“Eğer biz yoksul olmasaydık,
onlar zengin olmazdı!..”[1]
Küresel kapitalizmin “Küresel Isınma”ya bulabildiği en “cin fikirli” çözüm(-süzlük), şamatalı bir “çevrecilik” güzellemesiyle piyasaya sürülen “biyo-yakıt” oldu. Evet, evet; aklı-ı selim sahibi herhangi bir insanın önerebileceği üzere, örneğin “Otomobil Uygarlığı”nın sınırlandırılması; toplu taşımacılığa öndelik verilmesi, ne bileyim, kentlerin gündelik devinim gereksinimini sınırlandırmak üzere yeniden planlanması vb. değil de, “biyo-yakıt”… Bu “cingöz” çözüm(süzlük) sayesinde hem artık sayıları aile başına ikiye-üçe varan otomobillerimizden, özel uçaklarımızdan, o fevkâlâde hızlı, fevkâlâde gösterişli, fevkâlâde bireyci yaşam tarzımızdan taviz vermeyecek, metrolarda, tramvaylarda balık istif olmak zorunda kalmayacak, hem de “çevreyi kurtaracak”tık… Bir spor otomobilin deposunu dolduracak 100 litrelik etanol üretebilmek için 240 kilonun üzerinde mısır gerekiyormuş, bu da bir kişiyi bir yıl boyunca doyurabilecek bir miktarmış,[2] ne gam!
Olmadı… O “dahiyane” icat gün yüzüne çıkalı daha birkaç yıl olmuştu ki, Latin Amerika’da ve Afrika’da “otomobiller insanları yemeye başladı.” Uçsuz bucaksız topraklar, biyo-yakıtın maddesi etanol ekimine açılmak üzere mısır ve buğdaydan “arındırılıyor”; böylelikle kapitalist sistemin insanlığın başına açtığı en büyük bela olan “küresel ısınma”ya bağlı kuraklaşma ve Kuzey’in Güney’e dayattığı yerel tarımları tasfiye programlarının birleşik etkisiyle biçimlenen açlık riski katmerlendiriliyordu.
[“Geçen 4-5 yıl içinde ekonomik, siyasi, jeopolitik, ekolojik kriz eğilimleri kesişmeye başladı,” diyor Ergin Yıldızoğlu. “Böylece oluşmaya başlayan ‘konjonktür’, insanlığın önüne tüm uygarlığı tehdit eden sorunlar koyuyor. (…) (G)ünümüzün egemen üretim ve tüketim biçimleri bireyci, kısa dönemli hazlara odaklanmış, uzun dönemli amaçlara duyarsız insanlar üretiyor. (…)
Gelişmeler, bu krizlerin, birbirlerini besleyen, bileşik bir dinamik oluşturmaya başladığını da düşündürüyor. Örneğin, enerji ve gıda krizleri üç noktada kesişiyor: 1) Tarım alanlarının giderek biyo-yakıt üretimine ayrılması, fiyatları arttırarak, beslenmeye ayrılan tahıl hacmini azaltarak açlık sorununu ağırlaştırıyor. 2) Yüksek petrol fiyatları, tarım üretimi girdilerinin fiyatlarını arttırıyor. 3) Taşımacılık maliyetlerindeki artışlar da gıda fiyatlarını arttırıyor. Bir diğer denklem de mali krizle ilgili olarak kurulabilir. Menkul kıymetler piyasalarında riskler artarken, gıda ve enerji dahil diğer emtia fiyatlarındaki artışlar, yeni spekülasyon alanları yaratarak, hem fiyatları daha da arttırıyor hem de stokçuluğu teşvik ederek arzı sınırlıyor. (…)
Nihayet tüm bu kriz eğilimlerinin hepsi, küresel ısınma ve iklim değişikliğine bağlı bir ekolojik krizin etkisiyle daha da güçleniyor.”[3]]
Ve sonunda olan oldu. Bir yıl içinde tüm dünyada tahıl fiyatları yüzde 80 civarında arttı; sadece iki ayda pirinç fiyatları yüzde 50 oranında pahalandı. Bunun dünyanın yoksulları için ne anlama geldiğini görmek için, şu rakamlara bakmak yeter: Batı ülkelerinde bir ailenin gıda harcamalarına ayırdığı para, bütçesinin yüzde 10-15’i kadarken; yoksul ülkelerde bu oran yüzde 80-90’ı buluyor.[4] Yoksul ülkelerin toplam nüfusunun 5 milyara yaklaştığı düşünüldüğünde, tablonun yakıcılığı daha bir çıkıyor ortaya. Evet, evet; bugün dünya nüfusunun yarıdan fazlası, açlığın soğuk soluğunu hissetmekte ensesinde. Örneğin 2007 verilerine göre, dünyada günde 24.000 insan açlıktan ölüyor; yaklaşık her altı kişiden biri akut açlık koşullarında yaşıyor.
