­ri­nin oyun se­çi­mi­ne et­ki­si ne dü­zey­de? Al­man­ya’da­ki Türk ti­yat­ro­la­rı­nın zor­luk­la­rı­na kı­sa­ca de­ği­ne­bi­lir mi­si­niz?
ME­RAY ÜL­GEN: 60’lı yıl­lar­dan iti­ba­ren iş­çi­le­ri bu­ra­ya gön­der­miş­ler. Bun­la­ra sa­de­ce mark ka­za­nıp Tür­ki­ye’ye gön­der­sin­ler di­ye ba­kıl­mış. Ge­len; mat­ba­ay­la, onun keş­fin­den 250 yıl son­ra ta­nı­şa­bil­miş bir ül­ke­nin in­sa­nı. Ge­len, ti­yat­ro ta­ri­hi 100 yı­lı aş­ma­yan bir ül­ke­nin in­sa­nı. Hem gön­de­ren­ler, hem de ge­ti­ren­ler açı­sın­dan, bu in­san­la­rın eği­tim ve kül­tü­rel dü­zey­le­ri ne­dir, kül­tü­rel ola­rak bir­şey­ler ver­mek ge­re­kir vs. di­ye hiç dü­şü­nül­me­miş baş­lan­gıç­ta. Her iki ta­raf açı­sın­dan da, Max Frisch’in de­di­ği gi­bi ‘mi­sa­fir iş­çi’ de­nen­le­rin ‘in­san’ ol­duk­la­rı ‘unu­tul­muş’. Ge­liş­me için­de, ge­len in­san­la­rın için­de ken­di­li­ğin­den ça­ba­lar­la ki­mi kül­tür et­kin­lik­le­r de gün­de­me gel­miş, ge­ti­ril­miş. Al­man­ya, esas­ta uyu­mu sağ­la­mak, “sos­yal ger­gin­lik­le­ri azalt­mak” ama­cıy­la –ve esas­ta kül­tür ala­nın­da ken­di ça­ba­la­rıy­la bir şey­ler yap­ma­ya ça­lı­şan ki­mi in­san­la­rın zor­la­ma­sıy­la da–, bel­li ola­nak­la­r sağ­la­mak du­ru­mun­da kal­mış… Ger­çek ih­ti­yaç­lar­la kar­şı­laş­tı­rıl­dı­ğın­da, on­la­rın da sun­du­ğu ola­nak­lar de­ve­de ku­lak! Eğer 60’lı yıl­lar­da iş­çi­le­ri Al­man­ya’ya gön­de­ren­ler, gi­den­le­rin ya­ban­cı bir ül­ke­ye, bir çok hal­de ya­ban­cı dil bil­me­den gi­den in­san­lar ol­du­ğu­nu, bun­la­rın kül­tü­rel bir ta­kım ih­ti­yaç­la­rı ol­du­ğu­nu dü­şü­nüp plan­lı, prog­ram­lı gön­der­se­ler­di; kül­tü­rel bir pro­je dü­şü­nü­lüp uy­gu­lan­say­dı; iş­çi­le­rin gön­der­di­ği mil­yar­lar­ca mar­kın bir bö­lü­mü, ör­ne­ğin Av­ru­pa’da­ki Tür­ki­ye­li iş­çi­le­rin bir ti­yat­ro kül­tü­rü­nü de ta­nı­ma­la­rı için vb. baş­ka eği­ti­ci kül­tü­rel et­kin­lik­ler için kul­la­nıl­say­dı… bu­gün böy­le Al­man ku­rum­la­rı­nın “lüt­fen” ver­dik­le­ri pa­ray­la açı­lan de­ğil, bü­yük şe­hir­ler­de bir ve­ya bir­kaç ta­ne Türk­çe oy­na­yan re­per­tu­ar ti­yat­ro­su ola­bi­lir­di. Öy­le bir top­lu­muz ki, ti­yat­ro­ya ya­ban­cı­yız. Eğer bü­yük şe­hir­ler­den gel­mi­yor­sa in­san­lar, ti­yat­ro­ya ya­ban­cı­lar. Bi­raz da pa­ha­lı ge­li­yor ta­bii.
