- Bir sanatçıyı sanatçı kılan, eserlerindeki evrensel yapıdır.
Kimi sanatçılar, yoğun çalıştıkları ve başarılı oldukları dalda yeşerim gösterirler. Bu görünüm diğer sanatsal çalışmalarını geride bırakır. Hatta görünmez kılar.
Yılmaz Güney denince, akla ilk gelen sinemacılığıdır.
Oysa aynı sanatçının roman ve öykücülükteki başarısından pek söz edilmez.
Daha 1955 yılında yazıp yayımlattığı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri adlı öyküsünde dilinin kıvraklığı ve toplumsal içerikli konusu dikkat çekmiş, baskıya uğramış ve cezalandırılmıştır.
Her baskı gören sanatçı gibi soyut dil ve anlatım perdesine bürünen Güney, hayali tasarımlardan bilinç aktarmayı yöntem seçer; olmazı olur kılma uğraşı içine girer.
Gençlik öykülerinde, yazılarını sanatsal anlamda yorumlar. Vedat Günyol’a gönderdiği 31 Ağustos 1957 tarihli mektubunda, “Ben bir bakıma kendim için yazıyorum. Hani insanın bir iç huzursuzluğu vardır ya, işte ben yazılarımda bu huzursuzluğumu kısmen bile olsa atıyorum.” der.
“Sosyal sürrealist” olarak tanımladığı bir anlayışla yazdığı ilk dönem öykülerinde önemli olan bugün değil, yarındır. Öyle ki; bir öykünün yarını yoksa, o öykü başarılı değil demektir. Sanatçının Sürüngenler öyküsü, sanatsal anlamda buna örnek gösterilebilir.
“… Kapı yeniden çalıyor. Biri daha. İlk gelen adam, yeni gelene ‘Gel birbirimizi öldürelim’ diyor. İkinci gelen, biraz düşünüyor. ‘Peki’ diyor. Duvardaki büyük çiviyi çıkartıyorlar. ‘Bak’ diyor. ‘Üç dedim mi, tam yüreğimin üstüne saplayacaksın.’ Çıplanıyorlar. Çırılçıplak oluyorlar. Yüreklerinin üzerine kömürle çember çiziyorlar. ‘Buraya tam’ diyorlar. Bir, iki, üç… Çivileri saplıyorlar. İkisi birden düşüp ölüyorlar. Elim ağzımda ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırıyorum. İlk gelen bana ‘Gökyüzlerini parlatmamız hiç de işimize yaramadı’ diyor, ‘başkaları için’ diyor. Başını sallıyor iki yana ‘başkaları için’…”
Öyküleri yaşamdan bir kesittir. Ezilen insanın psikolojisini, kendi psikolojik yapısıyla pekiştirerek verir. Halkın istemleri ile bu istemlere akışını iyi yorumlar, düşle gerçeğin sentezini yapar ve şiirsel bir dille vermeyi başarır.
Soyut anlatımın işleyişini, somut bir dizgeyle yapar.
“Siyah önlüklü okullu kızlar geldi. Suları seyreden adamların gözlerindeki maviyi kızların gözüne koydu. Adamların gözleri renksiz, karanlıktı… Aralarında konuşup bağırdılar. Biz resimden çıkıyoruz deyip gittiler.”(Mavisiz Yalnızlık öyküsü)
1970 sonrası cezaevi yılları, sanatçının dönüşüm yıllarıdır.
Yazarın içinde bulunduğu toplumun çelişkilerini iyi bilmesi, tahlil etmesi, düşünsel anlamda yorumlaması, onu, toplumcu-gerçekçi sanat anlayışına yöneltir.
