“Bir hiçim” dedi ha taştı ha taşacak gözlerle… “Okyanusta damla bile değilim. Koca bir sıfırım ben.”
Ve hemen ardından damla damla taştı…
Anlatamadım ona, diyemedim, ben “sıfır” olabilmek için ömrümü harcadım diye. Söyleyemedim, damla kadar var olamayanların acısını, anlatamadım.
Öylece oturdum yanında, ben de onla ağladım.
Hâlbuki sırf umuttuk biz. Çağlayan, aşan coşan, kabına sığmayan bir umut’tuk biz. Hem de öyle lafta değil, elle tutulabilir umuttuk biz.
Hâlbuki inançtık biz. Öğle boyunda asılı sallanan inanç değil, gönle kazılmış, buram buram aşk kokan inançtık biz.
Hâlbuki saçmalıktık biz. Etrafa saça saça bitiremediğimiz, saçma-lık fikirlerimiz vardı bizim… Olmadığımız yerde inancımızı ve umudumuzu yaşatacak, dünyaya saçtığımız, saçma-lık fikirler…
Güneş, hafifçe başını yasladığı omzumdan kafasını kaldırdı, kan çanağı gözlerini dikti gözlerime ve “hadi anlat” dedi, “o eski hikâyemizi anlat lütfen”
Hiç eskimez mi bu hikâye? Küçücüktü herhalde, bir gün yatılı okulun soğuk odasında, yapayalnızken, dünya ona o kadar zor, karanlık, başa çıkılmaz ve umutsuz göründü ki birden bire, dayanamadı ağlamaya başladı. Sabah ezanı okunmaya başladığında onu hala susturamamış olduğum için paniklemiş durumda olan ben, onu sakinleştirmek adına, artık elimdeki her çare tükendiğinden, bir hikâye anlatmaya başlamıştım.
Güneş’in hikâyesini…
İşte o gün bu gün, ne zaman yapışsa örümceğin ağına, bu hikâyeye tutunarak kurtulmaya çalışır. Şimdi yine yalvarıyor iri kahverengileriyle… Hiç kıramam onu, ben de başlıyorum anlatmaya…
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, zaman anın içinde, bir kız varmış Güneş diye. Güneş bir yıldız da yaşarmış, milyarlarca yıldız Güneş’in içinde. Bu yıldız öğle bir yıldızmış ki, herkes burada yaşayamazmış. Konuşmak zorunlu değilmiş ama kim ki düşündüğünün aksini söyler, aklı dile gelir, onu ele verirmiş. Hissetmek zorunda değilmiş ama kim ki ne hissettiğini söylemez, gönlü hemen dile gelir, onu ele verirmiş. Bu nedenle, insanoğlu işte, düşündüğünü söylemeye korktuğu için düşünemez, hissettiğini söylemeye korktuğu için hissedemez olmuş.
Zamanla, konuşmaya konuşmaya, kelimeler unutulmuş. Kelimelere ruh veren duygular, hissedilmeye hissedilmeye paslanmış, çürümüş.
Güneş’in gezegeni cehenneme dönmüş.
Sonra günlerden bir gün, bir yabancı düşmüş Güneş’in yıldızına. Ne kimse bir şey düşünmüş bu yabancı hakkında, ne de bir şey hissetmişler onun hakkında.
Yabancı ise, çok şaşırmış bu duruma. Dolaşırken orayı burayı yıldızda, Güneşe rastlamış… Yalnız başına oturmuş Güneş, gökyüzünü seyrediyormuş, içinde hani şu tanıdık his, bir şey unuttum ama neydi, hatırlayamıyorum…
Yabancı yavaşça Güneş’in yanına yaklaşmış, yanına oturup oturamayacağını sormuş… Uzun zamandır hiç soru duymayan Güneş, şaşkınlıkla bakıp, bu konuda herhangi bir fikri olmadığını söylemiş… Yabancı oturduğu yerden Güneş’e bakmış ve tekrar sormuş, “siz hiç konuşmaz mısınız bu yıldızda?” İyice afallayan Güneş, yabancıya kısaca başlarından geçenleri anlatır, neden konuşmadıklarını veya hissetmediklerini anlatır. “Böylesi hem daha güvenli, hem daha kolay.”
“Anlıyorum” der yabancı… “Benim geldiğim yer, yani Dünya’da bir zamanlar böyleymiş… Çok zaman önce insanlar kaybetmiş kelimelerini ve onların anlamlarını. Fakat sonra, kelimelerle birlikte bakmışlar ki her şey yok oluyor. Tüm inançları, umutları, hayalleri, hayatları… Oturup, ne yapacaklarına karar vermeleri gerekmiş, en sonunda, her ne kadar insanlar bazen düşündüklerinin aksini söyleyecek olsalar da, düşünmelerine, hissettiklerinin aksini söyleyecek olsalar da hissetmeye karar vermişler.”
Güneş kulaklarına inanamayarak dinlediği yabancıya merakla sormuş, “ee, peki sonra ne olmuş?”
Hafifçe gülen yabancı, “ne olacak” demiş, “şimdi Dünya’da insanların çoğu yalancı, ikiyüzlü ve sahtekârlar. Ama böyle de olsa, hep bir arada yaşamayı asırlardır başarıyorlar.”
“Ama nasıl? Nasıl başarıyorlar bunu?”
“Tam olarak bende bilemiyorum… Aslında tam olarak hiç kimse bilemiyor. Ama sanırsam ki, yalan dolan içinde de olsa, sahtekârlık paçalarımızdan da aksa, ikinci yüzümüz bizim en yakın ahbabımız da olsa, insanlar hiç bir şey hissetmedikleri bir hayat yaşamaktansa, bu şekilde yaşamayı tercih ediyorlar benim yerde.”
Güneş o tanıdık hissin, unutmuşluk, unutulmuşluk hissinin yavaş yavaş eridiğini hissetti. Aynı anda ensesinden kulaklarına yayılan ateş, kalbine ulaşarak ona atması için başka bir güç verdi.
“Hatırlıyorum!” diye haykırdı Güneş, “bunun adı umut’tu!”
“Ne olur yabancı, beni de götür Dünyana. Beni burada siyah bir boşluğun içinde, hissizlikten hissizliğe uçmaya bırakma.”
“Uyarmam lazım seni” demiş yabancı, “Dünyada çekeceklerinin çoğu keder, özlem, hüzün, acı.”
“Ama bunun yanında, sana verilmiş sınırsız bir dayanma gücü var. Ne zaman bu hislerin girdabına kapılırsan ona sarılıp kurtulabilirsin. Umuttur onun adı!”
Hep böyle olur zaten…
Hep yetişemeden hikâyenin sonuna, dinleyemeden bir türlü, duyamadan sorduğu soruların cevaplarını dalar gider, teslim eder kendini rüyalara.
Kafası kucağımda, fısıldıyorum kulağına: “Sözcüklerin bittiği, umutların tükendi yerler vardır, hiç gitme emi oralara…”
Aslıhan Ağaoğlu