Son aylarda Türkiye’de duygu patlamasına neden olan “Şu Çılgın Türkler” adlı kitabı irdelemeye değmez; fakat kitabın çılgınca satmasının gerisini düşünmekte yarar var.
Son yıllarda Türkiye’de sanat ve edebiyatın işlevselliğinin giderek azalmasının ve bir metaya dönüşmesini düşünmek insanı karamsarlığa itiyor.
Türkiye’nin okur profiline bakıldığında durum hiç de iç açıcı değil; kararsız ve güdümlü okur kitlesinin kendine ait düşüncesi yok, işaret edilene koşuyor, sanki gözünü yumup anlamadan okuyor. Peki ne okuyor? Tüm insani değerlerin yerle bir edildiği sapık, hastalıklı kurgular, ucuz aşk reçeteleri ya da milli duyguları kabartan fanatik kitaplar… İşte onlardan biri de son günlerde ekmek peynir gibi satılıp bedava dağıtılarak, baskı üstüne baskı yapan “Şu Çılgın Türkler” kitabı. Bu durum mehter marşıyla büyümenin anlı şanlı sonucu olsa gerek. Ezberi ve hafızası bu denli kuvvetli mi yüce Türk milletinin. İnsan Aziz Nesin’nin o toplumu yüzdeleyen ünlü sözünü düşünmeden edemiyor.
Kitap Kurtuluş Savaşı üstüne yazılmış. İçinde yer alan olaylara ve söylencelere pek yabancı değiliz. Resmi tarihi sevdirme, milli duyguları kabartma girişiminden ibarettir. Önüne gelen yaşadıklarını ya da parti mücadelesini, ve kıytırık anılarını roman diye yutturuyor. Nerede güçlü imgeler, metaforlar ve zeka işi kurgular… Hazır malzemelerle ev yapmak çok kolay fakat buna da sanat denilmemeli elbette.
Bu kitaba kimse edebiyat ve sanat değerini vermediği halde kitabın piyasada bu derece etkin yer edinmesinin anlamı ne olabilir? Bilindiği gibi Türkiye romanı Batı’dan ithal etti fakat ne hikmetse Batı’dan demokrasiyi bir türlü öğrenemedi.
Cumhuriyetle birlikte alınan kararda, tek dil, tek kültür ve tek milletin ırkçı mantığının yol açtığı isyanlar ve savaşlar hâlâ devam ediyor.
Bu acımasız dayatmalarla önce kimliksizleştirilip sonra kişiliksizleştirilenlere Türklük empoze edilince, önce koyun sürülerine döndüler sonra minnet duygusuyla kıraldan daha kıralcı kesilerek kimliğini isteyenleri de linç etmeye kalkanların zavallı ruh hallerini tatmin etmek için bu kitabın üstüne atlamaları pek şaşırtmıyor. Zedelenen benliklerini onarmalarını doğal görmek gerekir diye düşünsek de empati duygusunu geliştiremeyen bir toplumu fanatizme, kine ve hayali düşmanlarla avunma psikolojisine sürüklüyor. Doğru söyleyenlerin akıbeti ortada. İşte: Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve İsmail Beşikçi.
Aslında Türk romanında “Öteki”ler incelendiğinde ne denli sığ, taraflı yazıldığı ortadadır. Tüm gayri müslümler alçak, Rum kadınları Türk erkeklerin eğlencesi ve hafifmeşrep, Kürtler kaba.
Seksen iki yıldır demokrasisini yaratamayan, askeri darbeler ve işkenceler ülkesi, Ermeni, Asuri, Kürt ve Alevi katliamcısı olarak ün yapan ve insanlık değerlerine ciddi bir katkısı olmayan, edebiyat ve sanat alanında birtakım değerler yaratan yazarlarını da cezalandıran bir sistemin vatandaşları birey olma ve gerçek vatandaşlık duygularını yaşayamayan, korkutulan, sindirilen güdümlü bir eğitime boyun eğdirilen toplumun zavallı ve şakşakçı konumuna düşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Türkiye halklarını uluslararası düzeyde tanıtan büyük sanatçı Yılmaz Güney’in başına getirilenlere nasıl bir ad konmalı?
