“Aman gözünü dört aç”
-Sabahattin Ali’ye Dair-
1919 yılında Bahriye Mektebi öğrencilerinden genç bir delikanlı, Yahya Kemal’i dövmek için İstanbul’u köşe bucak aramaktadır.
Şair, korkusundan evini değiştirmekle kalmaz, yeni adresini de kimseye söylemez. Bahriyeli gencin bu öfkesinin nedeni, annesi Celile Hanım’a aşık olmasıdır şairin. Celile Hanım’ın kocasından ayrılmasıyla daha da alevlenen bu aşk, ‘karşılıksız’ kalmayı sürdürür; ancak dedikodular da kulaktan kulağa hızla yayılmaktadır. Bu duruma engel olamayacağını anlayan anne, Paris’e gitmekte bulsa da çözümü; oğlu, hâlâ İstanbul’dadır!…
(Politik) duruşunun ve yazdıklarının özgünlüğünün enine boyuna tartışılması gerektiğine inandığım şairlerden biri olan Yahya Kemal’in, o günlerde başının belası olan bu genç delikanlı hakkında bir yanılgısı daha olmuştur.
Samiye’nin Kedisi adlı şu şiirle ısınma turumuzu sürdürelim:
“Yeşil deniz gibi gözleri vardı / Beyaz tüyleriyle bir küme kardı / Ağzını süsleyen sedef dişlerdi / Baygın nazarı tâ ruha işlerdi // Severken aldatıp birden kaçardı / Okşarken apansız pençe açardı / Onda bir kadının gururu vardı / Sürmeli gözlerinden riya akardı”
Yahya Kemal, bu şiiri yazan kişiden, sözkonusu kediyi göstermesini ister. Kediyi görünce de, “Sen bu pis, uyuz kediyi böylesine övebiliyorsan, hiç kuşkusuz şair olursun.” der. Samiye’nin Kedisi’nin şairinden bir gün kaçacağı ve ‘dün bir tepesinden baktığı’ Aziz İstanbul’da gizlenecek delik arayacağı aklına dahi gelmez. Her ne kadar o gence, ‘şiir dersi vermek’ adı altında gidiyor olsa da eve, asıl amacı Celile Hanım’a yaklaşabilmektir!
Yahya Kemal’in alay ederek “Hiç kuşkusuz şair olursun!” dediği bu Bahriyeli genç, ileride Nâzım Hikmet imzasını atacağı şiirleriyle, Yahya Kemal de dahil olmak üzere, herkese “Nasıl şair olunur?” dersi verecektir.
İlginç bir rastlantı olsa gerek, yine aynı günlerde, ama bu kez de Edremit’te buna benzer bir olay yaşanır. Pazarda çerçicilik yapan babasına yardım etmek için onun yanında dolaşan on iki yaşındaki bir çocuk, gündüzleri küçük gözleriyle gözlemlediği ‘büyük’lerin dünyasını geceleri kâğıda dökmeye başlar. Yazdıklarına bir gün, “Sabahın erken saatinde pederimin lâtif sesiyle uyandım.” diye başlayınca, en sert tepkiyi yine ‘pederinden’ görür:
“Haydi ordan, yalancı kerata! Sabahın köründe seni zorla yatağından kaldırıyorum. Babanın lâtif sesiymiş! Sesim sana lâtif gelir mi hiç! İçinden geldiği gibi yaz.”
O çocuk da, ileride ‘içinden geldiği gibi yazmak’ konusunda büyük bir ders verse de herkese, bunun bedelini ağır ödeyecektir. Ölümünden dört yıl sonra (1952), Nâzım Hikmet’in Moskova’da Novoyo Vremya’da (Yeni Zamanlar) onunla ilgili şu yazdıkları, bu bedelin başlığını da atacaktır:
“İkinci Dünya Harbi biter bitmez Sabahattin Ali, Markopaşa gazetesini çıkarmaya başladı. Bu, Türkiye’de o zamana dek olmayan bir politik mizah gazetesiydi. Markopaşa, emperyalizmin aleyhinde yazıyor, Türkiye gericiliğiyle ve burjuva partileriyle alay ediyordu. Markopaşa’nın demokrasi, ulusal bağımsızlık ve barış uğrunda ve emperyalizme karşı yürütülen savaştaki rolü çok önemlidir.”
