Efendim bir Çin atasözü vardır: ‘Kurbağa gökyüzünü yaşadığı kuyunun ağzı kadar sanırmış.’
Bazı adamlar-kadınlar kendilerini dev aynasında görürler. Zira hayatları çevrelerindeki on- onbeş kişi ile günlük kullandıkları 500 kelimeden ibarettir. O, onbeş kişi onları onamışsa, tamam, devleşirler. Kendilerini enn … sayarlar. En büyük. En akıllı. En güçlü. En cömert. Enn. Enn… mütevazılık falan mı, nerede? Nerede o eski bilge adamlar. On beş kişi ve 500 kelime fazla mı dediniz. Fazla mı büyüttüm bu insanları. Tamam, on kişi ile 300 kelime olsun.
Şimdilerde internet icat oldu, tamam faydası çok ama hastalık da yapıyor. İnsanı ekran başına hapsediyor, zaten giderek azalan, yetmeyen zaman ‘çet’leşmek adı altında öldürülüyor, sosyal ilişkiler zayıflıyor. Okey, poker, satranç oynamak için bile evden çıkmaz oldu insanlar. Sevgili-eş doğal ortamda aranmıyor, internette ‘arkadaş, eş arama’ sayfalarından bulunuyor. Tabi sonra da sükut-u hayale uğranılıyor. Bunların hepsi internette mevcut. Ama internetin yararları da saymakla bitmez. Şimdi ben bir konu araştıracağım zaman, yüzlerce kitap karıştırmak, günlerce uğraşmak yerine üç beş tuşa basıyor ve bir sürü belgeye-bilgiye anında ulaşabiliyorum. Sonra eleştiren, öneride bulunan, kutlayan okuyucu mektupları da internet hızı ve kolaylığı sayesinde çoğaldı. Arkadaşlarımla yazışma, paylaşma, bilgi alışverişi de öyle.
Aynı şekilde ev kızları-kadınları-adamları da internet sayesinde açıldılar dışarıya. Yeni hayatlar keşfetmeye başladılar.
Kişisel tatminde internetin rolü
Efendim benim üzerine durmak istediğim sanal aşklar falan değil. Bazı internet siteleri aracılığıyla kendilerini tatmin yoluna giden tipler dikkat çekmek istediğim. Yani teknolojiyi kendi kişisel ihtirasları için kullananlar. Bunlar o sitenin dışına çıkmaya çalışsınlar, şaşırıp kalırlar. Dışarıda onlardan habersiz kocaman bir dünya. Kuyu-kurbağa hikayesi. Ne ciddi bir sitede yazabilirler, ne de gazetede-dergide. Bunlar sadece kişisel tatmin ve çevresindeki on kişiye şirin görünmek ve birilerine gol atmak için yazarlar. Ama hayatın, mücadelenin içinde görünmezler. Önemli bir olayda gerçek yüzleri açığa çıkar. Bir eyleme katılmaları istendiğinde, tabu sayılan bir konuda destek-yazı gerektiğinde tüyerler.
Niye kaçkın bu sözünü ettiğim kesim. Büyük çoğunluğu köşeleri dönme uğraşındadır ama bu köşeler bitmemektedir. Kimisi kıskançtır, kimisi haset, fesat. Ee beyler, hanfendiler derim ben de onlara, mutlaka siyasi partilerde, örgütlerde faaliyet göstermeniz gerekmiyor, gidin çevre sorunu uğruna mücadele edin. Meslek örgütlerinizde, sendikalarda çalışmak da çok önemli. Neden küçümsüyorsunuz. Yani ‘çevre sorunu’, ‘Tuzla’da ölümlere son’, ‘kadın hakları’ sloganları hafif kalıyor onlara. Kürt sorunu ve/veya Ermeni meselesi ise çok ağır. Kimseyi de beğenmezler. Allah muhafaza birkaç satır veya mısra yazdılar mı, on tane de okuyucuları olursa havalarından geçilmez. Dünyayı kurbağa gibi, yaşadıkları kuyunun ağzı kadar görürler.
