“Sen bizim plağın türküsünü söyleyemezsin!”
18 Mayıs sabahı, günlük gazeteleri okurken gözüme “Mahzuni Şerif’i yitirdik” haberi ilişti. Yarı şaşkın, yarı üzüntülü, haberi hemen okudum.
Aşık Mahzuni Şerif, Almanya’nın Köln şehrinde kalp yetmezliği nedeniyle yatırıldığı hastahanede yaşama gözlerini yummuş, aramızdan ayrılmıştı.
Türkiye’de adettendir sanki! Yaşarken kıymeti bilinmeyenlerin, hakettiği yere gelemeyenlerin ardında onları yücelten methiyeler ortalığı sarar… Bu sefer de hakettiğinden çok şeyler atfedilir. Yani Türkiye’de, demokrat, ilerici muhalif insanların değeri sağ iken bilinmez, öldükten sonra keşfedilir ve yüceltilir. Doğru ölçüyü bulmak bir türlü mümkün olmuyor…
Mahzuni’nin ölümünden sonra gazetelerde çıkan haberleri okudukça, Mahzuni’nin “Büyük Ozan”lığını onun ölümünden sonra keşfedenlere, onun mirasının sürdürücüsü olacaklarına dair and içenlere –gerçekte böyle düşünenleri ve buna uygun davrananları kastetmiyorum–, kasetlerinin, “albüm”lerinin reklamını öne çıkaranlara kızgınlığım giderek arttı… 18 Mayıs sabahı okuduğum haberin üzüntüsü, “ceset sömürücülerine” karşı kine dönüştü.
İçimdeki kızgınlığı böyle ifade ettikten sonra, Mahzuni’nin ölüm haberini okurken çocukluk yıllarıma yaptığım gezintide hatırladığım bir anımı aktarmak istiyorum.
Çocukluk yıllarımda (1970’li yıllar), annemin sabah saat 5’ten itibaren radyoyu açması ve radyoda çoğunlukla halk müziği sanatçılarını dinlemesi beni de etkilemişti. Halk müziğini diğer müziklerden fazla seviyordum. Halk müziği içinde de özellikle belli aşıkları (ozanları) seviyorduk. Mahzuni bunların başında geliyordu. Mahzuni’nin türkülerini o kadar çok sevmiştim ki, hemen hemen duyduğum tüm türkülerini ezbere biliyor, söylüyordum.
İlkokulda, müzik dersinde öğretmen çocuklara tek tek türkü söylettiğinde, benim ilk kez o kadar kalabalık içinde söylediğim türkü de Mahzuni’nindi. “Geçti felek, geçti gayri zamanım” diye başlayan türküyü söylemiştim.
Sınıftaki ruhsal durumumu, sınıfı, öğretmenin ve sınıf arkadaşlarının tepkisini dün yaşamış gibi hatırladım, Mahzuni’nin ölüm haberini okuyunca.
Aradan yıllar geçti. Mahzuni’nin türkülerinin çoğunu unuttum. Mahzuni’nin türkülerinin benim siyasi görüşümün gelişmesinde, “büyük insanlığın” kurtuluşu davasında yer almamda oynadığı rolü, kuşkusuz ki unutmayacağım. Unutmadığım, unutamayacağım bir anım da var.
1970’li yılların başlarında, köyde yaşıyordum. Akrabalarımızdan Almanya’ya gidenler de vardı. Evimizin hemen yanında, bize 40-50 metre uzakta oturan akrabalarımızın Almanya’dan getirilen bir pikabı vardı. Özellikle havaların iyi olduğu günler, havalarını da atmak için pikabı kapının önüne koyup sesi sonuna kadar açarak plak çalarlardı.
Attıkları havaya kızarken için için, radyodan dinleyemediğimiz türküleri dinleme imkânımız olduğu için de seviniyorduk. Ben de bu arada dinlediğimiz türkülerden özellikle hoşuma gidenleri ezberliyordum, söylüyordum.
Günün birinde yeni bir plak almışlardı ve reklam yapar gibi ardarda çaldılar. Çaldıkları plak, Mahzuni’nin “Nem kaldı?” türküsünü söylediği plaktı. “Nem kaldı?” çok hoşuma gitmişti. Yoksul bir ailenin çocuğu ve ölmüş olmasa da babasız büyüyen bir çocuk olarak hayata “toz pembe” bakamıyordum. Yoksulluğu, hasreti, sevgiyi, mutluluğu, gurbeti vb. konuları dile getiren türküler; hüzünlü, sitemkâr, andaki yaşamdan şikayet edip daha iyi bir yaşam özlemini, kısacası bizde olmayan, ama olmasını istediğimiz mutluluğu, insani bir hayatı düşündüren türküler, beni en çok etkileyen türkülerdi.