Tür­ki­ye’de an­cak 1800’lü yıl­la­rın son­la­rın­da Er­me­ni­ler, Rum­lar ta­ra­fın­dan baş­la­tı­lan bir ti­yat­ro ge­le­ne­ği var. Hal­bu­ki Al­man­lar, ‹n­gi­liz­ler yüz­yıl­lar bo­yun­ca ti­yat­ro yap­mış­lar. Biz bu kül­tü­re çok ya­ban­cı­yız. ‹lk Türk­çe ki­tap, mat­ba­anın bu­lu­nu­şun­dan 277 yıl son­ra ba­sı­la­bi­li­yor­sa, ti­yat­ro yap­mak “müs­lü­man ma­hal­le­sin­de sal­yan­goz sat­mak” gi­bi bir­şey… Bı­ra­kın Av­ru­pa’da­ki Tür­ki­ye­li in­san­la­rın ti­yat­ro il­gi­si­ni, ‹s­tan­bul’da­ki in­san­la­rın bü­yük ço­ğun­lu­ğu bi­le ti­yat­ro­ya ya­ban­cı. Ti­yat­ro mad­di ola­rak da or­ta ve üst ke­si­min ya­rar­la­na­bil­di­ği bir kül­tü­rel et­kin­lik gi­bi gö­rü­lü­yor. Ve git­tik­çe kö­tü­le­şi­yor du­rum. Ör­ne­ğin yer­le­şik bir kaç ti­yat­ro, es­ki­den ekim ayı­nın ba­şın­da per­de açıp ni­san so­nun­da ka­pa­tır­lar­dı. fiim­di ekim so­nun­da açıp ni­san ba­şın­da ka­pa­tı­yor­lar, he­men tur­ne­ye çı­kı­yor­lar. Öy­le bir du­rum var. Eko­no­mik şart­lar in­san­la­rı ti­yat­ro­dan uzak­laş­tı­rı­yor. Ti­yat­ro kit­le­ler açı­sın­dan bir ih­ti­yaç de­ğil, bir yük ade­ta. Bu ken­di­ni, oyun ya­zar­la­rı­nın, ve ya­zı­lan oyun­la­rın sa­yı­sı­nın da gi­de­rek azal­ma­sı bi­çi­min­de de yan­sı­tı­yor. Pa­za­rın ‘arz-ta­lep’ ya­sa­sı bur­da da hük­mü­nü sür­dü­rü­yor. Bu­gün Al­man­ya­’da oy­na­dı­ğı­mız Türk oyun­la­rı­nın en “ye­ni­le­ri­nin” ya­zı­lış ta­ri­hi 70’li yıl­lar. Tür­ki­ye’­de de oy­na­nan oyun­lar­da ger­çek­ten “ye­ni” olan yok gi­bi. fiim­di “pa­ra ge­ti­ren” te­le­viz­yon oyu­nu/di­zi­si ya­zar­lı­ğı… Te­le­viz­yon ka­nal­la­rı her ev­de ve sa­bah­tan ak­şa­ma iz­le­ni­yor. Pa­ra öden­mi­yor te­le­viz­yo­na. Kö­tüy­müş, iyiy­miş öy­le bir de­ğer­len­dir­me yap­ma yok! Za­ten bir ka­nal­da­ki ho­şu­na git­mi­yor­sa, ba­sı­yor­sun bir düğ­me­ye, bir baş­ka ka­nal­da bir baş­ka di­zi­nin içi­ne gi­ri­ve­ri­yor­sun. Seç seç al, her bi­ri bir­bi­rin­den ber­bat. Var olan kül­tür yoz­laş­ma­sı te­le­viz­yon­lar üze­rin­den de­rin­leş­ti­ri­lip yay­gın­laş­tı­rı­lı­yor… Kuş­ku­suz ka­ba­hat araç­ta de­ğil, onu böy­le kul­la­nan­lar­da. Fa­kat bu so­nu­cu de­ğiş­tir­mi­yor. Te­le­viz­yon, bu­gün kit­le­ler açı­sın­dan es­te­tik be­ğe­ni­nin be­lir­le­yi­ci­si du­ru­mun­da.
