Medyada ve Toplumda Siyahın Ne Olduğunu Kim Belirliyor?
Ya Da Kölelik Kalktıktan Sonra Değişen Ne?
En son söylenmesi gerekeni belki en baştan söyleyeyim: Spike Lee’nin Berlinale’de yarışma bölümünde gösterilen son filmi “Bamboozled” son yıllarda gördüğüm –eğer en iyisi değilse– en iyi filmlerden biri.
Radikal medya eleştirisi ve ırkçılık teşhiri ile film, içinde yaşanılan anın en önemli sorunlarını işleyen içeriğiyle, insanları kendi küçük dertleriyle avutma/uyutma işlevine sahip filmlerden kendini ayırıyor. O uyartıcı, uyandırıcı, insanları düşünmeye, tartışmaya iten bir film. Filmin son yazısı ile unutulup giden, gidecek olan, en iyi halde “hoş vakit geçirdik” dendikten sonra gündeme geçilecek filmlerden değil “Bamboozled”.
Filmin tekniği de, Spike Lee’nin sürekli arayan, yenilikçi bir sinemacı olduğunu gösteriyor.
Film digital olarak çekilip, sinema filmine aktaran tekniğiyle, resimlerinin tv’den tanıdığımız kaba rasterli yapısıyla, ben “gerçek değilim, gerçeğin çok kaba resmedilmiş bir haliyim” diye bağıran tavrıyla, net yabancılaştırılma efektleriyle, aslında giderek iyice tek boyutlu hale gelen gerçekliği, derinliksiz resimlerle aktarmasıyla ona en çok yaklaşan estetiğiyle, Berlinale’de gösterilen filmler içinde en cesuru, en yenilikçisi, en araştırıcısı idi.
Buna rağmen Spike Lee’nin filmi Berlin’den ödülsüz döndü.
Aslında Intimacy’ye en büyük ödülün verildiği bir festivalden Bamboozled’e ödül çıkması tuhaf olurdu. Ve böyle bir seçim ancak kimi denge kaygıları ile açıklanabilirdi. Çünkü Intimacy ve Bamboozled iki ayrı uçta sinema anlayışının ürünleri. Biri sinemayı en iyi halde beyaz, zengin ve orta halli insanların, dünyanın çok küçük bir azınlığının, büyük çoğunluğun dert olarak görme lüksüne sahip olmadığı kimi “dert”lerinin hoş resimlerle estetize edilerek anlatıldığı, insanları kendi kendileriyle uğraşmaya çağıran bir araç olarak, bir eğlence veya entelektüel tatmin aracı olarak gören bir anlayışının pratik yansıması. Diğeri sinemayı büyük çoğunluğun sorunu olan sorunları sorgulamanın, insanları düşünmeye, tartışmaya, uyandırmaya hizmet eden bir araç olarak gören anlayışın pratik yansıması.
Biri bireyci, diğeri toplumcu iki ayrı anlayış.
Biri biçimde de tutucu, alışılmış, bilinen, kabul görmüş, beğenilen anlatı kalıpları dışına çıkmayan; diğeri beğenilmeme pahasına yeniyi arayan, “tehlike”den korkmayan, “Henüz her şey söylenmedi, en iyi biçimi de aramamız lazım!” diyen bir tavır.
Almanca’da başka dile çevrilmesi çok güç olan bir kavram var: Zeitgeist. Türkçeye sözcük olarak “zamanın ruhu” diye çevrilebilir. Moda, egemen olan anlayışlar, beğeniler, düşünceler… hepsi… Zeitgeist kavramının içinde ifade ediliyor. Onun içeriğini kültür/sanat üreticileri dolduruyor, belirliyor. Bugünkü Zeitgeist Spike Lee’den, Bamboozled’den vb. hoşlanmıyor. Olsun. Zaman yerinde durmuyor. Bugünkü zamanlar, ve onların “ruhu” da, başka zamanlar ve onların “ruhu” ile yer değiştirecektir. O zaman Spike Lee’nin Bamboozled’i de bir zamanların kötü dünyasının, dünyayı iyileştirmek isteyenlere yardımcı olan bir filmlerinden biri olarak gerçek değerini bulacaktır.