BAŞKA BİR 12 EYLÜL KARANLIĞI
Sondan başlamak gerek anlatmaya. Markopaşa’yı anmadan, orada neler yazdığına değinmeden Sabahattin Ali’yi anlatmak, ancak bizdeki eleştirmenlere özgü bir davranış olur. Tıpkı Markopaşa’nın diğer usta kalemleri Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve Mim Uykusuz’da olduğu gibi, sevgili eleştirmenler “Politika mı, uzak dursun bizden!” mantığıyla değerlendirmeler yapmayı sevdikleri için, Sabahattin Ali’yi de ‘yalın dil-içten anlatım-sağlam kurgu’ kalıbının bataklığına sokmaya çalıştılar. O eleştirmenleri, bu satırların devamında yeniden anacağım. Onlar ki, her nasıl olursa olsun, anılmayı pek severler. Hepsi o kadar değerli insanlardır ki, anmazsam alınırlar. Kendi çıkarlarını gözeterek okuru kandırmaktan kaçınmayan bazıları, yüzlerine tükürünce “Yarabbi şükür!” diyecek kadar, nazik, değerbilir ve kulluklarının bir yasası olarak şükürcüdür. Yüzlerine tükürmediğinde de, havanın kurak gitmesinden başlarlar yazmaya, edebiyatın artık kısırlaştığıyla, verimsizleştiğiyle bitirirler. Hepsine elbet bir çift sözümüz olacak, ama az sonra!…
Sabahattin Ali, ilk sayısı 25 Kasım 1946’da çıkan, daha sonra sıkça kapatılıp, Merhumpaşa, Malûmpaşa, Alibaba, Yedi-Sekiz Paşa ve Hür Markopaşa gibi adlarla yayın yaşamını sürdüren Markopaşa’nın başyazarıydı. (Gazetenin çıkış öyküsünü, iktidara karşı kullandığı o muhteşem mizah silahını ve yazarıyla-çizeriyle nasıl bir savaşım verildiğini öğrenmek isteyenler için Mehmet Saydur’un Markopaşa Gerçeği adlı kitabı eşsiz bir kaynak olacaktır.)
Peki ne yazmıştı Sabahattin Ali bu gazetede?
Yazdıklarına kendinin değil de, karanlık bir ‘ölüm’ün nokta koymasının nedeni de, bu satırlar içinde aranmalı…
Markopaşa’nın ilk sayısında, İstiklâl adlı bir yazısı var ustanın…
Bu yazıda, “…Bizim bildiğimize göre, müstakil bir memleketin toprakları üzerinde, ister general olsun ister teknisyen, ister üniforma giysin, ister sivil, ister yaya dolaşsın, ister jeep otomobiline binsin, yabancı bir devletin ordusuna mensup birlikler, devamlı vazife ile bulunamazlar. Bizim bildiğimize göre, müstakil bir memleketin topraklarından bir karışı bile askerî maksatlarda kullanılmak için, yani üs olarak, sulh zamanında yabancı bir devletin kara, deniz, hava kuvvetlerinin veya teknik personelinin emrine verilemez.” diyor.
Yıl 2005… Ocağımıza incir ağacı dikmek üzere İncirlik’te konuşlananlar, Adanalı yurttaşlarımla komşular hâlâ… Irak’ın ikinci işgali sırasında, petrol satan bir ofisi olan medya patronunun köleleriyle dolu ‘toplama kampı’ kaç gazete varsa, hiçbiri “Savaşa Hayır!” diyemedi; çünkü ABD’nin helikopterinden tankına kadar bütün savaş araçları Türkiye sınırına girdiği andan itibaren o ofisten akaryakıt alacaktı. Ölen masum insanlar, onları hiç ilgilendirmedi. Bütün bunlarla birlikte; oy sandıklarından çıkan kaç emir eri varsa, hepsi apoletli yabancı kurmayların emrinde çalışmayı sürdürdüler. Sabahattin Ali, yiğitçe yazdıklarında altmış yıl sonra bile haklıydı… Daha ilk örnekte bile, neden öldürüldüğü sorusu gülünç olmuyor mu?
İkinci sayıda, Yabancı Sermaye adlı yazısında, “…Dört sene Seferberlik’te, ondan sonra üç sene İstiklâl Harbi’nde, yabancı sermayenin bizi sürüklediği yarı müstemlekelikten kurtulmak için dövüştüğümüz söylendi. Lozan’ın en şerefli tarafı, bizi yabancı sermaye köleliğinden kurtarması idi. Arkasından yirmi sene, hep bu yabancı sermayeyi silkip atmağa çalıştık. Mini mini Belçika’nın tramvay şirketindeki sermayesinden kurtulunca bayram ettik. İzmir su şirketi yabancı sermayeden kurtuldu diye tören yaptık. Havagazını aldık, sevincimizden zıpladık, elektriği kurtardık, gazetelere sütun sütun yazı yazdık. Bütün bunların sonu buna mı varacaktı? El açıp davet edecek olduktan sonra, yabancı sermayeyi ne diye düğün bayramla kapı dışarı ettik?” diyor.
