Bir yıl sonra, New York
Savaş retoriği, çıkar politikası, psikolojik kuşatma
Yıldönümü ve yıldönümü nedeniyle koparılan ve ülkeyi yeni bir insülin şokuna sokması beklenen telaşlı medya gürültüsü karşısında iki tavır mümkün: Ya bir Çin bilgesi gibi inzivaya çekilebilirsiniz, ya da sıfır noktasına uzaktan veya yakından bir göz atabilirsiniz.
Orda görülecek bir şey yok aslında. Yıkıntılar kaldırılmış, molozlar temizlenmiş. Öyle ki alana verilen isime -sıfır noktası; bu kavram bir atom bombası saldırısında, patlamanın merkezine verilen isim – uygun bir boşluk, ikiz kulelerin boşluğu nerdeyse elle tutulur hale gelmiş. Yine de bu tam boşluk sahnesi insanı rahatlatıyor: Bir yıldan beri değişik çılgınlıklar etrafında dolanıp duran dünya için mümkün olan en iyi plastik, çılgınlığın ortasında bir sessizlik adası, suskun, sakin bir merkez.
11 Eylül’den bu yana Amerikalıların ulusal tutkusu, şimdi “biz”im ne kadar başka olduğumuzu dosta düşmana anlatmak. Öyle ki gazetelerde, dergilerde çıkan yazılarda, bunlar hangi konuda olursa olsun – diyelim ki evlilik ilişkileri, video oyunları, yaz tatili, çıkan yeni bir roman- en azından bir paragrafta, üzerinde konuşulan konunun durumunun ve geleceğinin o korkunç günle birlikte nasıl ve geri dönmez bir biçimde değiştiği anlatılıyor.
“Biz” kavramı aslında her zaman, birbirleriyle belli tüketim maddelerine ve fast food’a duydukları ilgi -ki bu ilgi dünyada başka ülkelerde yaşayan ve “biz” içinde sayılmayan yüz milyonlarla da paylaşılan bir ortak ilgi- dışında fazla ortak noktaları bulunmayan insanların yaşadığı bir ülke için işe yaramaz bir genelleme idi. Aslında “Amerikan” kavramı, eğer BD hükümetlerinin siyasetini anlatma dışında bir amaçla kullanıldığında, hemen her durumda anlamsızdır: Kuraldışılar nerdeyse kural kadar çoktur. Ve biz eğer bu birinci çoğul şahısta konuşmayı kabul etsek bile, Amerikalıların tavırlarının 11 Eylül’den bu yana çok değiştiği savını kabul etmemiz yine de zordur. Herkes için anlaşılır olan bir örnek alalım: Bu yaz ayları içinde her zamankinden çok sayıda insan, bir şeylerin nasıl havaya uçurulduğunu, evet hatta Spider Man (Örümcek Adam) filmi örneğinde olduğu gibi, New York’ta bir şeylerin nasıl havaya uçurulduğunu görmek için sinemaya gitti. Görmek istedikleri ve gördükleri filmler, yorumculara göre, 11 Eylülden sonra artık hiç çevrilemeyecek olan filmlerdi, çünkü gerçek hayalin ötesine geçmişti… filan. Fakat felakete ve Zeitgeist (Zamanın ruhu) uzmanlarının bu felaket hakkındaki dehşetengiz derin yorumlarına, geleceğe yönelik öngörülerine rağmen hayat ve Spider Man devam etmeyi becerdiler.
Fakat buna rağmen değişen bir şey de oldu. Basitçe ifade edersem: “Biz” hâlâ aynıyız, fakat şimdi artık sinirlerimiz harap olmuş durumda. Geçen yıldan beri Amerikalıların durumu belli dinsel kültlerde sürekli olarak uyanık ve istim üstünde tutulan müritlerin durumuna benziyor. Ya da belki şu benzetme daha uygun: Durum(umuz), 60’lı yıllardaki casus filmlerinde düşman tarafından ele geçirilen ve küçük bir odada sağır edici bir müzik eşliğinde, duvarlarda oynayan hızlı resimlere bakmak zorunda bırakılarak işkenceye uğratılan ajanın durumuna benziyor.