1974 yılında kullandığı şu sözler, yeni anlayışına ışık tutar:
“Safım açık ve bellidir. Emekçi yoksul halkımın safında bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizm acemisi bir sanatçıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım… Bu yüzden başıma gelecek belaları göğüslemeye şimdiden hazırım. Hak yolunda, halk için ölüm en şerefli ölümdür…”
Yaşamdan, inançlardan esinlenerek yazar öykülerini. Kurgular arkadaşlık üzerine kuruludur. Yapının ilk taşlarını atarken kahramanlarının adlarını sıkça kullanması, akıcılığı zedeler çoğunca. Bu kahramanlar ezilmiş insan tipidir: geçim derdine düşen, durmadan kaçan, sonuçta hep yenilen…
Birçok sanatçı gibi öykü türüyle başlaması, dilinin destansı olmasında büyük rol oynar.
Yılmaz Güney’in öz ve biçim olarak oluşturduğu, özelde oğluna genelde tüm çocuklara miras bırakmayı düşlediği devrimci anlatımlardır Oğluma Hikâyeler yapıtındaki öyküleri.
Bu ürünlerle olay öykücülüğüne bir geçiş yapar. Acındıran, mesaj veren, yol gösteren… Kahramanlar çocuklardan oluşmazsa, fabl masallarıyla özdeşlik kazanır. Konunun sonunda ders vermesi, Marksist düşünceyi alfabetik olarak öğretme çabası, anlatımı çocuklara öğütler şeklinde sonlandırması, bundandır.
Bilinçsizliğin de bilincin bir süreci olduğu gerçeğinden yola çıkar ve bunun dilini kullanır yapıtlarında.
O, ne yapacağını, nasıl yapacağını bilen, bu uğurda en kararlı ve korkusuz adımları atan insanlar yetiştirmekten yanadır. Ona göre bir insanın kendi hayatını değiştirme savaşı, dünyayı değiştirmekle yakından ilgilidir.
Hücrem romanı, bu düşüncenin ürünüdür. Kendi felsefesinin manifestosu… Romanda yer alan Çocukluk Günleri ve Çırak adlı uzun öyküleri için Güney, şöyle der:
“… Geçmişi doğru ve açık yüreklilikle değerlendirmeden bugünü anlamak olanaksızdır… / Kendimize bile açıklamaktan ürktüğümüz olaylar vardır. Şu iyi bilinmelidir ki, mutlak gizlilik yoktur. En gizli tuttuğumuz şeyleri bile bilenler vardır. / Bu hikâyeleri okurken, alabildiğine kendimizi düşünelim, en ince ayrıntılarını anımsamaya çalışalım hayatımızın. Kendimizle, geçmişimizle hesaplaşmanın ilk adımı sayalım. Üzülmekten, pişmanlık duygularına kapılmaktan, ağlamaktan korkmadan…”
Çocukluk Günlerinde, belgesel bir film anlatıcısı anlatımıyla dile getirir kendini:
“Beş yaşıma kadar beni hiç sokağa salmadılar. Beş yaşıma kadar; hiç. Şımarık olmayayım diye, istediğim hiçbir şeyi yapmadılar. İstemediğim ne varsa, canımı sıkan ne varsa yaptılar. Mahallenin çocuklarıyla tam anlamıyla bir oyun oynadığımı hatırlamıyorum. Hep pencereden bakardım onlara. İmrenirdim, onlar gibi oynamak isterdim; bırakmazlardı. Babama göre çocuk ‘terbiyesiz, ahlaksız, serseri’ olurmuş sokakta ve sokaktaki bütün çocuklar terbiyesizdi onun için. Oysa benim için hiç de öyle değildiler, ben de onlar gibi suların, çamurların içinde debelenmek, kavga etmek, küfürlü konuşmak, sigara, kibrit kutularıyla, gazoz kapaklarıyla oynamak, ona buna pipimi göstermek ve onlar gibi sidik yarıştırmak istiyordum…”
Çıraklık öyküsünde anlatımı birinci ve üçüncü kişilerin ağzıyla verir, okuru şaşırtır. Daha çok çocuk psikolojisinden bir kesittir işlenen. Çocukluk-gençlik ya da çırak-kalfa sürecinin yer, zaman betimi yapılır. Kullanılan dil ile kurgular arası bağlantı öylesine sağlam verilir ki, bir solukta okumadan bırakmak olanaksız gibidir.