Takriben 1 milyar kişinin günde bir dolarla geçinmek zorunda kaldığı dünyamızda temel besin maddelerinin fiyatları (“iyimser bir tahminle” diyor, bazı yerlerde artışın bundan çok daha fazla olduğunu kaydeden uzmanlar) yüzde 20 artarsa, 100 milyon kişinin daha bu düzeye, yani mutlak yoksulluk sınırının altına inebileceği hesaplanıyor. The Economist’e göre “Bu, bazı ülkelerin yoksulluğun azaltılması konusunda geçtiğimiz 10 yıllık büyüme sırasında kaydettikleri tüm gelişmeleri alıp götürecektir…”[5]
Üstelik, ABD’de 29 milyona yakın kişinin gıda dağıtımından yararlanmak üzere karneye bağlandığı koşullarda, açlık, zengin Kuzey ülkelerinin “ayak takımını” da tehdit ediyor: Örneğin, “Avrupa’nın en büyük ve zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da, (…) 11 milyon kişi yoksulluk içinde. 4 milyonu her an yoksul kalma tehlikesiyle karşı karşıya. İki rakam alt alta toplanıldığında 15 milyon, yani ülke nüfusunun yüzde 18.3’ünün yoksulluk içinde veya yoksulluk tehdidiyle yaşadığı görülecektir. Sadakaya muhtaç 1 milyona yakın insana her gün en azından bir öğün sıcak yemek 1200 yardım derneği tarafından veriliyor.”
Evet, 3 milyon emeklinin eline ayda 880 Avro’dan daha az bir gelirin geçtiği; 6.5 milyon insanın (çalışanların yüzde 22.2’si) düşük ücretli işlerde (2 milyonunun saat ücreti 5 Avro’nun altında); 500 bin emekçinin yarım günlük, 300 bininin ise saat ücreti 1 Avro olan “sosyal işler”de çalıştığı, işsiz sayısının 8 milyonu aştığı Almanya’da, “Emekçiler cephesindeki sefilleşme artarken, tekeller ve menajerler kazanmaya devam ediyor. 2004-2007 yılları arasında işverenlerin serveti yüzde 38, işçilerin geliri yüzde 4.2 arttı. Aynı yıl içerisinde ücretler yüzde 2.3 azaldı. Alman Borsası DAX’a kayıtlı 30 tekel, kârını 2004-07 arasında yüzde 185 artırdı. Aynı süre içerisinde tekel menajerlerinin maaşları yüzde 13 artarak ortalama 2.9 milyon Avro’ya çıktı. (…)
Yüzde 2’lik azınlık zenginliğin yüzde 70’ini elinde tutuyor. Kârlarını artıran tekeller, işçileri işten atmaya da devam etti. BMW 8 bin 100, Siemens SEN 6 bin 800, Henkel 3 bin, Nokia-Siemens Networks- NSN 9 bin, Continental-VDO 2 bin ve Telekom da toplam 32 bin işçiyi işten atacağını çoktan ilan etmiş durumda. Daha çok işi daha az işçiyle yaparak daha fazla kazanmak istiyorlar.”[6]
Yalnız Almanya’da mı? The Sunday Times, geleneksel “En Zengin 1000” sıralamasında “İngiltere’deki en zengin 1000 kişinin 2007 yılı toplam servetlerini rekor bir düzeye ulaştığına” dikkat çekiyor; söz konusu servetin 2006 yılına göre 53 milyar sterlinlik bir artış gösterip, 400 milyar sterline (793.8 milyar dolar) ulaştığını duyuruyor.[7] Aynı “trend”i neo-liberal siyasaların yürürlükte olduğu tüm ülkelerde izlemek mümkün; servet yeryüzü ölçeğinde büyük bir hızla el değiştiriyor ve giderek daha az sayıda elde toplanırken, boyutları insan havsalasını zorlayacak ölçülere ulaşıyor.