So­nuç­ta, siz de is­ter is­te­mez bu ege­men be­ğe­ni­ye be­lir­li ta­viz­ler ver­mek zo­run­da ka­lı­yor­su­nuz. Yap­mak is­te­dik­le­ri­ni­zi tam ola­rak ger­çek­leş­tir­me ola­na­ğı­nız yok. Ör­ne­ğin, in­san­lar gel­sin di­ye ko­me­di ve­ya mü­zi­kal yap­ma­ya yö­ne­li­yor­su­nuz. Ör­ne­ğin bu­ra­da “Mas­ke­li­ler” di­ye bir oyun yap­tık, gel­me­di se­yir­ci. Ko­nu­su, bi­zim için de ga­yet gün­cel olan, ‹s­ra­il/Fi­lis­tin iliş­ki­si­ni; di­re­niş için­de iha­net; bu­nun kar­deş­ler ara­sın­da yan­sı­ma­sı… ko­nu edi­nen bir ‹s­ra­il­li ya­za­rın gü­zel bir oyu­nuy­du. Se­yir­ci “tut­ma­dı!” “Ayak Ba­cak Fab­ri­ka­sı”nı oy­na­dık, ona da az ki­şi gel­di… O za­man baş­ka oyun­la­ra yö­ne­li­yor­su­nuz. Ör­ne­ğin “‹s­tan­bul Mü­zi­ka­li” di­ye bir oyun sah­ne­le­dik, üç yıl oy­na­dık. Du­rum bu… Be­lir­li bir ke­si­me bir­şey­ler su­nu­yo­ruz. Bu­nun ya­nın­da her­şe­ye rağ­men “hal­kı­mı­za ne­ler ve­re­bi­li­riz?”in pe­şin­de­yiz. Çün­kü çok de­ği­şik bir se­yir­ci kit­le­si var. Çok çe­şit­li ku­şak­lar var. Bi­rin­ci ku­şak ta­ma­men Türk­çe is­ti­yor. Üçün­cü ya da dör­dün­cü ku­şak Al­man­ca is­ti­yor, Türk­çe­ye ha­kim de­ğil… Al­man­ca oy­na­sak yar­dım ve­ril­mi­yor; “Al­man­ca iz­le­mek is­te­yen Al­man ti­yat­ro­la­rı­na git­sin” de­ni­li­yor. Ya­ni çok zor bir du­rum­la kar­şı kar­şı­ya­yız. Bu­ra­sı bir ca­mi ol­say­dı her­hal­de çok ra­hat yü­rür­dü. Hal­kı­mız ca­mi­ye, kah­ve­ye gi­di­yor ama ti­yat­ro­ya gel­mi­yor. Ger­çek du­rum bu…
Bu­ra­da, Türk­çe oyun­lar sun­ma an­la­mın­da bir “Türk Ti­yat­ro­su” ge­rek­li… Te­orik ola­rak ge­rek­li ama bu­nu na­sıl ya­pa­lım? Bu sa­de­ce bir ti­yat­ro sa­lo­nu­nun, gru­bu­nun vb. var­lı­ğıy­la ol­mu­yor. ‹n­san­la­ra ti­yat­ro­yu ta­nış­tır­mak, sev­dir­mek için çe­şit­li adım­lar at­ma­ya ça­lış­tık ama ço­ğu yü­rü­me­di. Bu ti­yat­ro ku­ru­lur­ken amaç­lar­dan bi­ri­si in­san­la­ra ti­yat­ro­yu ta­nıt­mak sev­dir­mek­ti, son­ra yü­rür di­yor­duk. Ama yü­rü­mü­yor! Bir dö­nem in­san­lar haf­ta so­nu on ta­ne vi­deo fil­mi alıp evi­ne ka­pa­nı­yor­du… fiim­di onun ye­ri­ni ça­nak an­ten­li te­le­viz­yon­lar al­dı. Ti­yat­ro bur­ada­ki in­san­la­rı­mı­zın bü­yük ço­ğun­lu­ğu ta­ra­fın­dan ta­nın­mı­yor ve il­gi gör­mü­yor. Ama­cı in­san olan, in­sa­nın kül­tü­rel alan­da da en iyi­si, en ile­ri­si