“Çıplak bir kadın göğsünü ilk kez bu çeşme başında gördü Kadir. On altı yaşındaydı, içi bir hoş oldu, titredi. Musluğu açarken ve su kovalarını, tenekelerini alırken eğiliyorlardı. Sutyenleri yoktu, iç çamaşırları yoktu. ‘İşte İstanbul,’ diyordu Kadir, bakıyordu, içinde ateşler dolanıyordu, önünde toplanıyordu sonra, taşınmaz oluyordu. İrili ufaklı bir sürü yoksul göğüs, çilli, esmer, beyaz, diri, sarkık ve sessiz, yel vurdukça görünen bacaklar ve işte İstanbul şehri.”
Anlatımı, gülümseten mesajlarla süslediği de olur.
“Pis pis güldü peder, yarı alaylı.
– Biz unutsak da sosyalistler unutmaz seni, dedi, başıyla Konyalıyı göstererek.
Kadir ilk kez duyuyordu ‘sosyalist’ sözünü. Anlamını bilmeden baktı delikanlıya…”
Öykülerinde kahramanlar; oraya buraya atılmış, çocukluğunu yaşamamış, ayağına pabuç alınmamış, renkli şekerlerin özlemi içinde bırakılmış, sürekli ağlatılmış, değişik renkli ve değişik dilli insanlardır.
II.
Cezaevinde yazdığı ve politik yanının ön plana çıktığı Salpa, Hücrem ve Sanık romanlarının aksine; Boynu Bükük Öldüler yapıtıyla değerlendirilmelidir Yılmaz Güney’in romancılığı. Cezaevinde yazdığı, kimi zaman politik yanının ön plana çıktığı Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz romanıyla da…
Belli bir konusu olmayan, ağa-ırgat çelişkileri üzerine kurulu Boynu Bükük Öldüler adlı romanda okuyucu; kurgularda yaşanan olaycıklarda, uyruklarıyla dünyalarından kopmuş, içten söylenen bir ninniyle uykularının sisli havası içinde kendini biçimlendiren bir kahraman gibi görür.
Anlatımın oluşumunda, yaşamak, sevmek ve hüzünlenmeyi güzel kılmak adına, bulutlar çoğalır, azalır, kayar toprağın üstünden; güneş bulutlara saplanır, yeryüzü parçalı bulutlara bölünür.
“Artık gitme zamanıdır. Baba toprağını, evi, evin önündeki ağacı bırakıp uzaklara gitme zamanıdır. Evlerin, ağaçların çizgileri karanlıkla silinir, sessizlik çöker, toprak uyur; gitme zamanıdır. Dağ başlarına beyaz bulutlar dolanır, dorukları bulutlara gömülür, dağlar borlaşır, lacivertleşir. Sisler evreni içine alır, yel saçları uçurur; yel saçları alır uzaklara götürür; çünkü gitme zamanıdır.”
Dil ustaca işlenir; gelenek ve inançlarla çevirili olan tipler yer, zaman ve mekana uygun şekillendirilir; betimlemeler güçlü bir gözlem, sanatsal bir özle yapılır.
“Yenice, sabah güneşinin altında, iyi tütünden sıyrılmış kalın cigarasını sindire sindire tüttüren, arada bir dudaklarına yapışan tütün kırıntılarını tüküren babacan bir ihtiyara benziyordu. Kazmalar, çapalar, kızaklar bitmişti. Patoslar, harmanlar çekilmiş, samanlarını sivri külahlar gibi, firezlerin ortasına yığmıştı. Yağ, sap, mazot ve toz kokusu, o uğultularla gelmiş o uğultularla gitmişti. Yenice yorulmuştu artık. Şimdi kendini dinliyordu. Sabahları, güneş doğana dek uyuyor, öğle üzeri pilav, salata yiyor, yemeğin üzerine bir cigara yakıyor ve akşamları da ayağını yıkayıp, beyaz cibinliklerin uçuştuğu damlarda, gecenin ılıklığına kendini bırakıp uyuyordu.”