APTAL KUTUSU…
Bamboozled… aldatılmış, kandırılmış demek. Filmin bir başka adı da “Show Time” (Şov Zamanı). Şov deyince akla bugün ilk gelen kuşkusuz yığınların, kitleler halinde uyutulması, aldatılmasının en temel aracı haline gelmiş olan televizyon geliyor. Televizyonlarda yarışma “şovları”; eğlence “şovları”, magazin “şovları”, konuşma “şovları”, komedi “şovları”, haber “şovları”… birbirini kovalıyor. Her şey şov. Hava raporu bile.
İnsanlar, beyaz cama yansıyan şeyle, hayatı birbirine karıştırma noktasına vardırılıyor. Beyaz cama çıkmak, insanlar için yaşamanın bir işareti olarak görülmeye başlanıyor. Bir yanda beyaz cama çıkmak için can atan milyonlarca güya “aktif”, gerçekten televizyon patronlarının bir kuklası olmaktan başka işlevi olmayan teşhirci; öbür yanda teşhir edileni gerçek hayatmış gibi kavrayan yüzmilyonlarca, milyarlarca dikizci.
Bu yüzmilyonlarca dikizciyi televizyon başına bağlamak, kendi televizyon kanalını izlettirmek için “reyting” için her şey mübah. Bunun için çalışan onbinlerce uzman var!
Bunlar milyarlarca dikizciyi kendi televizyon programlarına bağlamak için, fikir üretme ve televizyon programı üretme işini yapıyorlar.
DELACROIX VE DİĞERLERİ…
Bamboozled’in baş kişilerinden biri, ABD’de beyazların elinde olan televizyon kanallarından birinde –egemenliğin araçları egemenlerin elindedir– senarist olarak çalışan Pierre Delacroix isimli bir siyahtır. (Damon Wayans). Yardımcısı kadın da bir siyahtır. Her ikisi de beyazların dünyasında başarı kazanmış, bu dünyaya entegre olmuş, düzenin istediği örnek siyahlar olarak görünmektedir. Pierre Delacroix adına uygun Fransız aksanlı abartılı konuşmasıyla, kendisinin kültürsüz Amerikalı beyazlardan daha kültürlü olduğunu vurgulamaktadır. Beyazların dünyasında yükselebilmek için siyahlar, beyazlardan daha beyaz olmalıdır. (Daha sonra eğer aynı zamanda kadınsanız, beyazdan beyaz olmanın ötesinde, cinselliğinizi kullandırmak zorunda olduğunuz geçerken söyleniyor.)
Filmin beyazlar dünyasındaki bu başarılı siyahları fakat çelişmesiz, tek boyutlu, durumlarını sorgulamayan, durumlarından bütünüyle hoşnut insanlar değil.
Bunu Delacroix’nın somutunda, onun evindeki –sürekli kapalı olan, ve bütün film boyunca yalnızca bir kez bir video filmine bakmak için açılan TV’nin üzerindeki “Aptal Kutusu” yazısından ve yapımcı olarak çalıştığı TV’den sürekli aptal kutusu olarak söz etmesinde görüyoruz. Delacroix yaptığı işin aptal üretmek olduğunun bilincindedir. Filmde en azından bir sahnede –yardımcısı kadınla yaptığı bir konuşmada– yaptığı işten hoşnut olmadığının, aslında kendini işten attıracak bir iş yapmak istediğinin işaretleri vardır.
Filmin sonunda kendi yarattığı canavar şovunun kurbanı olur. Yardımcısı tarafından vurulur.
Yardımcısı kadının ise, Mau Mau isimli bir siyah rap grubunun üyesi olan, kendisini Afrikalı olma üzerinden tanımlayan ve sömürgeci beyaz adamın siyahlara yüklediği tüm benlik özelliklerinden sıyrılmaya çalışan, bunun için şiddet kullanma dahil her aracı kullanmaktan yana olan bir erkek kardeşi vardır. Bu erkek kardeşi ile tartışmaları ona onun gerçek konumu ve durumunu sürekli hatırlatmakta, onu rahatsız etmektedir. Durumundan bir yandan hoşnuttur, çünkü bayağı rahat bir orta sınıf hayatı yaşamaktadır, fakat diğer yandan bunun ne pahasına olduğunun bilincinde olarak rahatsızdır.