Kriz Menajerliği
Amerikalıların sinirlerini mahvetmek konusunda iki güçlü odak ittifak yapmış durumda. Bunlardan biri Beyaz Saray timi. (Bu bağlamda çoğunlukla yapıldığı gibi bir hükümetin hükümet başkanının adıyla kişiselleştirilmesi yanlıştır. Çünkü örneğin George W. Bush’un kendi hükümetinin politikası ile ilişkisi, Britney Spears’in Coca Cola tekelinin yaptığı işlerle ilişkisi gibidir.) Bütün despotik rejimler gibi -bu kavramı sorumsuz bir şekilde değil, üzerinde iyice düşünülmüş biçimde kullanıyorum- bu hükümet de halkın desteğini alabilmenin en iyi yolunun, topluma yönelen iç ve dış tehditleri abartmak olduğunu kavramıştır.
İttifakın diğer ortağı iyice çılgınlaşan ve histeriye kapılmış 24 saat haber medyasıdır. Bunlar seyircilerini derin dondurucuda dondurulmuş gibi tv seyretmeye kilitlemek için sürekli yeni sansasyonlara ihtiyaç duymaktadır. Bu müttefikler endişe ve korkuyu sürekli arttıran bir çeşit tekno-histeri yaratmışlardır. Öyle ki yaratılan her yeni panik, hiç kesintisiz bir öncekine eklemlenmekte, daha öncekini aşmakta ve daha öncekine ait olan anıları silmektedir.
Haftalardır, her iki-üç haftada bir, FBI veya Hıristiyan-fundamentalist Adalet Bakanı John Ashcroft, yeni bir terörist saldırının dolaysız olarak gündemde olduğunu, kesinlikle önümüzdeki günler veya hafta sonunda gerçekleşeceğini ilan edip, sinirlerimizi bozuyor. Hiçbir Amerikalı kendini emniyette hissetmesin diye terörist saldırının hedefleri de bütün ülkeye yayılıyor: Golden Gate köprüsü, Sears Kulesi, Lincoln Kitaplığı, Disney World, Filadelfiya’daki Özgürlük Anıtı, ve hatta -Tanrı korusun- Universal Film Stüdyoları. Herhalde Korku Elçileri filmini birçok kez görmüş olması gereken Ashcroft düzenli aralıklarla, ‘belki yanıbaşınızda bulunan’ Al Qaida’nın uyuyan hücrelerinin üyesi olan ve her an uyandırılabilir olan teröristler konusunda uyarılar yapıp duruyor. Hemen her gün hava alanları tahliye ediliyor, alışveriş merkezleri boşaltılıyor, trafik kontrol adına saatlerce durduruluyor.
11 Eylül’ün ertesindeki ilk haftalarda medya her gün, her saat, her dakika biyolojik silahlarla – en başta da şarbon virüsü ile – yapılacak bir terörist saldırı olasılığı, böyle bir saldırının olası sonuçları ile sinirlerimizi bozdu. Aslında önceden görülmesi mümkün olduğu gibi şarbonun altından Amerika’da çok sayıda olan ve heyecan arayan bir sapık çıktı. Bu Amerika için aslında olağan bir tip olan kişi, meğer ki, sağa sola posta yoluyla şarbon virüsü göndererek, bilinen ve ilan edilen saldırı hedefleri yakınında oturmayan vatandaşların kendilerini emniyet içinde hissetmesi ‘haksızlığı’nı düzeltme yönünde adımlar atmış. Yine önceden görülmesi mümkün olan bir biçimde gerek Beyaz Saray timi, gerekse tek sesli medya – aslında ilk günden itibaren bu mektupların, Timothy McVeigh, ya da Una bombacısı gibi bize ait tipler tarafından gönderilmiş olduğu, böyle tiplerin eseri olduğu gün gibi ortada iken – bu işi Arap teröristlere mal ettiler! Aslında enternasyonal bir terörist biyolojik bir saldırıda bulunmaya kalksa, herhalde şarbonlu mektuplarını, taşradaki alışveriş merkezlerinde ünlü olan küçük bir dedikodu gazetesinin redaksiyonuna gönderecek yerde, şarbonunu örneğin Washington metrosunda yayar! (Biz şimdi Beyaz Saray timinin Irak bağlantısı bulma konusunda acayip bir saplantı içinde olduğu için, FBI’a Amerika içi iz peşine düşmeyi yasakladığını biliyoruz.) Bugün herhangi bir resmi daireye gönderdiğiniz mektubun yerine varması aylar sürüyor. Çünkü resmi dairelere gönderilen tüm posta önce Amerikan yemekleri gibi mikrodalga fırında işlem görmek zorunda.
