2006’NIN EN İYİLERİ…
Bence 2006’nın en iyileri hangileri derseniz, (belgeselleri dışta tutarsak) iki film ismi söylerim:
Babil ve Köstebek.
{rokzoom}images/stories/g40dosyalar/babel.jpg{/rokzoom}
Alejandro Gonzalez İnarritu’yla ilk kez “Ameros Perros” isimli filmiyle tanışmıştık. Ameros Perros (2000) isimli filmi üzerine yazdığım yazıyı “Bu yönetmenin adını bir yerlere not edin bence. İleride onun adını yine duyacağımızı sanıyorum.” (Güney sayı 20, sayfa 86) diyerek sonlandırmıştım. Ameros Perros’tan sonra, 11’09’01 isimli filmin Meksika’dan yankılanan sesi Gonzalez’in katkısı idi. (Güney sayı 23, sayfa 62-63). Ardından 2003’te “21 Gram” geldi. (Güney sayı 28, s. 80-81) Şimdi üç yıl aradan sonra gerek Ameros Perros, gerekse 21 Gram’da çalıştığı ekiple, senarist Guillermo Arriaga, kameraman Rodrig Prieto, set dekoratörü Brigitte Broch ve film müziği kompozitörü Gustavo Santaolalla ile birlikte gerçekleştirdiği yeni filmiyle karşımızda. Yeni filminin adı da adeta program: Babil!
Bir Tevrat öyküsü Babil. Tevrat’ta (Tekvin-Bereşit, 11,1-9) dağlık bölgelerden gelip Şinar denilen ülkeye yerleşen ve bir dil konuşan bir halkın, Sümerlerin, öyküsü anlatılır. Yükseklere tapan ve yer ile göğü birbirine bağlayan kutsal bir ağacın varlığına inanan bu halk, tanrıları Marduk adına yeri göğe bağlayan bu kutsal ağacı temsil eden ve Tanrı dağı adı verdikleri bir kuleyi inşa etmeye girişir. Kule, kulenin ucu göğe yetişecek bir yükseklikte tasarlanmıştır. Tanrı bu durumu görmek için gökyüzünden yeryüzüne iner. İnsanların kendilerini nerede ise tanrı ile eş gördüklerini ve artık onlar için neredeyse “hiçbir şeyin ulaşılamaz olarak görünmediğini” anlar, kızar ve onların anlaşma aracı olan dillerini “şaşırtır”. Birdenbire insanlar değişik diller konuşmaya başlarlar. Ve onları “bütün dünya üzerine yayarlar”. Böylece artık birbirlerini anlayamayan insanların kuleyi birlikte inşa etmeleri imkânı ortadan kalkar.
İnsanlar kendilerini çok beğenmeleri nedeniyle cezalandırılmıştır.
İnarritu daha önceki iki filminde yaptığı gibi, Babil’de de ilk anda birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen çok değişik insanların öykülerini anlatıyor. Bunların hayatlarının kesişme noktaları bu kez üç ayrı kıtada (Asya-Afrika-Kuzey Amerika) dört ayrı ülkede ( Japonya, Fas, ABD ve Meksika) geçen öyküleri birbirine bağlıyor. Babil öyküsünün değişik diller konuşan, birbirini anlamayan insanları, İnarritu’nun Babil’inde her üç öyküde de konuşulan iki ayrı dilde karşılığını buluyor.
ABD’nin güneyi, Kaliforniya ve Meksika’nın kuzeyinde İngilizce ve İspanyolca; Fas’ta Arapça ve İngilizce; Japonya-Tokyo’da işaret dili ve Japonca.
Görünürde birbirinden bağımsız üç öykü anlatıyor İnarritu:
1. Fas’ın dağ ve çölün iç içe geçtiği uçsuz bucaksız coğrafyasında iki çoban/köylü ailesinin öyküsü.
2. Amerikalı, Fas’ta bir barışma /turistik gezisinde bulunan iki çocuklu bir karı kocanın, onların ABD de Meksikalı illegal bir bakıcıya bıraktıkları çocuklarının öyküsü.
3.Tokyo’da modern bir gökdelende babası ile oturan, annesi gözlerinin önünde intihar etmiş, 16 yaşlarında, kimliğini arayan mutsuz, intihara eğilimli, duyma ve konuşma özürlü bir genç kızın öyküsü.