Filmin sonunda, bir çok kişinin mutsuzluğundan ve ölümünden sorumlu tuttuğu Delacroix’yı ağlayarak vurur.
Filmde bu kişiler yanında karakter özellikleri biraz işlenerek öne çıkan diğerleri şunlardır:
Manray (Savion Glover) ve Womack, hayatlarını başlangıçta birincisinin sokakta step dansı yapması, ikincisinin birinciyi pazarlaması sayesinde kazandıkları parayla zar zor geçinen, işgal edilmiş boş evlerde geceleyen, normal iki siyah arkadaştır. Manray dansta, diğeri pazarlamada olağanüstü yeteneklidir. Bunlar yeni bir şov arayışı içinde olan Delacroix’ın dikkatini çekerler. Ve şov için angaje edilirler. Şov başarılı olur. Manray ünlenir, ünü sever, “beyazlaşmaya”, başarısı arttıkça, beyazdan daha beyaz olmaya başlar. Bir noktada bu gelişmeyi gören Womack, şovdan ve Manray’dan ayrılır. Manray’ın kaderi ise, Mau Mau grubu tarafından, beyazların sömürgeleştirme siyasetine alet olduğu için kaçırılmak ve internet aracılığıyla yapılan canlı yayında kurşuna dizilmek olur.
Kurşuna dizen grup, aslında çaresizliğin ifadesi olan bu eylemin hemen ertesinde, daha “zafer”lerinin tadına bile varamadan, cinayet mahallinden çıkarken polis tarafından çevrilir, grup üyeleri, dehşet içinde “Ben siyahım, beni de vurun!” diye barbar bağıran tek beyaz üye dışında, kurşun yağmuruna tutulup infaz edilir.
Filmin önemli bir kişisi program yapımcısı ve Delacroix’nın şefi olan; “siyahları”, “fucking nigger”lerin kendisinden daha iyi tanıdığı iddiasında olan beyaz Dunwitty’dir (Michel Rapaport). Dunwity, tam bir tv patronudur. Onun bir tek dürtüsü vardır: Reyting ve kâr. Bunun için her şey mübahtır. Eğer reyting getirecekse, “PC”(*) iyidir. Eğer reytinge zarar verecekse, o zaman “Fuck the PC”. O zaman pc olmayan ve fakat reyting alacak bir şova karşı gelişebilecek olan “direniş”in nasıl kırılabileceği planları, şovun hazırlığına dahil edilir.
Şovun gider hesapları içine rüşvetle satın alma masrafları, tehdit masrafları, halkla ilişkiler konusunda yükselecek masraflar da dahil edilir. Mesele çözülür.
Filmin sonunda şovdan yara bere almadan, tersine kârla çıkan tek önemli kişi Dunwitty’dir.
Filmde bir dizi yan karakter içinde öne çıkan bir kişi de Delacroix’nın babasıdır. Delacroix’ın babası bir gece kulübünde entertainer olarak çalışmakta, beyaz orta tabakayı ve beyazlaşmış siyah orta tabakayı, özellikle ve öncelikle siyahlar ve genelde azınlıklar üzerine yaptığı ve ırkçılığı-cinsiyetçiliği vb. uç noktasına kadar geliştiren “şaka” ve fıkralarla, eğlendirmekte, güldürmektedir. Oğluna verdiği öğüt “seyirciyi güldür” öğüdüdür. Fakat o seyirciyi güldürürken yaptığı işin ne olduğunun farkındadır; mutsuzdur, mutsuzluğunu alkolle boğmaya çalışmaktadır.
