En Yeni Bilim Kurgu Filmleri Neyi Gösteriyor?
Burjuvazinin gelecek için olumlu bir düşü yok…
Gelecek Karanlık, Korkunç; Gelecek Yok!
Yirminci yüzyılı geride bıraktık. Geçen yıl dünya sinemasının (siz Hollywood da anlayabilirsiniz, çünkü dünya sinemasını o belirliyor) en belirleyici filmleri; ya “Fight Club” gibi dünyanın şizofrenik halini ortaya koyan; ya “Blair Cadısı” gibi okultist, ruhlarla uğraşan filmler; ya dünyanın sonu ile ilgili filmlerdi. Hepsinin bazı ortak özellikleri var bu filmlerin: Hepsi maddenin değil düşüncenin belirleyici olduğunu çıkış noktası alıyor. Hepsi idealist felsefenin moda deyimle “postmodern” biçimlerde yansıtılması. Bir başka temel özellik de, tümünden akan korkunç karamsarlık. Burjuvazinin gelecek için olumlu bir düşü, projesi yok. Gelecekle ile ilgili anlatacağı olumlu bir şey yok burjuvazinin.
Bu yılın Oscar adayları arasında Shyymalan adlı genç bir Hint rejisörünün “Altıncı His” isimli bir filmi var. Teknik olarak, kurgu olarak, oyunculuk olarak usta işi bir “ilk film”. İki saat bağlanıyorsunuz koltuğa. Anlattığı ne mi? Filmin ilk sahnesinde vurulup ölen bir psikologun, ölülerle konuşma yeteneğine sahip bir küçük çocuğu tedavi etmesi!!! Yine geçen yılın sonunda gösterime giren Polanski’nin “9 Kapı” filminde, şeytanla/melek kapışmasını izledik “heyecanla”! Terminator Scwarzenegeer karşımıza şeytanın birleşip çocuk doğurtmak istediği “melek” kadının koruyucusu olarak çıktı “End of Days” filminde 2000’e bir kala dünyanın sonu Hollywood’da şeytan/tanrı; şeytan/melek çatışmaları olarak çıktı karşımıza. Tabii her zamanki gibi en iyi paketler içinde sunuldu idealizmin en kaba biçimleri. İdealizm ne kadar yaygınlaşırsa, insanlar ne kadar “öbür tarafa”, ölmezliğe, ölülerin de yaşadığına vb. inanırlarsa, ne kadar iyi ve kötünün önceden belirlendiğine, tanrının varlığına, meleklerin, şeytanın varlığına vb. inanırlarsa, yani amentüye ne kadar bağlı kalırlarsa,onların bugünkü dünyada sömürülmelerini kader görmeleri o kadar kolay olur, bugünkü dünya düzenini sorgulamak o kadar önemsiz hale gelir. Hollywood kitleleri uyutma, kapitalist düzene bağlama işlevini gerçekten mükemmel yerine getiriyor. Hollywood’un amentü filmlerine şapka çıkarmak gerek! Bu amentü filmlerinin tam da 1999’da yoğunlaşması, kuşkusuz pazarlama siyasetinin de zamanlaması ile bağıntılı. İnsanların bâtıl korkularının sömürüsüyle de semiriyor Holywood! Ortaya her yüzyıl döneminde yoğun olarak ortaya çıkan “dünya batacak” peygamberlerinin yarattığı pazarın taleplerine cevap amentü filmlerinin yoğunlaşması oluyor.
Geçen yıl üzerine çokça konuşulan –Star Wars‘ın yeni baskısının ve onun bilinen türevlerini dışta tutarsak- iki bilim kurgu filmi vardı. “Matrix” ve “eXistenZ”.
Bu iki film de, modern teknikle, idealizmin en uç boyutlarının nasıl birleştirilebileceğine örnek olması açısından ve burjuvazinin gelecek düşünün olmamasını göstermesi açısından ilginç ve öğretici filmler.
Önce “eXistenZ“le başlayalım. David Cronenberg’in bu son filminde, anlatılan öykü, bilgisayar oyunlarının içine insanın bizzat girmesi; yaşayan insanın sanal bir dünyanın içine girmesi, onun bir parçası olması öyküsü. İnsan “bioport” adı verilen ve omurilik üzerinde yerleştirilen bir “kapı” üzerinden bilgisayarın oyun programına doğrudan bağlanıyor. Ve oyunun bir parçası haline geliyor. İnsanı bilgisayar programına bağlayan kablolar, ana rahminde anne ile çocuğun bağlantısını sağlayan göbek bağına benziyor. Bilgisayar faresi da yaşayan bir madde gibi. Oyunun içinde neyin ne olduğunu, kimin canlı, kimin sanal olduğunu bilmiyorsunuz.