Yıl 2005… Bulup, tüm dünyaya tanıtmakla övündüğümüz yoğurdumuzun market raflarında duran kaplarına bakmak bile yeterli. O kaplarda ‘doğal’ yazısı pek eksik olmasa da; doğal olmayan, yabancı şirketlerin bizim piyasalarımız içinde böylesine başına buyruk cirit atması… “Devlet ayakkabı mı yapar?” diye diye içini boşalttıkları ulusal bilincimizin karşısına ‘istihdam’ silahıyla çıkıyorlar. İşsiz insanlarımızın çokluğu sorununu işlerine geldiği gibi kullanıp, yabancı ortaklarla kurdukları şirketlerde binlerce işçi çalıştırdıklarını iddia ederek, bununla gurur duymamızı istiyorlar. Oysa, ortaklık kurdukları yabancı sermaye, ülkemizdeki yerli üreticiyi silip süpürürken, batan iş yerleri yüzünden işsiz kalan binlerce insanımızdan hiç söz etmiyorlar. İçtiğimiz suya varana kadar, yabancı sermayenin zehrini bulaştırdılar. KOÇ’um benim, keşke Anadolu denen şu bereketli toprakları ve o toprakların muhteşem insanlarını tanıSAydın… Onların gözlerindeki yüzlerce yıllık öyküyü okuyabilseydin keşke…
10 Şubat 1947’de yayımlanan onuncu sayıda, Ne İstiyoruz başlıklı bir yazı yazmış Sabahattin Ali. “Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun. Herhangi bir karar alınırken, İzmir’deki ortak tüccar, İstanbul’daki ahbap milyoner değil, bu kararların altında beli bükülen, çoluk çocuk inleyen yığınlar göz önünde tutulsun.” Diyor.
Yıl 2005… IMF’nin bond çantalı müfettişlerinin denetlemeleri sırasında korkudan tir tir titreyen bazı takkeli (ya da takıyyeli) tosuncuklar, “IMF’nin hassasiyetini göz önünde tutarak, ücretleri belirledik.” Diyebiliyor utanmadan. O sırada, haber bültenlerini izleyen ve asgari ücretin ne kadar yükseleceğini merakla bekleyen yoksul halkım, kuru ekmeğe daha sıkı sarılıyor. Biliyor ki, o da, ellerinden alınmak üzere. Homosapiens’in sömürgenler sınıfından olan bu yabancıların gözünde; o yokluk sofralarında dişleri altında ezilmekte olan zeytinden ve bir yumrukta ezdikleri soğandan hiçbir farkları yok oysa… Mikrofonlar önünde, kameralara bakarak yalan söyleyenlerin yalanları karın doyurmuyor. Zaten ne karın doyuruyor ki? Maaşı yetmediği için ticaretle uğraştığını söyleyen krallar vardı, var ve olacak da… Hasan ne yapsın, bütçemiz bu kadar… Mehmet ne yapsın, Ayşe ne yapsın? Ey benim açlar mezarlığına girmeye aday insanlarım, hep birlikte katlanacağız bu sıkıntıya. Bir gün, başımızdaki kralların salt maaşıyla geçinebileceği hakça bir düzen kurulur elbet…
Bak, Merhumpaşa’da ne diyor Sabahattin Ali?
“Başka türlüsünü mü bekliyordun? Dünkü kurtların, bugün kuzu oluvereceklerini mi sanmıştın? Boş hülyalara kapılma, onlar ‘Büyük lokmayı kim yutacak?’ diye ikide bir kendi aralarında kapışsalar bile, eninde sonunda sana karşı birleşirler. Aman, dikkat et! Galiba, yine senin postunu paylaşıyorlar.”
Şimdi burada bir son verelim bu başyazılara. ‘Güncelliğini koruması’ üstüne ne söylesek azdır; satır satır bugün yazılmış sanki… Markopaşa’nın muhalif duruşu içine, Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin’in mizah yazılarındaki güçlü sesi ve Mim Uykusuz’un çizgilerindeki ustalığı da eklersek, tirajı altmış bine kadar çıkan gazetenin iktidarın tepkisini çekmesi de şaşırtıcı olmamalı. Gün gelmiş; sık sık kapatılan, hatta bazen daha matbaada basılırken toplatılan gazetede “En sadık okuyucularımız olan ve yazdıklarımızı satır satır altını çizerek okuyan emniyet mensuplarına teşekkür ederiz.” Notu bile düşülmüş. Daha başka ne demeli?
Örneklerini sunduğumuz, Sabahattin Ali’nin bu yazılarındaki ‘doğruların’ biraz fazla ‘doğru’ olması, ‘yalan’ ve ‘yanlış’larla halkı yönetmeye çabalayanları rahatsız etti. Peki ne oldu sonra? Rahatsız olanlar, düzenin falakasına yatırdıkları usta bir yazarın tabanlarına sopayı indirdiler!