VE ALDATMA…
Filmin anahtar sahnelerinden biri, beyaz televizyon yapımcısının reytinglerin düşüşünden yakındığı, ve tüm çalışanlardan, yeni bir şov istediği sahnedir. Şovun bir temel özelliği olmalıdır: Reyting… Nasıl olursa olsun reyting. Reyting “aptal kutusu”na mümkün olduğunca çok aptalın bağlanması; onlara program arası ve içinde reklamın dayatılması demektir. Ne kadar reyting= o kadar başarı = o kadar reklam geliri= o kadar zenginlik demektir.
Çalışanlardan Delacroix, belki de kendini attırmak amacıyla –bunun böyle olup olmadığı açıklanmıyor, yorum seyirciye bırakılıyor. Filmde en nankör role sahip olan Dunwitty de dahil, hiç bir karakter tek boyutlu, çelişmesiz, düz değil. Dunwitty’nin bile anlaşılır, haklı bulunur, sempatiyle karşılanır tavırları var. Nihayet o da içinde yaşadığı toplumun insanı! Ve Rapaport Dunwitty’yi mükemmel oynuyor. Aksayan tek oyuncu yok filmde zaten –akla gelebilecek, en aptalca, politik açıdan en uygunsuz, en kötü bir şov fikri geliştiriyor:
MINSTREL ŞOVLARI 21. YÜZYILA TAŞIMAK!
Minstrel şov, 18. yüzyılın ilk yarısında, bugünkü ABD’de henüz siyahların adı resmi olarak niggerken (zenci); ve Afroamerikan siyahlar üzerinde henüz açık kölelik sürerken ortaya çıkan bir şov. Henüz siyahlarla beyazlar birlikte sahneye çıkmadıkları için, beyazlar siyahları oynuyor. Bunun için beyaz oyuncular, beyaz entertainerler suratlarını, nasıl yapıldığı filmde anlatılan siyah boyayla, yüzlerini siyaha boyuyor; karadan da kara yapıyorlar. Dudaklar, kırmızı boyayla vurgulanıyor. Gözler sürekli döndürülerek beyazı mümkün olduğunca vurgulanıyor. Siyahların o günkü toplumdaki yeri, ya tarla köleliği –genelde erkekler için–; ya da ev köleliğidir –genelde kadınlar için–; bunlar için beyazlar “Massa” dır. Konuştukları “yes sör” “massa”dır. Aptal, kaba, insanla hayvan arası yaratıklardır. Minstrel şovlarda, beyazların oynadığı siyahlar, beyazların kafasındaki önyargıların karikatürize edilerek yansıtıldığı suni figürlerdir. Beyazlar, kendi kafalarındaki siyah resmini sahneye çıkarıp, kendi önyargılarına katılasıya gülmektedir. Bu beyaz efendilerin belirlediği siyah resmi yalnızca minstrel şovlarda değil, hayatın her alanında egemendir. Siyahların kültür/sanat alanında göründüğü her durumda siyah resmi, beyazlar tarafından belirlenmiş olan, kalın kırmızı dudaklı, aptal, vahşi köle/uşak resmidir, bilinen “zenci” (nigger) dir.
Filmde, 21. yüzyıla taşınan minstrel şovun ilk gösterimi ertesi, Delacroix’ın kadın yardımcısı ona porselen bir oyuncak hediye eder. Oyuncak bir “zenci” biblosudur… Beyazların kafasındaki resme uygun bir zenci. Kalın kırmızı dudaklı, uşak ceketi giymiş, bir elini dilenci gibi uzatmış bir zenci. Ama marifetli bir biblodur bu. Açık eline madeni para koyup, başına vurduğunuzda, ağzı açılmakta, el parayı ağza atmakta, gözler oynamakta, para “mideye inerken” gözlerin beyaz akı ortaya çıkmaktadır. Film boyunca, 19. yüzyıl sonunun bu “zenci” biblolarından yüzlercesini toplar Delacroix; filmin sonunda ev adeta bir zenci oyuncak müzesi haline gelmiştir. Bu biblolar, aslında beyaz ırkçılığın en açık simgeleri; beyazların belirlediği siyah resimleridir.
İşte böyle bir siyah resmini çizecek bir şov programı fikrini götürüyor Delacroix program yapımcısı Dunwitty’e.