ile eği­til­me­si olan bir kül­tür po­li­ti­ka­sı ol­ma­dan, eği­tim po­li­ti­ka­sı ol­ma­dan bu işin yü­rü­me­si de çok zor… Bu­gün­kü dev­let­le­rin “kül­tür po­li­ti­ka­la­rı­nı” be­lir­le­yen, kül­tü­re en alt sı­ra­lar­da yer ver­me ve des­tek sun­du­ğun­da da kar­şı­lı­ğın­da ya­pı­la­cak işin ne ola­ca­ğı­nı be­lir­le­me­ye kalk­mak, sa­nat­çı­nın öz­gür­lük­le­ri­ni ola­ğa­nüs­tü sı­nır­la­mak­tır. Ya­ni so­nuç ola­rak bu­gün bu alan­da ça­lış­mak en zor iş­ler­den bi­ri. Bu­na bir de, biz­zat ti­yat­ro­cu­la­rın –bu­nu sa­nat ala­nı­na da ge­nel­le­ye­bi­li­riz di­ye dü­şü­nü­yo­rum– ken­di ken­di­le­ri­ne ya­rat­tık­la­rı zo­ruk­la­rı da ek­ler­se­niz, o za­man re­sim ta­mam­la­nır. Ti­yat­ro­cu­la­rın ken­di ken­di­le­ri­ne ya­rat­tık­la­rı zor­luk­lar­dan kas­tet­ti­ğim, da­ya­nış­ma ye­ri­ne, kıs­kanç­lık; al­çak­gö­nül­lü ve baş­ka­la­rın­dan da öğ­ren­me­ye açık ol­ma ye­ri­ne, “her­şe­yi ben bi­li­rim, en iyi­si­ni ben bi­li­rim” bur­nu­bü­yük­lü­ğü; bir iki oyun­da iyi oy­na­dı mı ve­ya bir iki oyu­nu iyi sah­ne­le­di mi, “ben sta­rım” ha­va­la­rı­na gir­me­ler; ken­di­ni bir sa­nat­çı ola­rak her­kes­ten üs­tün ve eleş­ti­ril­mez gör­me­ler; yan­ya­na ge­lin­di­ğin­de bir­bi­ri­ne öv­gü düz­me­ler; ar­ka­dan atıp tut­ma­lar; ger­çek bir ti­yat­ro eleş­ti­ri­si­nin ner­dey­se yok­lu­ğu, bu­na bağ­lı ola­rak eleş­ti­ri­ye ta­ham­mül­süz­lük; yer yer eleş­ti­ri adı­na ya­pı­lan se­vi­ye­siz ki­şi­sel sal­dı­rı­lar vb. has­ta­lık­la­rın bu alan­da ol­duk­ça yay­gın ol­ma­sı­dır. Ti­yat­ro dün­ya­sı­nın (ve ge­nel­de sa­nat dün­ya­sı­nın) için­de ya­şa­dı­ğı­mız top­lu­mun bir par­ça­sı ol­du­ğu bi­lin­di­ğin­de, şa­şır­tı­cı da de­ğil bun­lar. Fa­kat yer yer bez­di­ri­yor, bık­tı­rı­yor in­sa­nı!
fiim­di Ber­lin’de 15 yıl geç­mi­şe sa­hip ‘Ti­yat­rom’a ge­lin­ce… Bu ti­yat­ro şu ya da bu şe­kil­de ku­rul­muş, bu­gü­ne gel­miş… Se­yir­ci­nin gel­me­si la­zım… ve bu­na sa­hip çık­ma­la­rı la­zım, bu da son şans! Eğer çık­maz­lar­sa, bu da ka­pa­nır­sa –çün­kü ye­ni “ta­sar­ruf” po­li­ti­ka­la­rın­dan kül­tür ala­nı­na ya­pı­lan yar­dım­lar da“pa­yı­nı alı­yor!”–, bir da­ha böy­le bir şans ele ge­çi­ri­le­mez. So­nuç­ta bu bir eği­tim­dir, kül­tür­dür…
GÜ­NEY: Söy­le­şi için çok te­şek­kür edi­yo­ruz, Sa­yın Ül­gen…