Bu üç ayrı öykünün birleştirici öğesi, kesişme noktası uzun menzilli modern bir av silahı.
Film Fas’ta söz konusu modern uzun menzilli bu av silahının el değiştirmesi ile başlıyor. Bir köylü gittiği bir evde, silahı itina ile sarıp sarmaladığı paketinden çıkarıp, ev sahibine gösteriyor. Pazarlık başlıyor. Satan silahı överken, onun 3 kilometrelik öldürücü menzili olduğunu vb. anlatıyor. Ev sahibi Anvar, buluğ çağında iki oğlu, yetişmiş bir kızı olan ve silahı çobanlık yapan oğullarının çakalları kovalamak için kullanması için isteyen bir köylüdür. Anlaşıyorlar, silah el değiştiriyor.
(Sonraki gelişme içinde söz konusu silahın Fas’a bir av turu için gelen bir Japon avcının silahı olduğunu, silahı satan köylünün bu Japon avcıya mihmandarlık yaptığını ve Japon avcının silahı ona armağan ettiğini öğreniyoruz. Öykünün Japonya/Tokyo ayağı ile bağı böyle kuruluyor.)
Daha sonra silahı satın alan aile içindeki ilişkileri görüyoruz. Erkek çocuklardan daha genci olan Ahmet, ağabeyi Yusuf’a göre daha hareketli, uyanık bir çocuktur. Silah, ağabeyinden çok onun eline yakışmaktadır. Ondan çok daha nişancıdır. Bu arada cinselliğini de, ablasının çıplak vücudunu –onun da göz yumduğu ve hoşlandığı biçimde– gözetleyerek, kendi kendini tatmin ederek vb. yaşamakta, ağabeyinin ayıp-günah kızgınlığıyla dalga geçmektedir. Bir gün iki kardeş sürülerini götürdükleri bir dağda deneme atışları yaparken, 3 kilometrelik menzil bilgisini de sınamak isterler. Ahmet, 3 kilometrelik menzil öyküsüne daha önce Yusuf’un yaptığı atışlardan da yola çıkarak inanmamaktadır. Çok uzaktan gelen bir yolcu otobüsünü hedefleyerek ateş eder. Önce otobüs hiç bir şey olmamışçasına yoluna devam eder. Çocuklar kendi aralarında 3 km’lik menzil öyküsünün palavra olduğunu konuşurlar. Sonra sağ sol yapan otobüs durur. İçinden bazı insanlar çıkar. Çocuklar panik içinde birbirlerine bakarlar.
(Gelişme içinde atılan kelimenin tam anlamıyla kör kurşunun o sırada bir Fas gezisinde bulunan ve otobüste cam kenarında oturan Amerikalı Susan adlı (Cate Blanchett) orta yaşlı bir kadına isabet ettiğini, onu ağır yaraladığını öğreniriz. Öykünün ABD/Meksika ayağı ile bağı böyle kuruluyor.).
Kamera panik ve şaşkınlık içinde birbirine bakan çocuklardan yol ortasında duran otobüse, atlar. Normal bir turist otobüsünde cam kenarında oturan sarışın orta yaşlı bir kadın acıyla bir çığlık atar. Göğsünden bir delikten kan aktığını görürüz. Yanında oturan adam panik içinde kanı durdurmaya çalışırken, bir yandan da otobüsün durması için bağırır. Herkes şaşkındır. Şoför sağ sol yaparak durur. Gelişme içinde şunları öğreniriz: Vurulan Susan orta sınıf Amerikan ailesinin bir üyesidir. ABD’deki evinde 8-10 yaşlarında bir oğlu ve kızı vardır. Kocası Richard (Brad Pitt) ile yaptığı Fas gezisi bir “barışma” birbirini yeniden bulma gezisi olarak düşünülmüştür. Üçüncü çocuk doğumdan kısa süre sonra ölmüş, çift birbirine yabancılaşmış, erkek “kaçmış” evi terk etmiştir.