Film, çok ünlü bir “oyun programcısının” yeni oyununu tanıtması ile başlıyor. Oyun sanal dünyanın içine insanların doğrudan bağlandığı yeni bir oyun. Denekler üzerinde ilk kez oynanacak. Bu arada oyun tam başlayacakken bir suikastçı bütünüyle organik maddelerden yapılmış bu yüzden de hiç bir dedektöre takılmayan, kurşunu insan dişi olan bir tabancayla, programcıyı öldürmeye çalışıyor. “Kahrolsun eXistenZ, (bu programın adı) kahrolsun şeytan Allegra Geller, (bu da programcının adı)” suikastçının dilindeki şiar! Programcı koruyucusu (Jude Law) ile birlikte kaçıyor. Bir sürü maceralar yaşıyorlar. Bu arada bioport üzerinden kendilerini başka oyunlara bağlıyorlar. Görünürde sanal dünya ile gerçek dünya arasında gidip geliyorlar. Ve sürekli olarak karşınıza mutasyondan geçmiş Cronenberg yaratıkları çıkıyor. Ve tabii filmin başkahramanı (Allegra / Jenifer Jason Leigh) sürekli öldürülme tehditi altında. Filmin son sahnelerinde, görüründe oyun bitiyor. O zaman Allegra’nın, onun koruyucusu ile birlikte yeni bir oyunun denekleri arasında olduğunu görüyoruz. Denekler görününde henüz içinden yeni çıktıkları oyunun etkisi altında, duygularını aktarıyorlar. Oyunun görünürdeki programcısı koruyucularıyla oturuyor. Ve Allegra, bu programcıyı bu kez gerçek bir tabancayla vuuyor. Vurulan programcı yardımcılarının kolları arasında, koruyucular suikastçıyı öldürme peşinde, tam bir kaos. Bu arada bir soru duyuluyor: Hâlâ oyunda mıyız?
Bu soruyla bitiyor film.
Film kuşkusuz, video oyunlarının, bilgisayar oyunlarının, ‘sanal’lıkla, gerçek dünyanın içiçe geçmesinin bir eleştirisi, mümkün gelişme yönlerinin tehliklerininin gösterilmesi vb. olarak da okunabilir. Ya da daha “felsefi” takılıp, filmin daha ismindeki “varlık” çağrışımından yola çıkılıp, çok derin!!! felsefi bir film olduğu vb. üzerine de çok konuşulabilir. Batıda “film eleştirmenleri” arasında bu film üzerine gerçekten çok konuşuldu. Bence çok boş laf edildi. Cronenberg, çok kaba bir idealizmi sergileyen, gerçekte her şeyin düşünce olduğu, “sanal gerçeklik” denen şeyle, gerçek arasında gerçek bir sınır olmadığını, comic diliyle anlatan bir film yapmış. O bu filmiyle aslında mutlaka irdelenmesi gereken bir gelişmeyi -sanal gerçek denen şeyin, birçokları tarafından sanki gerçekmiş gibi algılanması bugünün gerçek sorunlarından biri- ucuz bir spekülatif filmin aracı yapmış. “Hâlâ oyunda mıyız?”, oyun nerde bitiyor, gerçek nerde başlıyor? Veya tersi… Filmin son sözleri, aslında bize başta gerçek olarak gösterilenen, sonunda oyun olduğunun gösterilmesi ile cevaplanmış oluyor. Peki sonundakinin oyun olmadığı nereden belli? Cronenberg, idealizmin -neyse ki fazla usta olmayan- kimi entel “postmodern takılan” eleştirmenler dışında kitlesel etkisi olmayan bir propoganda filmi yapmış.
Ondan çok daha kitlesel etkisi olan bir başka film, Matrix, idealizmi en uç noktasına götürmede ondan çok daha tutarlı! Matrix’te, gerçek dünya, gerçek insan yok! “Gerçek dünya” sandığımız, nerden gelip de dünyayı ele geçirdikleri belli olmayan insan suretli kimi yaratıkların bilgisayar programlarında “tasarladıkları” bir Matrix! Buradaki kendilerini gerçek insan sanan insanlar, gerçekte yoklar. Yalnızca programcılarının tasarlayıp yansıttıkları gölgeler bunlar! Gerçek insanlar ise -daha cenin aşamasında- yalnızca dünyaya hükmeden insan suretli yaratıkların enerji ihtiyacını karşılamak için kullandıkları bioenerji maddeleri! -Tabii bunlar da gerçek olmayabilir- bunlar da tasarlanmış dünyanın yansımaları olabilir!-