Sonraki Gönderi
Toplatma kararına ilişkin destek mesajları…

Toplatma kararına ilişkin destek mesajları...

Kategoriler

Güney Sayı 104

Yılmaz Güney’i anıyoruz!

İnsanın değerinin olmadığı bu sistemde insan kalmak!

Çukurova Kitap Fuarı’ndan İzlenimler

Kamuoyuna açıklama

15. Çukurova Kitap Fuarı

Yılmaz Güney bizimle!

103. sayımız çıktı

Güney Sayı 103

Mağdurların anılarını canlı tutma mücadelesi

Eskişehir

102. sayımız çıktı

Güney Sayı 102

Ayvalık/Balıkesir

Kocaeli/Gebze

İsviçre satış noktaları

Avusturya satış noktaları

Almanya satış noktaları

101. sayımız çıktı

Güney Sayı 101

Bir bildirge denemesi: Devrimci Gerçekçilik

Süleyman Özdemir

Davet: Yılmaz Güney’i anıyoruz!

DAVET

100. sayımız çıktı!

Güney Sayı 100

Politik tutsaklar ve “hapishane edebiyatı”

Yusuf’suz bir yıl!

“Tutsak Kitapları Sergisi” İzleyicisiyle Buluştu

14 Şubat Dünya Öykü Gününe binaen

İnstagram

  • Etkinliğimizde Muzaffer Doyum kitabını imzalayacak
2 Nisan Pazar 2023 
Saat 14.00 
Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi
Halaskargazi Caddesi No:168  Şişli/İstanbul
  • Doğumunun 86. yılında “Halkın sanatçısı halkın savaşçısı” Yılmaz Güney bizimle
Etkinliğimizde Fatoş Güney kitabını imzalayacak
2 Nisan Pazar 2023 
Saat 14.00 
Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi
Halaskargazi Caddesi No:168  Şişli/İstanbul
  • İnsanın değerinin olmadığı bu sistemde insan kalmak!

Büyük bir felaket yaşıyoruz. Depremde hayatlarını kaybedenlerin yakınlarına ve dostlarına sabırlar diliyoruz. Yaşananlar karşısında derin bir üzüntü içindeyiz. Söylenecek sözlerin artık tükendiği noktadayız. Depremin sonuçları; acı, ölüm, açlık ve sefaleti arttırdıkça arttırıyor. Yoksul emekçilere ulaşılamayan yardımlar acımızı daha da büyütüyor, duyulan feryatlar karşısında yüreklerimiz dağlanıyor, ama yetmiyor! Yaşadığımız azap depremzedelere çare olmuyor. Yine yaşananları seyretmekle yetiniyoruz, ama yetmiyor işte.

El yordamıyla hayatta kalmaya çalışanlar, kadınlar ve çocuklar felaketle boğuşurken toplum olarak suçluları arıyoruz. Bunlar ya müteahhit, ya iktidar yada yetersiz kalan kurtarma ekipleri oluyor; suçlular çok fazla, suçlular bitmiyor ve biz her felakette yaşananları balıklar gibi seyredip unutuyoruz.

Kapitalistlerin daha fazla kâr uğruna insan hayatını hiçe sayan yapılar inşa etmesine dur diyemediğimiz sürece, bizleri yoksullaştırarak harabe evlerde yaşamaya mahkum edenlere, müteahhitlere ve onların deprem yönetmeliğine uygun olmayan yapılarına izin veren devlet kurumlarına dur diyemediğimiz sürece, insanın ve türlerin yaşam hakkını koruyan merkezinde insanın olduğu bir sistem kurmadığımız sürece yaşanan felaketlerin suçluları bizleriz. Şairin de söylediği gibi “demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