Sinirlerimizi bozdular. Çünkü (tam sayısı bilinmeyen) binlerce insanı gizlice ve mahkeme kararı olmaksızın tutukladılar. Birçoğunu sınır dışı ettiler. Bunların suçları Ortadoğu kökenli olmaları, deri renklerinin koyu olması, kamusal alanda bir yabancı dilde konuşmak -Sihler ve İsrailli Yahudiler de dahil bu gruba- vs. idi. Bu olanlar yalnızca Müslüman Amerikalılar için değil, aynı zamanda Orta Avrupa kökenli legal ve illgeal milyonlarca göçmen için de korkunçtu. Benim konuştuğum – birçoğu yoksul, Müslümanlar hakkında gayet kaba bilgilere sahip olan ve fakat göçmen yasaları ve bu konudaki uygulama hakkında nerdeyse ansiklopedik denecek bilgiye sahip- Latin Amerikalılarda egemen olan görüş “Önce onlar, sonra sırada biz varız” şeklinde idi.
Sinirlerimizi gizli tutuklamalarla; hükümete yönelen her eleştiriyi “vatan hainliği”yle damgalayan Ashcroft’un açıklamalarıyla; hükümete eleştiri yönelten üniversite profesörlerinin isimlerini internette teşhir ederek; başkanın pizza taşıyıcıları, elektrik sayacı okuyucuları, postacı vb. gibi evlere girip çıkan vatandaşlardan oluşan milyonluk bir “hükümet ajanları ağı” kurma önerisiyle ve savunma bakanı azrail Donald Rumsfeld’in (ki bizzat Henry Kissinger’in Rumsfeld hakkında “hayatımda rastladığım en korkutucu insan” değerlendirmesini yaptığı bilinir) “aramızda olan ve düşmana bilgi sızdıran hainler” konusundaki uyarılarıyla bozdular. Bu uyarılar aslında ister dostlar arasında olsun, ister kamuya açık olsun her fikir açıklanmasına yönelik, fikrini açıklayanları korkutmaya, susturmaya yönelik uyarılardı. Nihayetinde teorik olarak Amerikan demokrasisisinin temeli konuşma -fikrini açıkça savunma- özgürlüğüdür. Bunun şimdiye kadarki pratik anlamı, herkesin -kimse zaten dinlemediği için- istediğini söyleyebilmesi idi. Fakat şimdi söylenenlerin Ashcroft gibiler tarafından dinlenmesi ve söyleyenlerin, eleştirenlerin toplum dışı ilan edilmesi, kişilerin fikirlerini savunması nedeniyle hissedilir baskılara uğratılması ihtimali çıktı ortaya.
Gerçek savaşlarla ve savaş tehditleriyle bozdular sinirlerimizi. 10 Eylül tarihinde Bush’un hiç de sevilmeyen bir başkan olduğu unutuldu. Clinton yıllarının ekonomik yükselmesi bitmişti. Bush’un bir aptal olduğu genel kabul gören bir savdı. Bush TV komedyenlerinin fıkralarının konusuydu. TV komedilerinde Bush Dr Mabuse/Dr No/ Dr Evil olarak adlandırılan başkan yardımcısı Dick Cheney’in kontrolündeki bir robot olarak gösteriliyordu. Bush seçilmemiş, başkanlığı yargı kararıyla gerçekleştirilen bir nevi darbeyle ele geçirmiş olan bir başkandı. Bush’un ulusu kendi arkasında toparlamak için tek şansı savaştı. Babası da başkanlığı döneminde ABD’nin içine düştüğtü derin ekonomik kriz sırasında savaş çıkararak, ona yolu göstermişti. Ve şu kesindir: 11 Eylül olmasa idi, ABD yılın devamında Irak’a saldıracaktı. Beyaz Saray timi daha Bush’un başkanlığının ilk gününden itibaren Irak’a saldırı konusunda konuşmaya başlamıştı. Tabii ki fakat idarenin diğer bölümlerinin saldırıya hazırlanması ve çölde havaların biraz serinlemesi beklenmek zorundaydı.