Halbuki tarihiyle yüzleşmekle, gerçekleri öğrenmekle aşağılanıp zedelenen toplumsal ruh yenilebilir, suçluluk duygusundan kurtulabilir. Türkler, Almanlar ve Japonlar kadar savaşçı mıydı? Ama onlar tarihleriyle yüzleşerek önemli bir sıçramayı gerçekleştirdiler.
Bir kitabın çok satması onun değerli olduğu sonucunu çıkarmaz. Hitlerin histerik bir şekilde ırkçılığı işleyen “Kavgam” adlı kitabı her Nazi’nin başucu kitabı olması gibi. “Şu Çılgın Türkler”in yazarını TV’den izlerken kitaplarını imzalıyordu. Bir genç kız “Kürtlerin hak istemelerini niye doğal karşılamıyorsunuz?” demesi karşısında manzara görülmeliydi; bir Nazi subayı yanında nazik kalırdı. Kıza bağırıp hakaretler ediyor. Spiker devam ediyor. “Münabetsiz soru sorulunca” diyor… Gerçekleri münasebetsiz gören gazeteciler ve gestapo gibi davranan yazarlar oldukça aydınlık günleri görmeme duygum ağır basıyor.
Kitap yaralanan şişmiş benlikleri avutma işlevini gördüğüne göre biz de onun vermek istediği bilgiler üstünde durmaya devam edelim.
Enver Paşa’nın Anadolu’nun o zavallı 90 bin askerini Sarıkamış’ta dondurarak kurda kuşa yem yapması nasıl bir kahramanlıktır?
Önce Suudi oradan Mısır’a kadar yayılan Osmanlılar dönüp arkalarına bakmadan nasıl bir trajedi içinde kaçtılar ve kaçarlarken ele geçenler önce cinsel organlarından asıldıktan sonra, köpeklere yem edilmelerine ne diyeceğiz? Kahramanlık mı?
Katliamlar yapa yapa Viyana kapılarına kadar dayandıktan sonra gelişen uygarlık karşısında dayanamayıp büyük kayıplara uğrayıp yenilgiler tarihiyle övünmenin ve sanal büyüklük yaratmak ne anlama geliyor?
En son paşa Vahdettin’in İngilizlere sığınmasını nasıl yorumlayacağız?
Başkasının işgaline karşı destan yaratmaya kahramanlık deniliyorsa bu coğrafyanın Türklerden daha eski, ezeli ve edebi kendi yurtlarında sürgün ve yokoluşu yaşayanlar özgürlükleri için savaşmasına kahramanlık diyecek miyiz? Yüz yıllar boyu birbirlerine karşı savaştırılan Alman ve Fransızlar bu gün birlikte yaşıyorlarsa o kirli ve çılgın savaşlardan gurur duyulur mu?
Ölen ve acı çeken milyonlara ne oldu? Demek sonuç birlikte yaşamakmış. Oysa ilerici insanlık yaratılmış savaşlarla değil; insanlığa yapılan katkılarla gurur duyulmasının en erdemli duygu olduğunu fısıldar. Tarihi bir romanla başladık ancak konumuz uzadı. Oysa roman sanatı yerellikten evrenselliğe uzanan yolda halklar ve kültürler arası birbirini anlamada ve hümanizmayı geliştirmede ciddi bir sanat alanıdır. Güçlü ve yaratıcı eserlerin özgürlük ortamıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Kendinden başkasını görmeyen toplumların ürettikleri de kendi sığ dünyaları kadar olacaktır. Öteki varolmadan, onları yaşatmadan ne üretilenlerin ne de dünyanın gerçek bir anlamı vardır. Çünkü ötekiler olduğu için bizler anlam kazanıyoruz.
Ve çılgınlaşarak nereye koşuyoruz?
Hadi şu çılgınların karşısına daha çılgınları çıkarsa sonuç ne olur?
İnsanlık değerlerine değer katmaktan gurur duyulur, vatan millet sakarya edebiyatıyla değil.
AYDIN DERE