“…İşte bu millî düşünce ile birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopa ile kitap okumakta iken kafasının sol tarafına yüzüne doğru şiddetle vurdum. Suratı, gözlükleri, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Bu iki darbeden sonra Sabahattin Ali sağ tarafına doğru yıkıldı. Ağzından, burnundan kanlar boşandı. Dikkat ettim; hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü.”
Yurt dışına kaçmaya karar veren Sabahattin Ali, kendisini sınırdan geçirecek olan —sözümona— Ali Ertekin’in işlediği cinayet sonucu yaşamını yitirdi.
(Bu parantezi açtım; çünkü… Markopaşa serüveni, Sabahattin Ali’nin ölümünden sonra da, kısa bir süre sürdü. Ta ki, 1949 yılında Hür Markopaşa adıyla son sayı çıkana kadar… Aylardan Eylül’dü… Eh, gününü de siz tahmin ediverin artık. Bu kadar ‘sopa’dan bahsettikten sonra, parantezi boşuna açmadık ya… Tabii ki 12 Eylül’dü!..)
BENİM MESKENİM DAĞLARDIR
Bu ölüm olayı, ilk günkü karanlığını korumakta hâlâ… Sabahattin Ali, Sofya’dan Moskova’ya geçeceğini, oradan da Çek pasaportu çıkararak Roma ve Fransa’daki Türkleri örgütleyeceğini söylemiş. Ali Ertekin ifadesinde, “Bu sözleri işitince beynim attı. Vaktiyle Rusların 93 Harbi’nde dedelerime fena muameleler yaptığını babam bana söylemiş ve anlatmıştı. Bu sözlerden sonra Sabahattin Ali’nin Türklük ile alakası olmayan ve Türk milletine fenalık için harice kaçmak isteyen bir canavar olduğunu anladım. Zaten elinde de şişkin bir çantası vardı, bu çantada mevcut olması muhtemel olan evrakı düşündüm. Heyecanım teessüre inkılap etti. Titremeye başladım. Elimde sopa vardı, ayağa kalktım, gezinmeye başladım. Her geçen saniye asabımı bir kat daha sarsıyordu. Gözlerim kararır gibi oldu. İşte bu millî düşünce ile…” diyor… Bu ifadedeki ‘saçmalık’, aklı başındaki kimseyi ikna etmedi doğal olarak.
Gözleri kararıp titreyecek kadar ‘millî duygulara’ sahip olan aynı Ali Ertekin, 1946’da erbaşlık yaparken tüfek hırsızlığından dört ay, yirmi güne mahkûm olur. Bu olaydan sonra ordudan kovulan aynı Ali Ertekin’in daha sonra Millî Emniyet’te çalıştığı ortaya çıkar… Vay be! Vatan için kurşun atanı da, kurşun yiyeni de ‘şerefli’ ilan edenler ile tüfek hırsızı erbaşın vatan sevgisi arasında kurduğum benzerlik çok mu yanlış sizce de? Ya da, faili meçhul bir aydın cinayeti desek şuna, nasıl olur? Aklı mantığı yerinde herkes söylesin; Sabahattin Ali’nin, kendisine sınırı geçirmek üzere para verilmiş olan bir adama yurtdışında yapmayı düşündüğü bütün işleri sıralaması çok mu normal? Hey gidi millî maneviyatçılar sizi… Hey gidi vatan-millet-şampanya, hatta eroin, hatta kadın pazarlayan sizi… ‘Çatlı’yan yanımızsınız siz bizim!.. İzmir’in kavakları altında serinleyip o kavaklardan dökülen yaprakları izlerken, bize de derler ‘çakıcı’, yakarız solcuları… Hepiniz vatan için neler yapmadınız neler… Hepsi vatan içindi, sadece vatan! Kendiniz için bir şey isteseydiniz, namert olacaktınız!.. Böyle diyordunuz; ama…
Kırklareli sınır köyünde aylar sonra ormanda bulunan cesedin Sabahattin Ali’ye ait olup olmadığı bile 1948 şartlarında tam olarak tespit edilememiştir. Dağlar şiirinde, “Bir gün kadrim bilinirse, / İsmim ağza alınırsa / Yerim soran bulunursa: / Benim meskenim dağlardır.” diyen, özgürlük düşkünü bir şair için, cesedinin bulunamaması, mezarının olmaması çok da önemli değil… Asıl önemli olan, bu ölüm ardından sağcılar mutluluk çığlıkları atarken, bazı solcu(!)ların akıllara durgunluk veren açıklamalar yapmalarıdır.