Doğduğu yöre Çukurova’nın resmini çizerken, çizimde kullandığı renkler konusunda ödünsüzdür. Kurgular; doğanın görünümünde minik bir motif, sıcak bir gölge, yamalı bir ceket, buruşuk bir şapka, dumansız bir sigara olur.
“O uzun kış, birbiri ardından geçen yağmurlu, fırtınalı günlerle kendisini tüketti. Bu, hep mavi görünmeye, mavi düşünmeye alışmış gökyüzü, parça parça beyaz bulutların, ayın, güneşin ve bir avuç kırmızının eşliğinde yeryüzüne açıldı. Bahar yeniden geldi. Umutlar uyandı, böcekler uyandı ve toprak…”
Desenlerle süslü, ama ille de çamurlu şalvar giyimli kadın kahramanlar hep fondadır. Geleneksel yapı içersinde renklendirir onları. Kendi duygusallıklarını kendi dillerinden verirken, gözlemdeki ustalığını yeniden sergiler. Burada okura düşen, sadece yutkunmaktır.
“… Köyü çıkarlar. Çıktılar mı? Çıktılar. Halil bu, durur mu daha? Tutar Emine’nin belinden hemen yatırır toprağa. Yatırdı mı? Yatırdı. Eh artık gerisini sen düşün. Emine bir tas soğuk su içmiş gibi olur. Erkek kısmı kaçırdığı kızı daha köyden çıkar çıkmaz yatıracak, çökecek başına, sıcak sıcak, çorba gibi. Yoksa tadı kaçar, yoksa işi rastgitmez…”
1950 sonrası feodal üretim araçlarının motorize edilmesi ya da modernleştirilmesi ve ya da katırın yerini traktöre, orak’ın yerini biçerdövere bırakması sonrasında ırgatlık yapan köylünün işsizlikle, açlıkla tehdit edilmesinin dramıdır roman. Bu duruma isyan, yöre insanının kendine özgü tepkisidir.
“Ne diyorum biliyor musun avrat. Tutacaksın şu Allahı, üç kış aç bırakacaksın, sonra vereceksin eline kazmayı, ama kazma ağır olacak, öyle ağır ki zor kaldırılacak, çalıştıracaksın güneşin altında, bizim yediklerimizi yedireceksin, bizim çektiklerimizi çektireceksin. Sonra da bir güzel döveceksin, öyle döveceksin ki, bir ay kalkmayacak yataktan, kolunu kanadını kıracaksın. Öyle, kör topal bırakacaksın ortaya, bak o zaman nasıl kuzu kuzu olacak. Kalemi aldı mı eline duracak, ne yazacağını şaşıracak…”
Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz romanında; dil, sanatsal olgunluğu yakaladığının coşkusu içindedir.
Kanunsuzluk mayasını çocukların bilincine aktarmak için adeta anaokul görevini üstlenen Ankara’nın Çinçin Bağları semti ile suç sonrası insanlarının dramı çizilidir romanda. Güney; kahramanlarla o kadar iç içedir ki, oraya yıllarını vermiş yerleşik bir birey sanılır. Semt insanının dış görünüşünden ruhsal yapısına, inancından toplumsal bilincine, arkadaşlık anlayışından ezikliğe isyanına, hatta yatak odasındaki duruşuna kadar dokundurur kalemini.
Çizilen ve tanımlanan yine çok dilli kahramanlar ile bu kahramanların zorunlu ikametgâhlarıdır.