Richard otobüs durduktan sonra panik içinde otobüsten inerek yoldan geçmekte olan bir minibüsü durdurmaya çalışır. Minibüs durmadan yoluna devam eder. Bu durumda otobüsün en yakın hastaneye gitmesinden başka çare yoktur. Otobüsteki turistlerin dilini (İngilizce) bilen muavin/tercüman/mihmandar (Abdullah) en yakın hastanenin 150 kilometrelik yolda olduğunu, oldukça yakında bulunan kendi köyünde bir sağlık ocağı ve doktor bulunduğunu anlatır. Köyüne gitmeyi, orada ilk tedaviyi yapıp ambulans çağırmayı önerir. Öyle de yaparlar. Otobüs yönünü köye –geldiği yöne doğru– çevirir. Otobüsteki yolculardan ilk mırıldanmalar, itirazlar başlar: Otobüs ambulans değildir! “Koyun can, kasap yağ derdinde”dir. Otobüs insanların aynı dili konuştukları durumlarda bile birbirini anlamadıkları bir mekândır. Bir kadın ölümle pençeleşirken, diğer kimileri havalandırmanın doğru dürüst çalışmamasının derdindedir! Birilerinin derdi en kısa zamanda yaralı bir insanı doktora yetiştirmekken, diğer bazılarının derdi mümkün olan en kısa zamanda, işleyen klimalı bir otobüste turistik gezilerine devam etmektir.
Otobüs köye varır. Richard eşini Abdullah’ın evine taşır. Sonra köydeki tek telefondan ABD konsolosluğunu arar. Olanı anlatır. Fas’ta gezide iken, nereden geldiği bilinmeyen bir kurşunla karısı ağır yaralanmıştır. Yardıma ihtiyaçları vardır. Konsolosluk yardım edeceklerini bildirir. Konsoloslukla birlikte Fas polisi ve aynı anda haber ajansları aracılığıyla bütün dünya olaydan haberdar olur: Fas’ta bir Amerikalı turist kadın terörist bir saldırıya uğramış, ağır yaralanmıştır. Hayati tehlike vardır vb. İletişim korkunç hızlıdır. Bütün dünya olayı duyar. Bültenlerde birinci sıradadır haber. Gerçek yardımın hızı sanal dünyada haberin yayılma hızının çok gerisindedir. Bütün dünya “terörist saldırı”da yaralanan kadının akıbetini merakla izlerken, söz konusu kadın kan kaybından ölme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Gelen köy doktoru –ki onun da veteriner olduğu çıkar ortaya– kadının yarasını ilkel yöntemlerle kapamaya, kanı durdurmaya çalışır. Fakat kadının mutlaka hastaneye yetiştirilmesi gereklidir. Ancak ortada ambulans yoktur. Ne zaman geleceği, gelip gelmeyeceği de belli değildir. Otobüs yolcuları isyancıları oynamaya başlamıştır. Yaralı kadını ve eşini köyde bırakıp yollarına devam etmek istemektedirler. Otobüsü dış dünya ile bağıntıda bir araç olarak gören Richard için bu anlaşılmaz bir tavırdır. Otobüs yolcuları içinde en saldırgan olan biri ile yumruk yumruğa birbirlerine girerler. Sonuçta otobüs diğer yolcularla yola çıkar. Richard, köyde yaralı karısı ile bir saat öncesine kadar hiç tanımadığı, dilini, töresini bilmediği, buna rağmen otobüstekilerden çok daha fazla yardımcı olmaya çalışan yabancılar arasında kalır. Otobüsteki muavin/mihmandar Abdullah da kalır köyde. Endişeli, çaresiz bir bekleme başlar. Burada çok yaşam/ölüm sınırında, neyin önemli neyin önemsiz olduğunun çok daha açık görülebildiği olağanüstü bir durumda Richard ve Susan’ın birbirlerine yakınlaştıklarını görürüz.
Film burada Fas polisinin “terörist” avını izlemeye yönelir. Bir Amerikalı turistin vurulmuş olması Fas için hiç iyi bir reklâm değildir. Yaralı kadının hayatından çok “terörist”lerin bulunması önemlidir. (Daha sonra Fas ABD konsolosluğunun devreye girerek, kendi vatandaşlarını kendilerinin helikopterle taşımak istediklerini, Fas devleti ile ABD arasında uçuş izni için pazarlıklar yaşandığını, bunun yaralı kadının taşınması işini geciktirdiğini öğreniriz. Yine “koyun can, kasap et derdinde”dir.) Kurşun’un peşini izlemek zor değildir. Otobüse kurşunun geldiği yerin 3-5 kilometrelik çevresinde zaten bir iki küçük köm vardır. Bu arada çocuklar haberlerden işin boyutunu öğrenmişler, saldırının “terörist” bir saldırı olarak değerlendirildiği haberini almışlardır. Panik içinde silahı saklarlar. Polis önce olay yeri çevresinde yaptığı aramada silahı satan köylünün evini basar. Önce onu iyice döverek, onun katil olduğunu söyletmeye çalışır. Köylü kendisinin katil olmadığını, uzun menzilli silahı olmadığını anlatır. İnandıramaz.