Aziz Nesin’in, “Sabahattin’i MİT öldürtmedi. Kişisel kusurlarının sonucu oldu başına gelenler. Devletin yetkili organlarının bir kişiyi öldürtmek için tuzak kuracağına inanmıyorum ben.” demesi kimin ekmeğine yağ sürdü?.. Ve bu tezin doğru olup olmadığını, aklınıza gelen bütün aydın cinayetlerini düşünerek yanıtlayınız lütfen. Bitmedi; sürdürüyor konuşmasını Nesin:
“MİT öldürmüşse ne diye öldürecek? Markopaşa’yı çıkarıyor diye… Markopaşa’yı benim çıkardığımı herkes biliyordu, MİT de biliyordu elbette. Markopaşa çıkmasın diye adam öldürmek gerekseydi, beni öldürürlerdi, ne diye Sabahattin’i öldürsünler? Nitekim, Sabahattin öldükten sonra da Markopaşa yine çıktı.”(*)
Daha önce saydığım değişik adlar altında toplam yetmiş dört sayı çıkan Markopaşa gazetesindeki hiçbir yazıda imza yoktu. ‘Sahibi’ ve ‘Sorumlu Yazı İşleri Müdürü’ olmak üzere, salt iki ad yer alıyordu. Bunun sonucunda da, imzasız çıkan yazılarla ilgili herhangi bir soruşturma açılması, bu iki ad için risk taşıyordu. Yayımlanmış olan yetmiş dört sayının hiçbirinde ne ‘sahibi’ olarak, ne de ‘sorumlu yazı işleri müdürü’ olarak Aziz Nesin adının geçmemesi ilginç bir durum, değil mi? “Markopaşa’yı benim çıkardığımı herkes biliyordu.” diyen birinin, gazetede çıkan yazılarla ilgili hiçbir riski üstlenmemiş olması, doğrusu çok tuhaf geldi bana.
Tam da bu noktada; gazetenin yirmi dört sayısında bu riski üstlenen ve bunun da bildik sonucuna katlanan Rıfat Ilgaz’a vermeli sözü:
“Bu savın yüzde yüz doğru olması için bir koşul gerekiyor. Sabahattin ile Aziz’in 1947’de ün bakımından eşit olmaları. Düşünün bir: Henüz Aziz’in tek kitabı yok ortada. Sabahattin Ali ise dorukta bir yazar. Kuyucaklı Yusuf yazılmış. İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna yazılmış. Üç dört öykü kitabı yayımlanmış. Fontamara çevrilmiş. O dönemin faşist idaresini simgeleyen Sırça Köşk yeni çıkmış. Aziz, Sabahattin’i Markopaşa içinde küçümsese bile, okurlar ve egemen sınıfın temsilcisi bürokrat kadro ve faşistler bunu biliyorlar.”
Bu tartışmalar içinde en tehlikeli yorumu yapan, en koyu bir sağcının bile yazamayacağını yazan Yalçın Küçük olmuştur. Erkekçe dergisinin Mayıs 1988 sayısında yayımlanan “Sabahattin Ali Bir Ajan mıydı?” başlıklı yazısında Küçük, kendisinden önce Sabahattin Ali’ye ilişkin araştırma-inceleme yapmış yazarları ‘kayıp put’a tapan kişiler olmakla suçluyor. ‘Sabahattin Ali, solcuların yarattığı bir fetiş’miş. ‘Polisle işbirliğine girişen, geveze, korkak, kolaycı, hep bir elinin yağda ve diğerinin balda olmasını isteyen bir tip’miş. ‘Hiçbir şair mayası taşımayan, hikâyeleri kalıcı olmayan bir sanatçı’ymış. Kısacası, Küçük’ün bu yorumları, yayımlandığı derginin adına pek de yakışmamış bence!..
Ya da başka bir açıdan bakmalı:
Türkiye’de ‘sol’a ait sloganlar ve propagandalar ile iktidara hep ‘sağ’ geçti. Solun oy potansiyelinin yüksek çıkması gereken her yerden sağ birincilikle çıktı. Neden? Sol, sol olmadığından!..
Büyümenin ya da büyük olmanın teorisini toplum ve ülke şartlarını gözönünde bulundurmadan yapmak, birçok işte içtenlikli davranmamak ve de slogandan öteye geçememek yüzünden, pratikte küçülmeyi ve küçük kalmayı sineye çekmek zorunda kaldı.
