Başımın ağrısı tutmuştu. Sokakta benden başka kimse yoktu. Yağmur ha yağdı ha yağacak. Bakkala girip bir büyük rakı ve konserve halinde közlenmiş patlıcan istedim. Bakkal beş karış suratla, sigarasını kül tablasına bırakıp yerinden kalktı. İstediklerimi kasaya getirdiği süre içinde ben de çikolatalara, cipslere, otuz yedi ekran televizyona bakıp durmuştum. Zaman böyle anlarda yavaşlar derken içeriye bağırış çağırış yalınayak başıkabak roman çocukları dalıverdi. Bakkal, hemen canlanıp çocukları azarlayıp sövmeye başladıysa da orayı burayı devirip de aldıklarını penyelerinin içlerine, pantolonlarının ceplerine dolduran çocukları yakalaması zordu. Çocuklar ve bakkal arasında bir yakalamaca başlayacaktı ki bizim rakı şişesinin kırılma sesi duyuldu. Her yere yayılan anason kokusuyla bakkal da sakinleşti. Çocuklar da dükkânı kendilerini şanslı hissederek hızla terk etti. Bakkalla göz göze geldik. Çocukların anasına atasına ağız dolusu küfürler ediyordu. Dükkânın içi iyice rakı kokmaya başlamıştı, içeriye biri girdi. Henüz arkamı dönüp bakma fırsatı yakalamıştım ki:
-“Sövme lan çocuklara, puşt,” dedi.
Bakkal sessizce kalakaldı. Puşt işte! Bu adamın sessizliğinde bulamadığım, bir şey var bu adam da dediğim: meğerse puştlukmuş. Bir puştluk var bu sessizlikte. Sesin geldiği tarafa dönüp baktığımda, esmerliğini gözlerinin üzüm karasından almış, otuz beşlerinde bir kadınla karşılaştım. Hayatımda bir kadının ağzından böylesine güzel küfürleri sadece mahallemizin Ömür ablasından duymuştum. Onu on yıl evvel mahalleye yeni geldiğimde tanımıştım. Okula gidip geliyordum. O benim geçmek zorunda olduğum yol kenarlarındaki parklarda arkadaşlarıyla sömek sömek cigaraları, ömrünün ortasına dikilmiş bir ağacı yakar gibi ateşliyordu. Zaman geçtikçe acıları yaprak gibi dökülüyor döküldükçe de güzelim yüzü soluyordu. Ömür Abla dükkânın içini dolaşmaya başlamıştı ki, bakkal ağzını açıp tek kelime etmeden rakıyı gazeteye sarıp poşete koydu. Konserveyi de yanına, doksan üç lira demeden ben de parasını önüne koydum. Bakkaldan çıkarken gözlerimi Ömür’den ayırmak isterdim fakat yapamadım. Kadının gözleri hâlâ karanlıktı. O bana şöyle bir baktı, sonra pek oralı olmadı. Bugünlerde çoğu şeyin bana tanıdık geldiği hissiyatı artmıştı. Bazı şeyleri karıştırıyordum, farkındaydım. Normaldi aslında, zaman tüm nankörlüğüyle bir akarsu gibi geçip gitmişti. Fakat bu karanlığı unutamazdım.
Sessizce dışarı çıktım, yağmur başlamıştı, gök gürültüsü şimşekler ardı ardına sıralanmıştı. Biraz ağırdan alıp salına salına ıslanarak eve doğru yürüdüm. Evde her şey yerli yerindeydi. Ben sırılsıklamdım. Ev bütün sağduyusuyla bekliyordu. Beklemekten sıkılsa ayaklanıp gidecek değildi ya, olsun bekliyordu. Beni bekleyen iki göz odası olan bir evim vardı. Eskiden iki de balığım vardı. Geçen yaz saksıda, pencere önünde yetiştirdiğim domateslerim vardı. Yetiştirmek dediğim her akşam rakıya bir bardak su, saksıya bir bardak su. Ev dediğin, yaşanmışlıklar toplamıydı.