Açık ırkçılığın pc olmadığı, kölelik resmen kaldırılalı yüzyılı aşkın zamanın geçtiği; siyahların oldukça güçlü örgütlerinin olduğu bir ortamda; siyahları yine karpuz çiftliğinde tarla kölesi ve ev kölesi aptal, vahşi “zenci”ler olarak gösteren; beyazların “zenci fıkraları”nda vb. yaşayan en kaba ırkçı önyargılarını yüksek sesle dile getiren; beyazların yine köle sahibi rolünde olduğu bir şov programı!!! 19. yüzyılın minstrel şovlarından iki farkı var bu şovun: Önce, bu şovdaki “zenci”ler, artık yüzlerini siyaha boyayan beyazlar değil. Kölelikten resmen kurtulmuş, ve fakat resimleri hâlâ beyazlar tarafından belirlenen siyahlar 21. yüzyılın minstrel şovunda “zencileri” oynuyor. Beyazların siyah resmine daha iyi uyabilmek için siyah yüzlerini mantar kömürü kremiyle daha da siyaha, dudaklarını kırmızıya boyayarak. İkincisi, 21. yüzyılın minstrel şovu artık 19. yüzyılda olduğu gibi, tiyatroya vb. giden küçük bir azınlığa değil, “aptal kutuları”nın karşısına geçen milyonlarca kişiye ulaşıyor!
Dunwitty bu fikri dahice bir fikir olarak adlandırıyor. Kendisinin “siyahları siyahlardan iyi tanıdığı”, bu şovun çok tutacağı tespitini yapıyor. Ve şov konusunda o da fikir üretimine geçiyor. Bu andan itibaren artık şov Delacroix’ın uçuk-kaçık fikri olmaktan çıkıp, Dunwitty’nin altın yumurtlayacak tavuğu haline dönüşüyor.
Şovun baş oyuncuları olarak sokaktan step dansçısı Manray ve onun “menecer” arkadaşı Womack angaje ediliyorlar. Böylece hiç tanınmamış siyah sanatçılara imkan sağlayan, siyahlara yardımcı olan bir konuma da giriyor tv kanalı. Bunun gelebilecek “ırkçılığı körüklüyorsunuz” eleştirilerine karşı koruyucu bir rolü olacaktır. Aynı şekilde tüm oyuncuların, ve şovun kameramanından ışıkçısına tüm çalışanlarının siyah olması da gelebilecek itirazlara karşı planlama aşamasında tartışılıyor!
Sonuçta şov, Dunwitty dışında kimsenin beklemediği büyük bir başarı sağlıyor.
Beyaz çoğunluk, bir yandan “zenciler” konusunda önyargılarını nihayet pc sansürü olmaksızın seyredip, yüksek sesle bu önyargıları tekrarlayıp bunlar üzerine kahkahalarla gülerken; diğer yandan artık böyle bir ırkçılık olmadığı, bu şovun yapılabilmesinin bile ırkçılığın bittiğinin işareti olduğunu söyleyip kendi kendini övebiliyor.
Siyah azınlığın bir bölümünün getirdiği eleştiriler, yaptığı protesto gösterileri “hepimiz zenciyiz” gürültüleri arasında kaynayıp gidiyor.
Şov o kadar başarılı oluyor ki; böyle şovlarda kaçınılmaz olan ek satışlar gündeme geliyor. Şovda kullanılan maske malzemesi –mantar kömürü kremi– en çok satan malzemelerden biri haline geliyor. Şov seyircileri bir süre sonra yüzlerini karaya boyuyor. Şov tişörtleri, bardak, çanakları vb. vb. kaplıyor ortalığı. “Zenci”lik moda oluyor. Filmin anahtar sahnelerinden birinde, şovcu her biri yüzünü siyaha boyamış, şovun tişörtünü giymiş seyirciler arasına inip, her birine siz nesiniz sorusunu soruyor. Aldığı her cevapta ben “zenci”yim sözleri var. Fakat herkes “zenci” olmak istediğinden, bu “şık” olduğundan, bu kez en zenci kimin olduğu sorusu çıkıyor ortaya. Ve ABD’nin her kökenden insanları kendilerinin en zenci olduklarını ve bunun neden böyle olduğunu, kah kah, kih kih ve alkışlar –ki her sitcomda olduğu gibi alkışın ne zaman devreye gireceği seyirciye ışıkla belirtiliyor– arasında anlatıyorlar!!!