‘Ufaldacebimegir’ solcular yüzünden, sağcıların aydınlar üzerine tezler üretmesine de gerek kalmadı. Hepsi sağ olsun, var olsun… Sabahattin Ali’nin yazdıklarının kalıcı olup olmadığını, bugün herhangi bir yapıtını okuyan herkes rahatlıkla görebilir. Bu yoruma “Pes!” demek bile, kendimi yormak gibi geliyor. Bırakın Sabahattin Ali’nin öykü, şiir ve romanlarını, Markopaşa’da çıkan başyazıları kadar bile kalıcı olamayacağını anlayan bu aydın(!)lar, sağolsunlar Sabahattin Ali’yi ‘fetiş’ de yaptılar, ‘adi bir cinayet vakası’na da kurban ettiler… Aydınlar üzerine paranoyak tezler yazanlar ve aydınlar dilekçesi hazırlayanlar, keşke Sabahattin Ali gibi gerçek bir aydını dağlardaki yalnızlığına terk etmeselerdi. Onların bu eşsiz çabalarını, bu karanlık olayın aydınlatılması konusunda göstermelerini isterdim. Gördüğüm kadarıyla; kalemleriyle kazdıkları çukurun içine onu gömüp, avuç avuç toprakla olayın daha da kapanmasına yardımcı olmuşlar.
İÇİMİZDEKİ ŞEYTANLAR
Sabahattin Ali’nin 1940’ta yayımlanan İçimizdeki Şeytan adlı romanına değişik bir açıdan bakmak gerek… Nedeni, ne yazık ki, yine güncelliğini koruyor olması. Romanın sayfalarını birlikte çevirelim:
“Biraz sonra o masadan doğru kahkahalar yükselmeye başladı. Şair Emin Kâmil viski bardağını havaya kaldırırken bir şeyler söylüyor, bütün masa, kızlarla beraber, katıla katıla gülüyordu.
Profesör Hikmet:
‘İçtiği zaman çok hoşsohbet olur… Onun için böyle meclislerde pek sevilir ve aranır. O da bedavadan sarhoş olur ve eğlenir…’
Hüseyin Bey, buraya yanında getirdiği iki ahbabının kendi masalarını bırakıp başkalarına yardakçılığa gitmelerine içerlemişti. Bir eliyle gözlüklü kızı kucaklamış, öteki elini Emin Kâmil’in yalnız bırakıp gittiği diğer bir kızın omzuna dayamıştı.”
Sabahattin Ali’nin bu cümlelerle çizdiği tablo, halen yaşanmakta. Nasıl mı?
Bugün birçok yazarın adını yaşatmak için çeşitli etkinlikler, festivaller düzenleniyor yurdun dört bir yanında. Bunlardan Datça’da düzenlenen etkinlikte geçtiğimiz yıl, katılımcı olan sevgili yazar ve bir o kadar sevgili şairler öylesine içmişler ki, ertesi gün ölüm yıldönümünde Can Yücel’in mezarı başında sadece birkaç kişi toplanmış. Diğerleri, uyanamadıkları için gelememişler mezar başına!.. Asıl amaçları, romanda ustanın dediği gibi ‘bedavadan sarhoş olmak ve eğlenmek’ olan bu saygıdeğer büyüklerim bana örnek olmayı sürdürüyorlar. Ama kötü örnek!
Kitaplar hakkında eleştiri yazıları da yazan birini tanıdım bu festivallerin birinde. Editörü olduğum yayınevinin kitaplarının kendisine hiç gelmediğinden yakınıyordu. Hani ben, ona yanıt vermek istesem ne söyleyeceğimi düşünürken, yardımıma yine kendisi koştu:
“Bazı yayınevleri bana o kadar çok kitap yolluyor ki, artık yazmak zorunda kalıyorum!”
Bu mantıkta hareket eden ‘avantacı’ zihniyet, hakkında yazı yazdığı kitapların ‘iyi’ ya da ‘kötü’lüğünü bir kenara itip, söz konusu yayınevlerine teşekkür etmek için yazıyor! Okuru kandırmak değil mi bu? Tersinden de sorabilirim: Böyle kişilerin yazarmışçasına, şairmişçesine, eleştirmenmişçesine ahkâm kestiği bir edebiyat ortamında biz hangi bilinçli okuru bekliyoruz ki?
Aynı kişi, konuşmacı olduğum bir panelde de izleyiciler arasındaydı bir gün. Konuşmam sırasında, İçimizdeki Şeytan’da yer alan yukarıdaki bölümü aynen okuyup arkasından şunu söyledim:
“Bugün eleştirmenler, okur kimliklerini unutmuş durumdalar. Benim gibi, sizin gibi, kitap evine gidip emeğiyle kazandığı parayı vererek kitap alan gerçek okur kimlikleri yok. Ve kitap eleştirisi yapmak yerine; kendilerine bedava kitap yollayan, kendilerini besleyen, yedirip, içiren, doyuran yayın evlerinin reklam panoları haline gelmişlerdir.”