Sonunda var olan ve kendisine armağan verilen bir silahı sattığını ve kime sattığını anlatır. Bu arada Yusuf babasına olanları anlatır. Bir dayak faslı ertesinde silahı sakladığı yerden alıp teslim olmak üzere baba ve oğulları yola koyulur. Silahı aldıktan kısa süre sonra polisle karşılaşırlar. Polis teslim ol çağrısı filan yapmadan ateş açar. Silah Ahmet’in elindedir. Kendini koruma güdüsüyle o da polise ateş eder ve polislerden birini vurur. Ağabeyi Yusuf yoğun ateş altında panik içinde kaçarken vurulur. Babasının kolları arasında son nefesini verir. Ahmet silahını atarak ellerini kaldırıp ortaya çıkar, teslim olur. Bütün suçun kendisinde olduğunu söyler. Bu bölümlerde aynı dili konuşan insanlar, Ahmet ve Yusuf aslında birbirini anlamamaktadır. Bir yanda Ahmet ve Yusuf öbür yanda babaları birbirini anlamamaktadır. Bir yanda Ahmet, Yusuf ve baba diğer yanda polis birbirinin düşmanı konumundadır vb. Ve her şey birbirini anlamama, yanlış anlama üzerine kuruludur sonuç olarak.
Film buradan Tokyo’ya atlar. Bir voleybol maçında sporcu bir genç kızın hakemin bir kararına çok kızıp protesto ettiğini, işaret diliyle küfürler ettiğini görürüz. Hakem kızı (Çieko/Rinko Kikuchi) oyundan atar. Oyun bittikten sonra arkadaşları kıza oyunu kaybetmelerine yol açtığı suçlamasını getirirler. Kız bu suçlamayı getirenlere de küfürler eder. Daha sonra orta yaşlı bir adamla buluşur. Onun, Çieko’nun babası (Yasujiro/Koji Yakusho) olduğunu öğreniriz. Babası ile ilişkisi de birbirini anlamama üzerine kuruludur. İyi bir işi olan baba, kızına karşı bir türlü suçluluk duygusu içindedir. Onunla onun diliyle, işaret diliyle, iletişim kurmaya çalışır. Fakat tam bir “sağırlar diyalogu” ilişkisidir ilişkileri. Daha sonraki gelişme içinde kız eve gittiğinde- ki ev bir gökdelenin çok üst katlarında zengin ve fakat soğuk, içinde hiçbir kişisel eşya olmayan, sanki içinde kimsenin yaşamadığı bir görünümdedir– iki sivil polisin babası ile konuşmak istediğini öğrenir.
Kamera daha sonra kızın sonraki saatlerini izler. Kız esasında sevgi peşindedir. Ve bunun en doğrudan yolu olarak cinselliği görmektedir. Bir arkadaşıyla gittiği bir cafe-disko-hazır yemek restoranı tipi bir mekânda uzaktan bunları gören bir grup erkekle bakışmalar ertesi, yan yana geldiklerinde, kızın konuşma duyma özürlü olduğu ortaya çıktığında genç erkeklerin tavrı, kızı aşağılamak, onunla alay etmek olur. Kızın tepkisi ise, tuvalete gidip donunu çıkarmak, gelip kendisi ile alay eden erkeklere cinselliğini saldırgan bir biçimde teşhir etmek olur. Sadece konuşulan /konuşulmayan dilde değil, vücut dilinde de anlaşmanın mümkün olmadığı, herkesin kendi dünyasında kendi içine kapalı, en kalabalık mekânlarda bile yalnız olduğu bir resimdir filmde yansıyan Tokyo resmi. Gayet moderndir Tokyo, ama insanlar mutsuz ve yalnızdır. Kimse kimseyi anlamamaktadır.