Şov ortak onun ilk fikir babası olan Delacroix’ın kontrolünden çıkıyor. Delacroix’ın –belki de beyazların ırkçılığını –onu en uç noktasında karikatürize etme yoluyla– teşhir etmek için düşündüğü şov, sonuçta bir yandan en kaba ırkçı önyargıları yeniden üretirken, yani beyaz ırkçılığı güçlendirirken; diğer yandan “hepimiz zenciyiz” parolası altında zaten ırkçılık olmadığı-kalmadığı görüşlerinin yaygınlaştırılmasının aracı oluyor. Ve tabii her şeyden önce de TV kanalının reytinginin artmasının, kârının artmasının, seyirci=reklam gelirinin artmasının aracı oluyor.
Filmde iki sahnede reklamın nasıl kullanıldığı da, kime, neye yaradığı da gösteriliyor. Bu da, şov tv’de gösterilirken araya konulan iki reklamla yapılıyor. Reklamın birinde, öncelikle siyahlara yönelik ve fakat yalnızca onlara değil, siyahların cinsel gücü konusundaki beyaz önyargılara sahip beyaz erkeklere yönelik mesajlar veriliyor. Reklamı yapılan ürün bira! Siyah bir erkek, onlarca siyah beyaz danseden kadının eşliğinde birasını içiyor. Geri planda “siyah erkeğin viagrası bom birası” sözleri yazılıp söyleniyor. İkincisi, siyahlığı şık bulan modacı orta sınıf gençliğine yönelik. Tommy Hilnigger firmasının jeansleri ve tişörtleri, sweetshirtleri, şortlarını giymiş genç erkek ve kadınlar dans edip, Hilnigger şarkısı söylüyorlar! Beyazlar “nigger” ismiyle de kazanıyorlar!
113 dakikalık filmin son 5 dakikasına dek komedi havasında giden film (fakat burada da gülerken, gülmeniz çoğu zaman boğazınıza takılıyor –tabii düşünüyorsanız–, son 5 dakikada filmin hemen tüm siyah baş oyuncularının (yaptıkları işin farkına vardığında şovu terkeden Womack dışında) ya kendilerinin siyahlara karşı (yardımcısı Delacroix’yı vuruyor; Mau Mau rap grubu elemanları Manray’ı kaçırıp kurşuna diziyor) ya da beyaz düzenin siyahlara karşı şiddetiyle (Manray’ı öldüren siyahların tümü polis tarafından kurşuna diziliyor) ezilmesi sonucu bir drama dönüşüyor.
Film, kameranın daha önceki yüzyıllardan kalma –ve bir bölümü Delacroix tarafından öfkeyle kırılan– “zenci” oyuncakların üzerinde dolaşmasıyla, ve 20. yüzyılda beyazların medyasında, özellikle de filmde siyahların nasıl gösterildiğini sergileyen film bölümleriyle kapanıyor!
Siyahlar için alternatifler:
Beyazların egemen olduğu dünyada eğer bir şeyler olmak istiyorsanız, o zaman beyazlardan daha beyaz olmalısınız. Fakat o zaman bile şansınız yoktur. Çünkü deriniz onlardan olmadığınızı göstermektedir! (Delacroix / yardımcısı) Sistem sizi ezer. Hatta bunu bazen siyahlar için iyi bir iş yaptığını sanan siyahlar eliyle yapar. (Manray)
Ya da siyah olarak sokakta sürünmeyi (Womack); ya da küçük radikal gruplarda örgütlenip –en başta siyah hainlere karşı mücadele edip kurşuna dizilmeyi tercih edebilirsiniz!!!