Bu sözlerime alınan sevgili büyüğüm, birden öfkelendi. Ayağa kalkıp, benim konuşmam sırasında yaptığımı düşündüğü hataları sıralamaya başladı. Oysa asıl alındığı konu farklıydı. Unuttuğu ise şu oldu: Nüfuz sahibi insanlar, kendilerini önemseyen nüfusu her zaman bulamayabilirler!.. Bulamadı da. Öfkeyle bağırarak, “Sözüm meclisten dışarı demedin, çabuk benden özür dile!” dedi.
Her ortamın kralını eğlendirmeyi kendilerine görev bilmiş olan kaç soytarı varsa, hepsi kartvizitine ‘yazar, şair, eleştirmen vs.’ sıfatlarını ekleyip, edebiyatçı kimliğine sahip olduğunu sanıyor. Korkunç bir ‘karşılıklı yağlama’ süreci yaşayan edebiyat, kendi içinde ‘sanal usta’lar yaratıp, sanal bir saygı, sanal bir ciddiyet içine bürünüyor. Boyalı basının bir günde var edip gözümüze gözümüze soktukları kiremitçiler, kaygan bir okur kitlesi karşısında çok büyük yazar olarak lanse edilebiliyor. İçeriği tartışılmayan ‘ucuz kitap’ furyasında, etiketi üzerinden yapılan konuşmalar, kendini ucuzlatan yazarlar hakkında yapılmıyor. Yatak fantezilerini, saplantılı seks öykülerini yazıp çok satan olmaya çalışanların, edebiyatı sattıkları üzerinde hiç durulmuyor. Yalılarda büyümüş, aman da aman, el bebek gül bebek, pamuk elli uluslararası yazarcıkların ne yazdığı, ne yaptığı hiç konuşulmuyor.
Bana gösterdiği tepkiyi bu şaklabanlara göstermeyen herkese inat, sözüm meclisten içeri! Çıkmak isteyen varsa, buyursun…
OSMAN SADECE KATİL, BUNLARSA…
1935’te Konya Cezaevi’nden Sinop’a sevk edilen ustayı Sinop’ta karşılayacak olan çavuşu, yörenin jandarma komutanı yanına çağırarak, “Bir manga al, bugün vapurla azılı biri getiriliyor. Adı Sabahattin Ali. Aman, gözünü dört aç!” der.
Azılı biri… Zaten hep ‘azılı’ duyarlılığımız harekete geçtiğinde, gözümüzü dört açmadık mı bugüne kadar? Başka zaman? Yum gözlerini, tıka kulağını, kapa ağzını… Görmedim, duymadım, bilmiyorum… Üç maymunu oynayanlar, yüzlerine inat kızaran popolarını da bir görebilselerdi keşke… O popolar ki, açlığı, hastalığı, yoksulluğu kadar ‘çıplak’ bir gerçeğiydi Türkiye’nin! Gerçeği yazanlar, ‘azılı’ydı. Bu işin çoğulu ise; öldürseler de, katletseler de, sür(ündür)seler de, Sabahattin Ali’ler oldu, Nâzım Hikmet’ler, Rıfat Ilgaz’lar, Yılmaz Güney’ler, Orhan Kemal’ler…
Sinop’a bir azılı komünist olarak gelen Sabahattin Ali, usta işi birçok yazısını-şiirini burada yazdı. İçlerinde, ne zaman okusam tüylerimi ürperten “Görmesen bile denizi, / Yukarıya çevir gözü: / Deniz gibidir gökyüzü; / Aldırma gönül, aldırma…” dizelerinin de geçtiği Hapishane şarkısı da dahil olmak üzere, sayfalar dolusu ‘güzellik’… Hele bir Katil Osman öyküsü vardır ki…
“Gözüm sekiz arşın kalınlığındaki taş duvarları aşıyor, güverte kenarında eteklerini uçurarak vincin işlemesini seyreden kızları, merdivenden kocaman yatak denkleri indirmeye çalışan hamalları görüyordu. Yerimden fırlamak, gardiyanları, jandarmaları şöyle elimin tersiyle iterek çıkıp yürümek, bir sandala atlayıp gemiye varmak ve kaptana, ‘Çek!’ demek istiyordum. Gözümde tüten ne şehirler, ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor.”
Ustayı deniz kıyısındaki cezaevine koyup, dalga sesleriyle cezalandırmak isteyenler, bu cümlelerin kumsala değil de, sonsuza dek yaşayacak bir kâğıda yazıldığını göremediler mi?
“Dışarda deli dalgalar / Gelip duvarları yalar; / Seni bu sesler oyalar, / Aldırma gönül, aldırma…” yazmayıp da ne yapsaydı usta?