Daha sonra genç kızı gece yarısından sonra evinde görürüz. Daha önce gelen polisleri oturduğu gökdelenin güvenlik görevlisi üzerinden davet eder. Gelen polise çırılçıplak soyunarak kendini sunar. Polis kendisi ile konuşmaya çalışır. Karşılıklı birbirini anlama çabası içinde, kızın polisin babasını tutuklamak için geldiğini düşündüğünü, polisi babasının suçsuzluğuna inandırmaya çalıştığını; polisin ise Fas’tan gelen bir haber üzerine, numarası belli, kızın babasının ismine kayıtlı bir av tüfeğinin babası tarafından bir Faslıya armağan edilip edilmediğini öğrenmek için onu aradığını öğreniriz. Yine iletişimsizlik, yine yanlış anlamalar üzerine kurulu bir öykü. Daha sonra polis gider. Kız çırılçıplak gökdelenin üst katlarından birinde olan dairenin balkonuna çıkar. Her an aşağıya atlamasını beklersiniz. Baba eve geldiğinde kızı balkonda bulur. Kızın temel sorununun annesinin gözü önünde intihar etmesi olduğunu, kadının tabancayla kendini vurduğunu, kızın ise bu olayı annesinin kendini balkondan attığı biçiminde rasyonalize ettiğini, fakat vurulma olayını da sürekli olarak babasına mal ettiğini vb. öğreniriz. Yani birbirini anlamama artık insanın kendi benliğinde şizofrenik gerçekler yaratmasına kadar varmıştır. Tokyo’daki o gökdelenler, modern Babil kuleleridir. Kızın gelecek perspektifi o balkondan atlamaktır.
Öykünün Amerika/Meksika ayağında, Susan ve Richard’ın illegal olarak yıllardan beri onların yanında çalışan Meksikalı bir kadın bakıcıya, Amelia’ya (Adriana Barazza) emanet edilmiş çocukları vardır. Debie ve Mike. Bunlarla ilk bağıntı bir telefon üzerinden kurulur. Telefon filmin en başlarında Richard’dan gelir. Telefon gelene dek aslında televizyon üzerinden haber gelmiştir. Bakıcı kadın Richard ve Susan’ın hangi zorluklar içinde olduğunu bilmektedir. Çocuklara herhangi bir şeyi fark ettirmemeye çalışmaktadır. Richard, hastaneden telefon etmektedir.
(Daha sonra Fas öyküsünün devamında, geceye yakın saatlerde nihayet bir helikopterin gelip, Susan ve Richard’ı Rabat’ta tam teşekküllü bir hastaneye taşıdığını, Susan’ın ameliyata alındığını öğreniriz. Bu helikopterin gelme ve taşıma sahnesinde ilginç bir ayrıntı vardır. Richard ayrılırken bütün gün kendine en fazla yardımcı olan insana, mihmandar/muavin Faslı Abdullah’a para vererek, ona şükranlarını sunmak ister. Onun için bu gayet normal bir teşekkür gösterisidir. Bir batılı gözünde büyük bir yoksulluk içinde yaşayan Abdullah ise bu parayı almaz. Onun açısından yapılan gayet normal insani bir yardımdır. Bunu her insan, hiçbir karşılık beklemeden yapar. Bu para için yapılmamıştır. Teşekkür böyle gösterilmez. Bu hakarettir. Burada sorun yalnızca konuşulan dil üzerinden anlaşma sorunu değildir. Gerek Richard ve Abdullah ayrı dünyaların insanlarıdır. Biri her şeyin parayla ölçüldüğü bir dünyadır. Diğeri henüz oraya kadar “gelişmemiş”, ama o yolda olan bir dünyadır.)