Küçük ama saygın siteler
Tabi altını çizmek gerekir ki, küçük-yerel bir sitede başlayıp ulusal plana taşınan kampanyalar örgütleyen tutarlı arkadaşlarımız da var. Küçük ama saygın web siteleri de. Örneğin Veysel Güney kampanyası küçük bir kentte, yerel bir dernek ve sitede (Bkz. www.mersinyasam.com vewww.veyseliariyoruz.net, Mersin 78’liler Derneği.) ağırlıklı olarak Ethem Dinçer ve birkaç arkadaşının çabasıyla başlamış, sonra yüz binlere mal olmuştur. Veya yerel gazetede yazan bazı yazarlar Türkiye’nin her tarafından okuyucu toplayabilmektedir.
Okuyucusu az da olsa, samimi bir şekilde insan hakları v.b. konularda duyarlı davranan, seçme yazılara-yazarlara yer veren siteleri destekliyorum. Ayrıca yeni yazmaya başlayan insanların gelişmesi için de önemli bir olanak- alan sayılır bu web siteleri, bunu da kabul edelim. Birçok amatör yazarın yazılarını da ilgiyle izliyorum. Birçok siteye ben de yazı yolluyorum. Yerel dergi ve gazetelerde yazdığım gibi, ulusal gazete ve dergilerde de yazılarım yayınlanıyor. Kiminde elli kadar insan okuyor yazdıklarımı, kiminde on bin. Ayrım yapmıyor, niteliğe bakıyorum. Tabi gönül, yazdıklarımızın daha çok insan tarafından okunmasını- paylaşılmasını istiyor.
‘12 Eylül ve Filistin Günlüğü’ne saldıran provokatörler ve muhbirler
İnternet aleminden sağa sola çamur atan insanlık düşmanları da yararlanıyor. Provokatörler, muhbirler ve ucuz komplo teorileri üretenler. Harcı devrimci kanı ile karılmış malikânelerinde, etraflarına toplayabildikleri birkaç mürit ile evlerinin önündeki çamurda kralcılık oynayanlar. Bunların işleri güçleri çamur atmaktır gelip geçenlere. Abartmıyorum. Kanıt mı istiyorsunuz. Alın size bu şaibeli-karanlık adamların birinin web sitelerinde yazdıkları: ‘Türklük ve din düşmanı sanıklardan Adil Okay…’ diye başlıyor. Malum çevrelerin beni ‘rahatsız etmeleri’ için adresimi veriyor… Googool’da bulursunuz inanmazsanız.
Benzer saldırılar yapan başkaları da var. Özellikle ‘12 Eylül ve Filistin Günlüğü’ adlı, ölen, öldürülen adsız kahramanları andığım, onlara ithaf ettiğim, bir dönemi tanıklar ve belgelerle aydınlatan kitabıma yönelik saldırılar: Savcıları göreve çağıran, beni ihbar eden ucube mektup ve yazılar.
‘12 Eylül ve Filistin Günlüğü’nün yayınlanmasından sonra bana destek olan yüzlerce arkadaşımın ve çoğunu tanımadığım okuyucunun yapıcı eleştiri, kutlama, teşekkür mesajları, özellikle cezaevlerinden gelen beni gönendiren zarif iletilerin yanı sıra, internet üzerinden dolaylı -dolaysız düşmanlık yapan, daha kitabı okumadan ‘nasıl yayınlar, ne hakla yayınlar, ne cesaretle yayınlar’ diye parmak sallayan, kitapta cımbızla hata arayan, imzalı-imzasız mektuplarla bana (özünde kitapta anılan ölen-öldürülen arkadaşlarımıza, adsız kahramanlara) saldıran, beni ve yayımcımı ihbar eden (düştüğü zaman cürümü kadar yer yakamayacak) çapulcular da yok değil.
Doğal olarak bu ucube mektup ve yazılar hiçbir ciddi dergi veya gazetede yayınlanmaz. Yayınlanmadı. İnternet aleminde görüldü. Yanıt vermeye gerek görmedim, muhatab almadım. Ancak birkaç arkadaşımın ısrarı üzerine bu yazıda değinmek durumunda kaldım. Şimdi uyduruk komplo teorilerine prim verseydim, ‘İsrail ajanlarının işi’ falan derdim. Ama işin aslı çok daha basit: Bu saldırılar çaptan düşmüş birkaç küçük adamın, ruh hastasının, provokatörün çamur atmasından başka bir şey değil.