Unutmadan söylemeli; ilginç bir rastlantı olsa gerek, Nâzım Hikmet’in Ben İçeri Düştüğümden Beri adlı şiirinde de bir Katil Osman vardır. Şiirde geçen, “Katillikten yatan Osman, / ben içeri düştüğümden beri, / yedi buçuğu doldurup çıktı, / dolaştı dışarılarda bir vakit, / sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, / altı ayı doldurup çıktı tekrar, / dün mektup geldi, evlenmiş, / bir çocuğu doğacakmış baharda.” dizelerinden öğrendiğimiz kadarıyla, Nâzım’ın suçu, katil olmaktan daha da ağır bir ceza gerektirmektedir.
Kimi zaman bu ustaların yazdıkları, onları okuyanların da başına iş açmıştır!…
Tophane Cezaevi’nde 1944 yılında, bir alarm verilir… Mahkûmlar, bir zincire sağlı sollu kelepçelenerek dışarı çıkarılmıştır. İstanbul Erkek Lisesi’nin son sınıf öğrencilerinden, on yedi yaşındaki Sami adlı bir genç de vardır bu zincire bağlananlar arasında. Sami’nin suçu, tatilini geçirmek üzere gittiği Alpullu’da Nâzım’ın şiirlerini okuyup, başka bir yere yazarak saklıyor olmasıdır!… İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü günlerde, baskın tehlikesine karşı verilen bu alarm, Sami’yi otuz üç yaşında bir adamla yan yana düşürür. O adam ki, üçüncü kitabı Yaşadıkça’da, Bu da Bir Özgürlük şiiri adını vereceği şiirinde, “(…) / Bir liseli talebeyle vurulu bileklerin / Kırk mahkûmun sürüklediği zincire / Tek suçunuz hür insanlar gibi konuşmak / Kitaplar suç ortağınız!” diyerek Sami’yi de anacaktır…
Aynı günlerde Çankırı’da askerliğini yapan Sabahattin Ali, eşine yazdığı mektupta, “Burada karartma o kadar sıkı değil, pencerelerde perde olmadığı halde, elektriği bizim evdeki gibi maskeledim, yakıp duruyorum.” diyor. Oysa, karartma, İstanbul gecelerinin en ‘sıkı’ uygulanan tedbirlerinden biridir o sırada… Ki, Sami ile aynı zincire kelepçelerle bağlanmış olan adam, o sancılı günleri bütün ayrıntısıyla anlattığı romanına Karartma Geceleri adını veren Rıfat Ilgaz’dır!… Suçumuz, hür insanlar gibi konuşmaksa eğer; suç ortağımız olan ‘kitap gibi kitap’ların bu yazarlarını, ne yazık ki, tanıdığımız pek söylenemez.
Yatılı okuduğum lisede, oda arkadaşlarımdan biri bana şunu sormuştu:
“Utku, Aldırma Gönül Aldırma diye bir şarkı duyuyorum; bir bakıyorum, söz Sabahattin Ali. Melankoli diye bir şarkı var, çok hoşuma gidiyor; bir bakıyorum, söz Sabahattin Ali. Geçmiyor Günler Geçmiyor, Leylim Ley… Hepsi, ona ait. Bu Sabahattin Ali, ne kadar da iyi bir söz yazarı, değil mi?”
Gülmüştüm, acı acı gülmüştüm bu soru karşısında. Onun suçu değildi elbette bu. Peki, suç kimindi? Suç, sağcısıyla solcusuyla, bu düzenin oyununu kuralına göre oynayan herkeste… Herkes, düşünsel bir birikimin ardından, savaşımı doğru ve etkili bir şekilde vermek yerine; kulaktan dolma ‘cehalet’ ile, herkesi ‘kendine benzetmeye’ çalışırsa, çocuğumuzla, gencimizle bütün ‘gelecek kuşak’ları da yitirmeye hazır olmalıyız. Antolojilere giren üç beş şiiri, öyküsü dışında bu usta kalemleri okumayanlar, onlara hangi yüzle ‘bizden’ diyebilirler? Kimse kendini kandırmasın; evinin ve beyninin kütüphanesinde bu adların kitaplarını bulundurmayanlar, aydınlık yolunda verilen savaşın ‘edebiyat’ cephesinden mahrum olacaklardır…
Yoksa, sanki sonunu görmüş gibi, ölümünden on beş yıl önce yazdığı İstek adlı şiirini “Görünmez kollar boynumda, / Yârin hayali koynumda, / Sıcak bir kurşun beynimde, / Bir ağaç dibinde yatsam…” diyerek sonlandıran Sabahattin Ali’leri, insanı kahreden cinayetlerde yitirmeyi sürdüreceğiz!
UTKU ERİŞİK