“Parsel parsel eylemişler dünyayı” diye başlayan “Nem kaldı?” türküsünü ikinci dinleyişimden sonra ezbere söyleyebiliyordum. Okul arkadaşlarıyla birlikte oyun oynarken, dilime dolanmış gibi kendimi tutamadım, başladım: “Parsel parsel eylemişler dünyayı / Bir dikili taştan gayri nem kaldı / Dost köyünden ayağımı kestiler / Bir akılsız baştan gayri nem kaldı?” diye türküyü söylemeye. Tam türkünün ikinci kıtasına başlamak üzereyken, pikabı olan akrabalarımızın oğlu Xelil, “Nem kaldı?” türküsünü söylediğimi fark etti ve “Sen bizim plağın türküsünü söyleyemezsin!” diye dikildi karşıma. Neredeyse birbirimize girişecektik. Xelil’i, türkünün Mahzuni’ye ait ve herkesin dinleyip söyleme hakkı olduğuna ikna edemedik diğer oyun arkadaşlarıyla. Xelil, plaklarının türküsünü kimseye söyletmemeye kararlıydı…
Pikap sevgimize bu olay da eklenince nenemize, –bu arada babam da Almanya’ya gitmişti– babamdan bize pikap getirmesini istemesi için yalvarmaya başladık. Yalvarmalarımızdan bıkan nenemiz isteğimizi yerine getirdi ve doğru dürüst yüzünü bile görmediğim babam bir haftalığına köye geldiğinde bize bir de pikap getirmişti. Böylece artık türküleri kendi plağımızdan dinliyor ve “kendi plağımızın türküsünü” söylüyorduk. Xelil ile çelişkimiz de bu yolla çözüldü. O tarihten beri, Xelil, Mahzuni, “Nem kaldı?” türküsü ve plak birbirini hatırlatır oldu bana.
Pikabımız olduktan sonra, kendi plağımızın türkülerinde en çok dinlenen ve söylenen türküler de Mahzuni’ye aitti. Şimdi, artık çok gerilerde kalan, ama o dönemde benim insan sevgisi edinmemdeki olumlu etkisini hiçbir zaman kaybetmeyecek olan ve benim de unutmayacağım olgu, Mahzuni’nin türkülerinin üzerimdeki olumlu etkisidir. İhsani, Zamani ve Ruhi Su’dan etkilenmeden önce Mahzuni’den etkilenmiştim…
Beni etkileyen ve Mahzuni’nin nasıl bir ozan olduğuna işaret eden birkaç türküsünden bahsetmek istiyorum.
Maraş. Mahzuni’nin doğduğu Berçenek köyünün, Elbistan ilçesinin bağlı olduğu il. Bilindiği gibi Türkiye’de sık sık kışkırtılan Alevi-Sünni çelişmesinin en yoğun yaşandığı bir ildir Maraş. 1970’li yılların başlarında “solcularla” birlikte hareket eden Mahzuni, devletin hışmından payına düşeni almış, takibat altında olmuş, hapse atılmış, işkence görmüştür.
Mahzuni’ye karşı yürütülen kampanyada, devletin resmi mezhebi olan Sünni mezhebinden insanlar, Mahzuni’nin Alevi olduğu, Aleviler de onun Sünni olduğu haberleriyle kışkırtılıyordu. Mahzuni buna, “Ben Alevi Olamam ki” adlı türküsüyle cevap verdi. Sözkonusu türküsünün ön konuşmasında “Ben Alevi olamam, Sünni de olamam. Müslüman demeseler de gücenmem. Ancak insan olabilmek için bütün elimden geleni harcarım” diyerek mezhep temelindeki çatışmalara karşı, Sünni ya da Alevi olmak yerine insan olmayı koyuyordu.
Ömer, Bekir, Osman vb. isimlerin geçtiği yerde bir de “lanet” eklenerek Sünnilere karşı düşmanlığın körüklendiği Alevi bir çevreden gelen biri için –tersi de aynı–, Mahzuni’nin insan olmayı öne çıkarması ve diğer bir mezhepten insanlara karşı önyargıları yıkmaya hizmet eden bu tavrı önemlidir.
Mahzuni’nin beni en çok etkileyen ve ona –demokrat biri olarak– saygı duymamı sağlayan türkülerden biri “Çingene Mahzuni” adlı türküsüydü. Adından da belli olacağı gibi, bu türküsünde Mahzuni, “buçuk millet” diye tanımlanan ve horlanıp aşağılanan Çingenelerin, yani Sinti-Romanların durumunu dile getiriyordu. “Çingene, çingene, hayat sana mengene” diyerek yaşamlarının zorluğunu ortaya koyarken, “Ey insanlar, insan buçuk olur mu?” diyerek de Sinti-Romanların aşağılanmasına karşı sesini yükseltiyor ve kendisinin “Çingene Mahzuni” olduğunu ilan ederek dayanışmasını gösteriyordu.