Fakat bu arada sistemin nasıl işlediğini -nasılsa?- çözmüş olan, yeraltında, denizde yaşayan gerçek insanlar vardır. Bunlar, sisteme karşı bir gerilla savaşı yürütmektedirler. Yaptıkları iş, görüntüleri, gerçeğe dönüştürmek için savaştır. Burada filmin kurgusundaki mantıksızlık çıkıyor ortaya.”Gerçek” yok aslında. Gerçek sanılan dünyada yaşayanlar, gerçekte bir düşüncenin yansımasından ibaret, madde yok! Fakat yine de, gerçek insanlar, henüz “ruhlaştırılmamış”, yansı haline getirilmemiş, kaçmayı becermiş insanlar, yani maddi dünya var! Ve bunlar, olmayanları, olmayanlara dönüştürmeye çalışıyor. Dönüşme işi de telefon yoluyla oluyor. Telefonla temas kurulduğunda, ruh, telefon sinyalleri üzerinden gerçek dünyadaki yerini alıyor veya yine telefon üzerinden, “kötülere karşı savaşmak için” ruhlar, yansımalar dünyasına gidiyor! Bu kadar saçmalamak olmaz demeyin! Eski yunan filozofu Platon’un gerçek dünyayı, kapısından güneşin vurduğu bir mağaranın duvarında yansıyan bir gölgeler olduğunu savunduğunu ve bugün de savunulanın gerçekte bundan başka birşey olmadığını bilin yeter. Fakat Platon’a da haksızlık etmemek gerek, o bu dünyada gölge olarak var olduğu sanılan herşeyin bir örneğinin bir başka dünyada -bir yaratıcının kafasında düşünülüp yaratılmış olarak- var olduğunu varsayıyordu. Sonuçta onda da madde düşünce idi, bir tanrısal düşüncenin yansımasıydı ama bu dünyada olmasa bile bir başka yerde vardı. Şimdilerde Hollywood “Matrix”le bir adım daha ileri gidiyor! Madde, maddi dünya yok. Herşey düşünce, her şey sanal! Kimbilir, belki “Matrix”i görmek için gittiğiniz sinemanın koltukları da sanaldır. Ödediğiniz para da sanaldır. Siz de bir gölgesinizdir! Matrix’in mesajı bu! Burjuvazinin Hollywood üzerinden verdiği mesaj bu. Film, film dili, oyunculuk, görsel zenginlik, efektler vb. bakımdan usta işi! Milyonlarca dolar harcanarak yapılmış, fakat verilen parayı birkaç misliyle kazanan, kitle etkisi büyük olan bir film. Çoğu insan bu filmi bir bilimkurgu, bir macera filmi olarak seyrediyor. Filmde bırakalım dakikayı, saniyelik bile düşünme imkanınız olmayan bir tempo var. Ve o tempo içinde en ağır dozda idealizm mesajını şırıngalıyorlar size. Bu arada tabii, İncil’e, Tevrat’a göndermelerle, “kurtarıcı”, “mesih” arama düşünceleriyle, “devrimcilik” de hallediliyor! Sonunda filmin baş kahramanı, kendine sıkılan “gerçek” kurşunları eliyle tutarak, düşüncenin maddeye üstünlüğünü, aslında maddenin olmadığını bir kez daha gösteriyor.
Bu filmi de tabii, tekniğin insana egemenliğine karşı bir “mücadele” bir “eleştiri”, sanal dünyaya karşı gerçekliğin egemenliği için mücadeleye çağrı filmi vb. olarak görebilirsiniz. Böyle görmek isteyenler de kuşkusuz pazarda önemli bir yer tutuyor ve bunları da memnun etmek gerek. Holywood idealizmin en kabasını en ince yöntemlerle sunarken, pazarın bu bölümünün ihtiyaçlarına da cevap veriyor.
Geçen yılın üzerine en fazla konuşulan ve “çok beğenilen!” bu iki bilim kurgu filmi de, gerçekte burjuvazinin geleceğe ilişkin bir olumlu düşünün olmadığını gösteren filmler. Onlar, doğru okunursa, burjuvazinin halini, andaki durumunu geleceğe taşıyan umutsuzluğun, yenilginin, kötümserliğin filmleri. Bu anlamda ve bu yanıyla “namuslu” filmler de bunlar. Eğer burjuvazinin iktidarı sürerse, varılacak yerler, milyarlarca insanın, küçük ve tekniğe egemen bir azınlığı beslemek için “bioenerji deposu” olarak kullanıldığı, dünyanın yaşanamaz bir çöp yığını haline geldiği bir gelecektir.
Böyle bir geleceğin alternatifi vardır. Sinemacının görevi, kendini Hollywood’a satıp idealizmin en iyi biçimde propagandasını yapmak değil, maddi dünyayı çıkış noktası alan ve onu diyalektik olarak kavrayan bir bakış açısıyla filmler yapmaktır. Dünyaya, büyük insanlığa “hâlâ oyunda mıyız” diye soran ve bize maddi dünya olmadığını anlatan filmler gerekli değil! Fakat biliyoruz ki, önümüzdeki dönemde de bu filmlerin varyasyonlarıyla oyalanacağız! Filmde, sanatın her dalında, kültürde de egemenlik, sonuçta siyasi egemenlik sorunudur. Burjuvazinin egemenliğinde, onun egemenliğini sorgulayacak sanat, kültür eserleri, ancak burjuvazinin egemenliğine karşı güçlü bir mücadelenin varlığı şartlarında kitlesel etkiye sahip olabilir ve ona karşı mücadelenin bir aracı olarak mücadeleyi güçlendirebilir. Proleter sanatın egemenliği ise, ancak proletaryanın egemenliği şartlarında gerçekleşecektir.
Ve o günler mutlaka gelecektir. Umut gelecek günlerdedir. Varlığımızı video oyunu yapıp, matrixleyenler bundan umutlarını kesmiş olsalar bile, bu böyledir.
Anuş Pazarciyan , 24 Şubat 2000