Her şeye rağmen can pahasına yardıma koşan insanların, insan üstü çabaları da çok değerli olduğunu görüyoruz. Herkesin yapabileceği çok şey var. Yardım için acil ihtiyaçların karşılanması ve ihtiyaç sahiplerine ulaşılması gerekiyor. Gönüllü, yardım birliklerine katılabilenlerin zaman kaybetmeden harekete geçmesi önemli. Bütün okurlarımızın bu dayanışmaya katılacağını biliyoruz ve imkanı olanlara çağrıda bulunuyoruz: Yardım için gönüllü olun ve elinizden geleni yapın! “Şimdi birlik olma zamanı” diyoruz ama, bu kadarıyla değil tabi ki, bu köhnemiş sistemi ortadan kaldırmak için de birlik olma zamanı. İşçilerin, emekçilerin yaşamını elinden alan, 
Yazının devamı için; https://guneykultursanat.org/insanin-degerinin-olmadigi-bu-sistemde-insan-kalmak/
  • DOĞUMUNUN 86. YILINDA “HALKIN SANATÇISI HALKIN SAVAŞÇISI”
YILMAZ GÜNEY BİZİMLE ETKİNLİĞİNDE BULUŞALIM
2 Nisan Pazar günü saat  14.00 te  Cemil Candaş Kent Kültür Merkezinde buluşalım.
Halaskargazi Caddesi No:168  Şişli/İstanbul
İletişim: 0541 801 35 02/0533 501 64 62
Giriş ücretsizdir
  • Çukurova Kitap Fuarından İzlenimler
Bir kitap fuarı etkinliğini daha geride bıraktık. Çukurova’nın bahar aylarını aratmayan güneşli dokuz gün boyunca iyi yönleri ile hatırlanabilecek bir fuar olduğunu söylemek yanıltmaz bizi. Bu kadar ilgiyi başlarda beklemiyorduk. Hayat pahalılığının olumsuz koşulları altında, enflasyondan en çok zam gören kalemlerden kitapların  temel ihtiyaçlar listesinde en sonda olabileceği ilk aklımıza gelen olmuştu: Tabi bu olgu yaşadığımız toplumun henüz değişmeyen özelliklerinden biri olmaya devam ediyor.  Fakat yinede tüm bu yoksulluğa rağmen, kitaba para ayıran önemli bir okur kitlesi de vardı. Her ne kadar burç kitapları ve kişisel gelişim üzerine yazılı kitaplar ilgisinden değer kaybetmese de ve kitap olsun çamurdan olsun diyenler dışında Çukurova’nın iyi bir okur çevresine sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Fuar boyunca, dergimizin standına da ilgi büyüktü. Güney’in yeni ve bir kısım eski sayılarını, İnter ve Dönüşüm Yayınlarının çeşitli kitaplarını standımızda bulundurmuştuk. Fuarda Marksist-Leninist külliyatı bulunduran tek standın bizde olması bir eksiklik olduğu kadar, ilginin sebebi de olduğu söylenebilir. Bizi şaşırtan ise kitaplarımıza ve dergimize duyulan ilginin 14-17 yaş aralığındaki gençlerin oluşturmasıydı. Bu yaş grubu için herhangi bir kuşak tespiti yapmak güç. Yaşlara göre kategori belirlemek yeni moda olsa da bu gençlik başka türlü ilerliyor diyebiliriz, hem de bize hiçte uzak olmayan bir ilerleme. Belki bunu yaşadığımız iki örnekle açıklamak düşüncemizi haklı çıkaracaktır. İlki, henüz 15 yaşında genç bir kız, oldukça zarif ve iyi giyimli; bu haliyle orta halli, kültürlü bir ailenin çocuğu olduğu kesin. Ama bizim açımızdan şaşırtıcı olan bu kızın merakı: “Demokratik devrim mi? Sosyalist devrim mi?” bu konu ilgisini çekiyormuş ve araştırma yapmak istiyormuş. Biz kendisine yaşı için ağır bir araştırma kitabı olduğunu söylemek isterken, babası – bu tür siyasi kitaplara çok ilgisi var, sürekli okuyor, bu konular ona yabancı değil- dedi. Tabi biz şaşırıyoruz. Bir diğer örnek ise Kollontai’nin kitabını gören 15 yada 16 yaşlarında genç bir erkek...(Devamı için: https://guneykultursanat.org/cukurova-kitap-fuarindan-izlenimler/)
  • Güneyden
  • Güney Kitaplığı
  • İçindekiler
  • Haber
  • Karikatür
  • Kitap
  • Makale
  • Öykü/Hikaye
  • Resim/Fotoğraf
  • Röportaj
  • Satış Noktaları
  • Şiir
  • Sinema
  • Tiyatro
  • Dosyalar

© 2021 Güney Dergisi

Sonuç yok
Tüm Sonucu Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güney Kitaplığı
  • Dosyalar
    • Yılmaz Güney
    • Nazım Hikmet
    • Bertolt Brecht
    • Kültür Konferansı
    • Diğer Dosyalar
  • Sizden Gelenler
  • Tüm Sayılar
    • Eski Sayılar
  • İletişim
    • Hakkımızda
    • Göndereceğiniz Yazılar Hakkında

© 2021 Güney Dergisi

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In
Güney Size en son haberler ve güncellemeler için bildirimler göstermek istiyoruz.
Reddet
Bildirimlere İzin Ver