Böyle bir “karamsar tablo” beyazları kızdırıyor; ve Spike Lee’ye onun bir “siyah ırkçı” olduğu, humorsuz olduğu, ajitasyon filmi yaptığı vb. suçlamalarını getiriyor:
Filmin Berlinale’de yapılan ilk gösterimi ertesinde yapılan basın toplantısında, Spike Lee’ye yöneltilen sorulardan biri şuydu:
“ABD de TV’de siyah enterteynerler üzerine filminiz neden bu kadar humorsuz?”
Spike Lee’nin bu soruya verdiği cevap da şöyleydi:
“Son dört dakika için humorsuz denebilir. Fakat siz filmin diğer bölümünü seyretmediniz mi?”
Bu basın toplantısı aslında başlı başına bir alem. Orda kimi soru ve cevaplar şöyleydi:
Soru: “Son yüzyıl içinde Afroamerikanların durumu hiç düzelmedi mi?
SL: “Kimin adına konuştuğunuzu söyler misiniz bana?”
“Bush’un bakanlar kurulunda bir dizi siyah var. Buna ne diyorsunuz?”
SL : “Window dressing!” –(bunu “vitrin düzenleme” diye çevirebilirz / BN)
Soru: 19. yüzyıl minstrel şovları ile bugünün sitcomları arasında bir fark görmüyor musunuz?”
SL: Bugs Buny’nin bile, yüzünün siyaha boyanmış olduğu bir film var. Fakat Warner Brothers (Bugs Bunny filmlerinin yapımcısı firma) kullanmak istediğimiz bu materyali bize vermedi. Siz hangi rüya ülkesinde yaşıyorsunuz bayım? Bu yılın Kasım ayında Florida’da seçimlere katılma hakkı olmayan siyahlar vardı!”
SONUÇ…
Spike Lee bu filme bize somut olarak ABD toplumundaki beyaz ırkçılığın –fakat aynı zamanda genelde ırkçılığın–, bunun yanında medyanın radikal bir eleştirisini sunuyor.
Medya konusunda, bugün medyanın onun sahipleri için bir kâr aracı olmasının yanında, geniş yığınları aptallaştırmanın aracı olduğunu gösteriyor.
Irkçılık konusunda: Irkçılığın hedefi olanların anda ırkçıların sistemi içinde sistemin bir parçası olarak kurtulamayacağını; fakat küçük anti ırkçı militan grupların terörist eylemleriyle de çözüme ulaşılamayacağını gösteriyor.
O var olanı gösteriyor. Herhangi bir çözüm sunmuyor.
Gösterdiği figürlerin hepsine sevgiyle, anlayışla yaklaşıyor. Hepsini çelişmeleri ile birlikte, çok yönlü figürler olarak gösteriyor.
Spike Lee görüşümce son yılların en iyi filmlerinden birini sunuyor bize. Bunun ötesi seyirciye kalmış. Bu filmi görüp üzerine konuşmak-tartışmak bütün sinemaseverler için bir “MUTLAK” olmalı.
Anuş Pazarcıyan, 23 Şubat 2001
(*) PC = poltical correctness…
ABD’de çokça kullanılan bir kavram bu; medyada, medyanın “eğitici” görevi nedeniyle, toplumda egemen olan kimi ön yargıların açıkça ifade edilmesine karşı çıkılıyor; bunların ifade edilmesi siyasi olarak uygun bulunmuyor.
Örneğin: ırkçı önyargıların –siyahlar kötü kokar, çingeneler hırsızdır vb.; erkek şovenisti önyargıların “kadınların saçı uzun aklı kısadır”; antisemit önyargıların: Yahudiler cimri ve zengindir; vb. vb. medyada kullanılması büyük tepkilerle karşılanıyor. Bu tavra pc deniyor. Esasında yapılan bir nevi “düşünce polisliği”.
Fakat toplumda bunların yaygınlığı göz önüne alındığında, ve bunların hep yeniden üretilip sunulmasının, önyargıları daha da yerleştirdiği göz önüne alındığında, bu düşünce polisliği, kamuda belli önyargıların dile getirilmesinin kınanması, bu noktada toplumsal bir baskı oluşturulması bir çare olarak görünüyor.)