Mutfağa girip poşeti masaya bıraktım. Bir meze gerekliydi, tuttum Köpoğlu yaptım. Rakının ağızda bıraktığı acı tadı aldığı ve bu sebepten her seferinde çok içmeye sebep olduğu için, Köpoğlu. Rakı kadehten azaldıkça hayalimde geçmiş günlerin filmi başlıyordu. O deniz kıyısına yakın evimizde, balkondayız. İlk gençlik yıllarımı geçirdiğim, şimdiyse yılda bir hafta geçirdiğim evlerden. Annem örgü örmekte, masada kiraz, sarı tuzlu leblebi var. Denizin esintisi yüzümüze vuruyor. Benim eskimemiş bir pozum, elimde bir bira şişesi. Mutluyuz, günlerin geçmesinden, mutluyuz yan yana olmaktan; küçücük sahil kasabamızdan. Ama gideceğim, kalamam. Bunu annem de biliyor. Bir kurşunun kahpeliğini kime edeceğini de biliyor, öğrenmiş. Artık bezmiş, bu yüzden anlatımı biçimini değiştirmiş; susuyor. O sustukça ben gittiğim yollarda büyüdüğümü hatırlıyorum. Yol dediğin, çiçeğiyle böceğiyle ağacıyla dümdüz bir ovayı ikiye bölüyor. Beni geçmiş gelecek diye ikiye, bu gidiş bu geliş diye kendisini de ikiye bölüyordu. Karşısına çıkan her şeyi bölebilen bir hizibin, bile isteye eline düşmüştüm. Bölemediği çıkarsa günün birinde beni bozdurup harcasın diye. Çünkü başka bir dünyanın keşfi için, küçük karabalıklara yol lazımdı. İnsanları gidip görmek için yol lazımdı. Güzeli insanlığa getirmek için yol lazımdı veyahut insan güzele gidebilsin diye.
Bir gün kapımız çaldı, yolun yolcusu olduğum için beni alıp götürdüler. Götürürlerken apartman kapısına toplanmış mahalleli arasında yalnızca Ömür’ün o üzüm karası gözlerini ve onda karanlığın böylesine derin olduğu gördüm. Gittiğimiz yerlerde yol yoktu. Etrafın karanlığı Ömür’ün gözlerinden beri devam ediyordu. Yerlerin çamurunu hatırlıyorum. Yağmurun yağışı, güneşin doğmayışı, zamanın geçmeyişi, insanın çatlamayan bir sabır taşına dönüşmesi, insanın kendisine inanmasını sağlayan acıyı hatırlıyorum. Gözlerimi açmaya çalışıyordum, kapanıyordu. Göz kapaklarım dünyanın en ağır kütlesi oluyordu. Bu karanlık beni boğuyordu. Gözlerim kapanırken, sadece seslerin uzaklaştığını hatırlıyorum.
Uyandığımda kendimi bir sokağın kaldırımında, dalından kuruyup düşmüş bir yaprağın rüzgârdaki dansını izliyor hâlde buldum. Ağzımda kurumuş kanın tadı vardı. Yüzümde çamurun kalıntılarını hissediyordum. Onca zaman sonra tutmayan kollarımdan tutup beni kaldırmaya çalışan kadın:
-“Sesimi duyuyor musun?,” dedi.
O gün sesini duymuştum. Gözlerini görmüştüm; bana baktıkça yaralarım iyileşmişti. Zaman, bitti dediğim yerde, aşkı çağırmıştı. Bu, dünyanın en güzel misafirliğiydi. O sesi duyduğum günü hiç unutmadım. Gel zaman git zaman, sonu ayrılıktı. Bir sabah teşekkür edip topal bir ayakla uzaklaşmıştım. Aşk ancak misafirliği becerebiliyordu, ötesi bir yolcunun yapacağı işler değildi. Yolcuydum, bazen aşkla bazen acı, bu dünyadan geçiyordum.
Ömür bana yolculuğumu hatırlatmıştı. Yolun bitmediğinden emindim. Radyo cızırtılı, açıktı. Evdeydim, yalnızdım. Cam kenarındaydım. Dehşetli yağmur yağıyordu. Kelimeler birer ikişer yola çıkmaya hazırlanıyordu. Uykuya mı dalmıştım? Yolculuğumun bir yerlerinde mola mı vermiştim? Ayağa kalkmalıydım. Tekerleğimiz mi patlamıştı? Mermimiz mi bitmişti? Annem nasıl? Rakı bitti mi?
Kelimeler, yollara dökülüyordu.
Usanmamıştım.
O an radyoda bir türkü dindirdi, dünyada soluğumu:
Hasret’in sesiydi bu; ölüm denizinin kıyısında anacığım.