Mahzuni 1960’lı yılların sonunda, 1970’li yılların başlarında söylediği türkülerde, o dönemde yükselen devrimci hareketin de etkisiyle, halkın değişik sorunlarını, yoksulluğu, ezilmişliği, geri kalmışlığı vb. dile getirdi. “Acı doktor bak bebeğe”, “Erim erim eriyesin”, “Yuh yuh soyanlara”, “Kolum nerden aldın sen bu zinciri?” vb. türküleri dönemin en çok söylenen türkülerinden bazılarıdır.
1970’li yılların başlarındaki devrimci harekette öncü rolü oynayan devrimcilerin, komünistlerin ardından yaktığı ağıtlar, söylediği türküler Mahzuni’yi devletin güçleriyle karşı karşıya getirdi. Mahzuni, devrimcilere “Yiğitler yiğitler bizim yiğitler” diyerek; “Nurhak dağı” türküsüyle Sinanlara, “Kalenin içinde yatar bir yiğit / İbom ölüyor” diyerek de İbrahimlere açıkça sahip çıkıyordu.
Mahzuni ABD emperyalizminin Vietnam’a saldırısı karşısında yer almış, Türkiye’nin bağımsızlığını istemiştir. Bunu da “Defol git benim yurdumdan / Amerika katil katil”, ya da “Vietnam’ın suçu nedir? Amerika katil katil” diyerek dile getirmiştir.
Mahzuni’nin bu türküleri, insan sevgisi edinmenin ötesinde devrimci duyguların, bilincin gelişmesine hizmet etmiştir. Bu, Mahzuni’nin kendi genel siyasi görüşünden bağımsız bir olgudur, gerçekliktir. Mahzuni’nin mirasında sahip çıkılması gereken esas yön de, onun türkülerinin insan sevgisi edinmeye, devrimci duygu ve bilincin gelişmesine yaptığı hizmettir.
Her halkın kültüründe ilerici ve gerici yanlar olduğu gibi, Mahzuni’nin halk müziğinden de bu iki yan var. Örneğin 1974’de “Kıbrıs Harekâtı” döneminde söylediği bazı türküler, demokratların, devrimcilerin sahip çıkacağı türküler değildir. Ya da, Mahzuni’nin Aleviliğe duyduğu yakınlığın ürünü olan, “İmam Ali”, “İmam Hüseyin” vb. hakkındaki türkülerin de ilericilik, demokratlık adına sahip çıkılacak yanları yoktur.
Mahzuni’nin bu iki yanının varlığı ama, onu hakim sınıflara bırakmak gerektiği anlamına gelmiyor. Türkiye’de Mahzuni’ye sahip çıkma hakkı olmayan birileri varsa, onun da başında Türkiye Cumhuriyeti devleti gelir. Hakim sınıfların Mahzuni’ye sahip çıkar görünmesi ve TBMM Başkanı başta olmak üzere birçok siyasinin Mahzuni’nin cenaze töreninde yer alması büyük bir sahtekârlıktır.
Mahzuni’nin kendisi, Türkiye’de özgürce üretim yapamadığını ilan etmiş ve kendisini “içinde çıktığı toplumun ücretsiz avukatı, diplomasız hakimi” saymıştır. Bir ara milletvekili olmak için Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den adaylığını koyan Mahzuni, milletvekili olmak için neden aday olduğunu şöyle açıklar:
“Ben her yeni türkümün sonunda kovuşturmaya uğruyorum. Cezalandırılıyorum. Bu benim üretimimi engelliyor. Daha özgür üretmek istiyorum. Öyle bir parlamenter zırh olsun ki benim dokunulmazlığımı getirsin istedim. Hiç değilse beş yıl korkusuzca üreteyim istedim. Bu nedenle aday oldum.” (Yaşar Özürküt ile konuşmasından, aktaran, Evrensel, 18 Mayıs 2002)
Mahzuni bu dokunulmazlık zırhını edinemedi. İstediği gibi özgürce üretemedi. Mahzuni, şimdi “parlamenter zırh”ı bürünüp halkı soyanlar gibi kendi çıkarını değil, daha özgürce üretebilmenin başka imkânının olmadığını düşündüğü için milletvekili olmaya soyunmuştur…
Onu, buna zorlayanlar, ona sahip çıkma hakkına sahip değildir. Mahzuni doğrusuyla, yanlışıyla ezilenlerin safında yerini almıştır.
Mahzuni’nin türkülerini biz kendi plağımızdan dinledik, kendi plağımızın türküleri bundan sonra da söylenecektir.
Mahzuni’nin ölümünden sonra da, onun isminden yararlanarak köşe dönmeye çalışanlar, onun insan sevgisini barındıran türkülerini kasalarını doldurmak için pazarlayanlar, kısacası Mahzuni’yi ve türkülerini popüler olmak için kullananlar: Mahsun Kırmızıgüller, İbrahim Tatlısesler… daha adını yazamayacağımız siz… “Bizim plağın türküsünü söyleyemezsiniz!”
ÖKKEŞ DERE, Mayıs 2002