Teşekkür borcu
Türkiye’den, cezaevlerinden ve dünyanın birçok kıtasından mektup, telefon ve e-postayla -ve vicahen- beni kutlayan, ‘bu hepimizin kitabıdır’ diye sahip çıkıp teşvik eden, katkı sunan, kitabın tanıtımını yerel ve ulusal dergilerinde, gazetelerinde, sitelerinde yapan, tanıtım yazısı yazan, yayıncımın ulaşamadığı bölgelerde satışa ve dağıtıma destek olan arkadaşlara, kurum ve yayın organlarına tekrar teşekkür ediyorum. Ayrıca bu arkadaşların desteği sonucu ‘12 Eylül ve Filistin Günlüğü’nün ilk baskısının bitmek üzere olduğunu, yeni tanıklar, söyleşiler, fotoğraflar, mektuplar ve belgelerle genişletilmiş ikinci baskısının yapılacağı haberini paylaşayım istedim.
Bir diğer güzel gelişme de, benimle aynı dönemde Filistin kamplarında bulunan bazı arkadaşların, bu kitabımdan feyiz alıp, tek tek veya grup olarak aynı konuda kitap hazırlama kararı almalarıdır.
Herkes tarafından sevilmek istemem
Herkes tarafından sevilmek istemem doğrusu. O zaman kendimden kuşkuya düşerdim. Aynı anda ‘herkesin’ gönlü olsun diye de uğraşmam. Zira söz konusu ‘herkes’, homojen-net değil. İyisi var-kötüsü var. Provokatörü-haini, döneği, muhbiri var. Para için değerlerini satanlar, suya sabuna dokunmayıp pis yaşayanı var. İyi gün dostları, eğlence, okey-batak arkadaşları var. Karısını ezen, ‘sadece valizini hazırlatmayıp’ aynı zamanda, psikolojik ve/veya fiziki şiddet uygulayanı var. V.b. Dolayısıyla bu kadar değişik yelpazeden, ruh halinden, kültürden, düzeyden insanların ‘bir arada yaşamak zorunda kaldığı’ toplumda, herkesin beni sevmesi – onaması durumunda kendimden kuşkuya düşerdim. Kaldı ki ben düzen partilerinde milletvekilliğine, tüccarlar kulübü gibi derneklerde yönetime de oynamıyorum. Bu anlamda herkesin beni sevmesini de istemem.
İş yapana saldırılır biliyorum. Evde oturup rahatıma da bakar, risk almazdım. Amma velâkin uzaklarda sessiz kalan arkadaşlarımdan da destek-tavır bekliyorum. Hani şu ağzında kuru dal ile ağzında bir yudum su taşıyan martı öyküsü. Nasıl bilmeyen var mı aranızda. Bir daha mı anlatayım? Peki.
Efendim denizin ortasında küçük bir balıkçı teknesi yanmaya başlamış. Adamcağız teknesini söndüremiyor. Tamam, kara çok uzak değil. Balıkçı atlayacak, yüzüp karaya çıkacak, kendini kurtaracak. Ama ekmek teknesi yanıyor. Çoluk çocuğun nafakası yanıp gidiyor. Tam o esnada martının biri geliyor, gagasında kuru bir dal, bırakıyor yanan teknenin üzerine. Balıkçı kızıyor. Ne olacak senin attığın o daldan, ben zaten yanıyorum diyor.
Martı yanıtlıyor: ‘Düşmanlığım belli olsun.’
Çok zaman geçmeden, tekne henüz tamamıyla yanmadan başka bir martı geliyor ve gagasındaki suyu tekneye boşaltıyor. Balıkçı duygulanıyor. ‘Sağol güzel martıcık, ama neye yarar o bir damla su. Yanıyorum yine de.’ diyor.
Martı yanıtlıyor: ‘Dostluğum belli olsun.’
Adil Okay, adilokay@hotmail.fr