“… Evlerin çoğu gecekondu olmakla birlikte, yapı ve biçimlerdeki ufak-tefek değişiklikler, bir kısmının kiremit damlı oluşu, duvar boyalarının ayrıcalığı, özellikle de gençlerin giyim kuşamlarında, tavırlarında ilgiyi çeken özentiler, televizyon antenleri… yeni bir yaşama duyulan özlemleri sergileyen gelişken belirtilerdir. Çinçin’nin bu kesimi, kabuğuyla uzlaşamayan yeni bir civcivi anımsatır…”
Üç nokta işareti, Yılmaz Güney’in anlatımında geniş yer tutar. Kimi zaman eksiltili cümle sonlarında ve de nokta yerine, kimi zaman cümlenin içinde kesme işareti ve virgül yerine, kimi zaman da öylesine kullanılan bu noktalama işaretinin niçin sıkça kullanıldığı bilinmez.
“Ilk heyecanlar aşılmış, az da olsa el bir hafiflik, bir ustalık kazanmıştır. Şimdi otobüsler, troleybüsler, duraklar sıradadır… Herkes omuz omuzadır… yaslanmak, sürtünmek, kerkenmek olağandır… o sıkışıklık içinde kaçınılmazdır… Otobüse, troleybüse… her durakta yeni insanlar katılır… inenler, binenler… Arkalardan, inecekleri duraklara yaklaşanların itişmesi başlar…”
Bu üç noktayla ritmik bir anlatımı yakaladığı da olur.
“Oğlan çocuğu da sağlıklı… o da güleç… dertsiz…. ter-temiz; o da al yanaklı… yeşil çayırlarda bir kitap açmışlar önlerine. İki güzel kuş… bir güzel köpek… ve mutlu, uslu… iki çocuk.”
Direnci kırılmış, yeni hayatın gizli önerilerine kendini kaptırmış, küçük düşürülmüş, horlanmış, ekonomik çıkmazın batağına sürülmüş bir ailenin minik çocuğu Mustafa ve onun gibilerin yaşamı işlenir romanda. Kahramanların kişiliğinde o günün Türkiye insanının profili çizilir.
Romanın daha giriş bölümünde Ankara Cezaevinin tanıtımı yapılırken, kimi kez sanatçının politik yanının ön plana çıkacağı sezilir. Son bölüm ile bölüme eklenen bildiri; Soba, Pencere Cami ve İki Ekmek İstiyoruz romanı için biçimsel bir kusur olarak değerlendirilmelidir.
Buna karşın, anlatımdaki coşkunluk, roman boyunca sürer.
“… Mahvettiler, çok ezdiler beni… çok dövdüler, bildiğin gibi değil… Sorgusuz sualsiz. Sonra da sen kimsin la, dediler… ben de şaşırdım, valla bilmiyorum abi, hiç kimse değilim, dedim. Bu sefer de, sen ne biçim adamsın, adam kim olduğunu bilmez mi… diye başladılar… Hayır bırakmadılar bende… bak ayaklarıma…”
Tüm yapıtlarındaki kahramanların bir özelliğidir isyan: İçte sayıklanan, dışa vurulmayan, ah!’larla geçiştirilen… Çırılçıplak, yapayalnız, aç ve savunmasız kahramanların sayıklamayla başvurdukları isyan; düzene ve onun uzantısı kurumlaradır.
“Sanki biz Ortaasya’dan ıspanak yemeye geldik Ankara’ya…” sözünün altında bıkkınlık, tiksinti ve umutsuzluk yatar. Güney; kahramanlarını yaşanmış olgularda kullanarak direnişin, örgütlenmenin, mücadelenin kıvılcımını çakar, umutsuzluktan umut doğurma uğraşı verir.
Yılmaz Güney’i sadece bir sinemacı olarak değerlendirmek, edebiyat adına, büyük bir kayıp olsa gerektir.
Zekeriya EKİNCİ