Siz bakmayın, dünya nüfusunun beşte birini teslim alan açlığı dünya hükümranlarının ve onların denetimindeki yardım kuruluşlarının palyatif bağış kampanyaları, Çokuluslular medyasının da “yağmur yağmadı, böyle oldu” magazinciliğiyle geçiştirme gayretlerine. Günümüz açlığı yapısaldır, kroniktir ve tabanı durmaksızın genişlemektedir; nedeni ise tektir: bizatihî, yoksulluğun tabanını durmaksızın genişletirken, serveti giderek daralan bir kesimin elinde ölçüsüzce yoğunlaştıran neo-liberal kapitalist sistemin işleyişi… Aynen “küresel gıda fiyatları artışının ‘sessiz bir katliama’ yol açtığını”n altını çizen, biyoyakıta yönelik ve üretim ile “pazardaki spekülasyon ve Avrupa Birliği’nin ihracat sübvansiyonlarının, yoksul ülkelerdeki kitlesel açlığın sorumlusunun Batı olduğunu gösterdiğini” vurgulayan Birleşmiş Milletler (BM) Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler’in dediği gibi: “Eşitsiz ve dehşet verici bir dünya yaratan ve giderek vahşileşen bir borsa simsarları, spekülatörler ve mali haydutlar çetesiyle karşı karşıyayız. Buna bir son vermeliyiz”[8]
Küresel ısınma görüngüsüne karşı sanayileşmiş ülkelerin yoksul ülkelerden satın alabileceği “kirlenme kotası”; enerji darboğazı ve kirlenme karşısında buğday tarlalarının sökülüp yerine biyoyakıt (etanol) üretimi için mısır dikilmesi, kıtlık tehdidi karşısında tarımın neo-liberal yeniden-yapılanmasından başka bir şey öneremeyen ve her “çözüm” önerisi sorun(lar)ı daha da derinleştirmekten, içinden çıkılmaz bir hâle getirmekten başka bir işe yaramayan neo-liberal kapitalizm, artık insanlığın büyük bir çoğunluğu ve bizatihî bios için bir tehdit hâline gelmiştir…
* * * * *
Dünya yoksullarının açlık tehdidi karşısındaki ilk tepkisi, kemerleri “daha da” sıkmak, örneğin buğday ürünlerinden vazgeçip, çok daha ucuz ve genellikle hayvan yemi olarak kullanılan bir tahıl olan sorguna dönmek oldu – ta ki sorgun fiyatları da 12 ayda yüzde 20 yükselene dek…[9] Başka bir çıkış kalmadığı anlaşılınca, açların isyanları zincirinden boşandı: İlk olarak Kamerun, Senegal, Moritanya ve Fildişi Sahili; sonra 31 yıl önce ülkede yaşanan ekmek ayaklanmasının ardından bir kez daha sokaklara dökülen Mısır;[10] “pirinç fiyatlarında bir haftada yüzde yüzün üzerinde artışlar olması üzerine”[11] ayaklanarak Başbakan Jacques Edouard Alexis’in istifasına neden olan Haitili açlar; artan tahıl fiyatları nedeniyle halkın ambarlara saldırdığı ve ordunun devreye girdiği Pakistan; protestoların dört bir yanı sardığı Bangladeş; gösteriler sonucu çok sayıda insanın hayatını kaybettiği Moritanya, Burkina Faso, Senegal, Fildişi Sahilleri, Etiyopya; Endonezya, Özbekistan, Bolivya, Yemen… Liste böylece uzayıp gitmekte…
Evet, dünya 2008’e “açların ayaklanması”yla girdi…
“Ayaklar baş olmaya kalkışırsa kıyamet kopar,” gibi bir keramet buyurmuştu yakın zaman öncesinde bir “devlet büyüğü”…
Dünyanın ayak takımı, ayaklanmaya durdu… Umarsızlıktan, çıkışsızlıktan, açlıktan bedenlerini namluya sürenler, yani artık “kaybedecek zinciri dahi olmayanlar”, sayıları çığ gibi büyüyen yerkürenin “gözden çıkartılmışları”, bize kapitalizmin “sürdürülemezliği”ni anlatıyor. Açlar “kıyam etti”…
O hâlde “kıyamet”, ya da “bildiğimiz hâli”yle dünyanın sonu, yakındır…
11 Mayıs 2008 12:29:55, Ankara.
N O T L A R
[1] B. Brecht
[2] 2008 World Development Report, akt. Tejas Kadia, “Food or Fuel? The Untold Price of Agrofuels”, http://www.worldhungeryear.org/reporter/index.asp.
[3] Ergin Yıldızoğlu, “İnsanlığın Son Yüzyılı”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2008, s. 4.
[4] “Besin maddeleri fiyatlarının artması her ülke üzerinde aynı derecede etkili değil. Örneğin sanayileşmiş Batı ülkelerinde besin maddeleri için yapılan harcamalar aile bütçesinin en fazla yüzde 20’si. Buna karşılık yoksulluğun kol gezdiği ülkelerde insanlar, çoğu zaman adam başına günde bir doları geçmeyen gelirlerinin yüzde 80’e yaklaşan bir bölümünü karınlarını doyurmak için harcamak zorundalar. Açlık sınırında yaşayan bu insanlar için fiyatların yüzde 100’e yaklaşan oranlarda yükselmesi beslenememek demek, hastalık demek, ölüm demek.” (Baran Tuncer, “Dünyada Sorunlar Artıyor”, Radikal, 4 Mayıs 2008, s. 16.)
[5] “Gıda Krizi Sessiz Bir Tsunami Gibi”, The Economist, 17 Nisan 2008.
[6] Yücel Özdemir, “Zengin Ülkenin Yoksul İnsanları”, Evrensel, 1 Mayıs 2008, s. 10.
[7] “İngiliz Zenginleri Servetlerini 793 Milyar Dolara Çıkardı”, Hürriyet, 28 Nisan 2008, s. 17.
[8] “ ‘Sessiz Katliam’ Uyarısı”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2008, s. 8.
[9] “The New Economics of Hunger”, Washington Post, 26.04.08. http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/04/26/AR2008042602041_2.html?sid=ST2008042602333.
[10] “Mısır’da nüfusun yüzde 40’ı günde 2 dolarla yaşıyor.” (“Mısır: Ekmek İsyanı”, Milliyet, 8 Nisan 2008, s. 11.)
[11] Dilek Filizfidanoğlu, “Dünyanın ‘Ekmeğiyle Oynanıyor’…”, Cumhuriyet Strateji, Yıl:4, No:200, 28 Nisan 2008, s. 6.
Sibel Özbudun