Richard önce bakıcı ile görüşür. Ameila’nın bir zorluğu vardır. Bir gün sonra oğlu Meksika’da evlenecektir. Bu düğüne mutlaka gitmesi gereklidir. Önceden konuşulan Richard ve Susan’ın düğün günü öncesinde dönmüş olmalarıdır. Fakat artık bu mümkün değildir. Richard yakın bir kentte oturan kız kardeşini arayacağını, onun gelip iki günlüğüne çocuklara bakma işini ayarlayacağını söyler. Daha sonra çocukları ile konuşur. Onlara, onları sevdiğini vb. söyler. İyi olduklarını yakında döneceklerini vb. anlatır. Daha sonra söz konusu kız kardeşin başka işleri olduğundan gelmeyeceği çıkar ortaya. Bakıcı çocukları bırakabilmek için tanıdığı herkese sorar, herkesin “işi var”dır. Kimse sorumluluk almak istemez. Kadın çareyi çocukları da alıp düğüne gitmekte bulur. Ameila ve çocukları, Amelia’nın yeğeni Santiago (Gabriel Garcia Bermal) bir arabayla gelerek alır, Meksika’ya geçerler. Meksika’ya gidişte her şey normaldir. Düğün gayet neşeli geçer. İnsanlar doyasıya eğlenirler. Çocuklar da başlangıçtaki yabancılıklarını atarlar üzerlerinden. Yine de iki ayrı dünyanın varlığı ortadadır. Örneğin bir sahnede çocuklar tavuk yakalama oynarlar. İlk yakalayan ödül kazanacaktır. Debie yakalar tavuğu, alkışlar altında ve sevinçle teslim eder Santiago’ya. Tavuğu hemen oracıkta boynunu kopararak öldürür Santiago. Tavuğu ancak paketlenmiş, soyulmuş olarak, ya da kızartılmış hazır olarak tanıyan, yediği tavuğun daha önceden öldürülmüş olduğunu aklına bile getirmeyen Debie için tavuğun böyle alenen öldürülmesi büyük şoktur. Düğünün hemen ertesinde gece yarısından sonra dönüş başlar. Çocuklar arka koltukta uyumaktadır. Santiago biraz çakır keyif içkilidir. Aslında hiçbir şekilde kontrol edileceklerini düşünmemektedirler.
Fakat sınır polisi onlara yanıldıklarını öğretir. Nihayet iki Meksika’lıdır sınırı geçmek isteyen. Onların kimlik ve pasaportları sağlam olsa bile, o beyaz çocukların arabada ne işi vardır? Kimdir onlar? Sakın çocuklar kaçırılmış olmasın? Santiago biraz da suçsuz olmanın rahatsızlığı içinde açık ırkçı tavırlar içinde olan bir beyaz sınır polisine ters bir cevap verir. O andan itibaren daha önceki tüm sahte sizli bizli konuşmalar bir kenara bırakılır. Eller silaha uzanır ve Santiago’ya arabayı aramak üzere bir boşluğa çekmesi söylenir. Paniğe kapılan Santiago kendine verilen emri yerine getirme yerine, gaza basar, bariyerleri yıkar ve kaçmaya başlar. Yolları yakından tanıdığı için, çöl yollarına sapar, izini kaybettirmeyi başarır. Amelia ve uyanmış olan korkudan ne yapacaklarını bilmeyen çocukları, çölde –sonradan gelip alma kaydıyla– bırakarak, kaçışa devam eder. Geceyi çölde geçiren Amelia ve çocuklar ertesi gün yürüyerek yola çıkmaya çalışır.
Fakat kaybolurlar. Aç ve susuz çocukları kurtarmak için Amelia çocukları bir ağaç altında bırakarak, tek başına yol aramaya çıkar. Saatler sonra bir sınır polis arabasına rastlar. Öyküsünü anlatır. Fakat çocukları bıraktığı yeri bulamaz. Tutuklanır. Çocuklar polis için “kaçırılmış”tır. Helikopterle aramalar yapılır. Çocuklar bulunur. Amelia’nın kaçak çalıştığını öğrenen polis onu sınır dışı eder.
Burada da yine birbirini anlamayan dinlemeyen insanlar, toplumlar vardır. ABD/Meksika sınırı tam bir Babil’dir.
İnarritu bu filmi hakkında ne yapmak istediği sorusuna bir röportajda şu cevabı veriyor:
“Ben bir yandan dünyanın şimdi sahip olduğumuz iletişim araçları sayesinde küçüldüğü yönündeki gelişme ile diğer yandan buna rağmen insanların kendi aralarında en temel konularda bile iletişim kuramamaları, anlaşamamaları arasındaki çelişmeyi irdelemeye çalıştım. Ben bize ne olduğunu göstermeye çalıştım. Biz “diğerleri”ni hep soyut olarak görüyoruz. Öyle ki, “diğeri” “başkası” olmak, tehlikeli olmak, bizi anlama yeteneğine sahip olmamak anlamına geliyor. Bu sadece ülkeler arasında olan bir şey değil, babalar, oğullar, eşler… arasında da aynı şey yaşanıyor. Biz başkalarını dinleme, anlama durumunda değiliz.”
Film çok iyi düşünülmüş, çok iyi kurgulanmış, İnarritu’nun yapmak istediğini çok iyi bir biçimde sinema diline çeviren, usta işi bir film.
Brad Pitt, Cate Blanchet gibi “ünlü”ler de, ekip içinde kendilerini öne çıkarmayan çok iyi bir oyun sergiliyorlar.
İnarittu iletişim araçlarının iletişimi olağanüstü bir hıza ulaştırdığı günümüzde insanlar arasındaki gerçek iletişimsizliği, bu ikisi arasındaki uyumsuzluğu gösterdiği Babil’de, üç ayrı mekân ve öykü üzerinden dünü, bugünü ve geleceği de gösteriyor bence.
Dünün –bugünün ilişkileri ile iç içe geçtiği– ilişkileri Meksika’daki düğün ve Fas’ta köylü ailesinin ilişkileri üzerinden gösteriliyor. Bugün karşısında hâlâ direnen ve fakat geleceği olmayan ilişkiler, hâlâ paranın her şeyi belirlemediği, “insanca” ilişkiler bunlar. İnarittu bu ilişkileri hiç idealize etmeden, ilişkilerdeki doğrudan şiddeti vb. göstermekten çekinmeden sempatisinin bunlardan yana olduğunu kullandığı sinema diliyle gösteriyor. Açık, berrak renkler, henüz “terbiye edilmemiş” tam kalıba sokulmamış bir doğa (Fas), bütün görece yoksulluğuna rağmen ağız dolusu, yapmacıksız gülebilen, eğlenebilen insanlar (Meksika).
Bugünü, ABD’de görüyoruz. ABD’deki çekimlerde üç mekân var. Başta kısaca gördüğümüz orta sınıf Amerikan ailesi evi. Sınır kapısı/polis merkezi. Ve çöl. Bunlardan biraz insanca olanı başta çok kısaca gördüğümüz ev içi. Sınır kapısı da, çöl de insanlar için korkutucu, davet etmeyen, tersine adeta kovan, kovalayan, kalmaya değil, kaçmaya çağıran, insana düşman mekânlar. Tavırlar da öyle! Kullanılan renkler de öyle. ABD’deki çölün rengi ile Fas’taki çölün rengi de değişik. Biri iten, korkutan bir ışık, diğeri davet eden, çeken bir ışık. Ama kötünün daha kötüsü de var. Gelecek: Tokyo/Japonya. Korkutucu bir kalabalık. Ürkütücü yükseklikte binalar. Her şey yapay. Doğal hiçbir nesne, hiçbir ilişki kalmamış. Tokyo çekimlerindeki aydınlık mekânların aydınlığı da yapay, soğuk, ürkütücü bir aydınlık.
Umut var mı?
Herhalde umut geçmişe ait, bugüne direnen ilişkilerde değil. Onların geleceği sonuçta Tokyo Babilidir.
Umut kuşkusuz var: Yeni ilişkilerde, sömürüye dayanmayan, her şeyin parayla ölçülmediği yeni bir toplumun, yeni insanlarının yaratacağı ilişkilerde. Böyle bir toplum için bugün yapılması gereken, kendimizi “diğer”inin yerine koymayı öğrenmek, dinlemeyi, anlamayı öğrenmektir.
Babil gibi filmler belki bu yönde düşündürebilir insanları. Kuşkusuz Babil’i kaderci bir film olarak okumak da mümkün. Yasujiro Fas’ta av gezisine çıkmasa, orda silahını mihmandarına armağan etmese, o bu silahı satmasa, Anvar silahı satın almasa, Ahmet silahı tam da o an oradan geçmekte olan otobüsü hedefleyerek ateşlemese, silahın menzili gerçekten de 3 kilometrelik olmasa vb. vb… Babil filminde anlatılan öyküler de olmayabilirdi. Kaderci insanlar için bütün bunlar kaderdir. Değişmez. Önceden yazılmıştır.
İnarritu filmini böyle okumadığını, dolayısıyla böyle okunmasını istemediğini kendi söylüyor. Fakat böyle okuyanlar için de Babil’in anlattığı çok şey vardır.
Babil bence 2006’nın en iyi iki filminden biri ve birincisi. •
Anuş Pazarcıyan