11 Eylül onlara alternatif bir imkân sundu. Saldırı – Avrupa’da olduğu gibi- failleri eylem sırasında ölen ve fakat suça ortak olanları hâlâ izlenip yakalanması gereken – korkunç ve devasa bir cürüm olarak görülecek yerde, o anında “bir savaş ilanı” olarak, yeni bir Pearl Harbor olarak değerlendirildi. (New York’taki saldırı kuşkusuz ikinci bir Pearl Harbor değildir. Birçok kez “Savaş, siyasetin ya da ticaretin başka araçlarla sürdürülmesidir” denmiştir. Yani savaşla savaşın diğer tarafına kendi politikası, kendi egemenliği, kendi üretimi dayatılmaya çalışılır. Bütün devrimci gençlik haraketlerine benzer bir biçimde, Al Qaida da siyasi gerçekliklerden çok, düşünce ve duygularla ilgilenmektedir. DTM kulelerine saldırı da tuhaf bir çeşit örgüt reklamıydı.) Kendisine karşı savaş yürütülecek, elle tutulur somut bir düşman bulamayan Beyaz Saray timi, kamuoyu bilincinde el çabukluğuyla Al Qaida ile Taliban rejimini eşitledi ve terörizme karşı savaşa start verdi. Mafianın eroin ticaretini engelleme adına Sicilya’yı bombalamaya benzer bir savaştı bu. Her gün yeni sansasyonel zaferler ilan edildi bu savaşta. Ve 11 Eylül’de ölenlerden çok daha fazla suçsuz insan katledildi. Osama bin Ladin veya al Qaida’nın herhangi bir önemli yöneticisi konusunda ise, Bush’un – John Wayne’den alıntılayıp – ilan ettiği “onları deliğinden çıkarıp, yok edeceğiz” hedefe varılmadı.
Fakat olsun: Medya Afganistan’da Kaliforniyalı şaşkın bir gencin yakalanması zaferini kutladı. Hemen sıçan adı yakıştırılan bu Amerikan Taliban için idam cezası talepleri yükseltildi. Ailesi ise pahalı avukatlar tutarak -Amerika’da yargı böyle işler- gencin hayatını kurtardı.
Fakat olsun: Kısa bir süre sonra Ashcroft Moskova’dan satelit yoluyla yapılan canlı yayınla, yürüyen tv programlarını keserek, Arap isimli ve karanlık bakışlı bir adamın yakalandığını duyurdu. Bu adamın adı verilmeyen birtakım Amerikan şehirlerinde pis bir atom bombası suikastı hazırlıkları içinde yer aldığını ilan etti. Bunun üzerine günlerce medyada böyle pis bombaların yapımının ne kadar basit olduğu konusunda ahkâm kesildi. Böyle bir bombanın muhtemel kurban sayıları üzerine tartışmalar yürütüldü. Korunma tedbirleri konusunda aydınlatıcı yayınlar yapıldı. Sonunda bu “kirli bomba üreticisi”nin şikago’daki Puerto Rico’lu bir sokak çetesinin bir üyesi olduğu ve hapishanede Müslümanlığa geçtiği ve suçunun da internette arama makinasında “radyoaktif bomba” kavramını tıklaması olduğu çıktı ortaya.
Fakat olsun: Afganistan’dan panik yaratmaya yarayacak haber çıkmadığı için, Beyaz Saray timi, ufku genişletip, yeni savaş hedefleri aramaya koyuldu. Endonezyaş Filipinlerş Suriyeş Planlar yapıldı. Çocuklar gibi sevindiler bu planlara planları yapanlar. Sonra birbiri ardına unutuldular.
Sonra tim, Clinton zamanında Güney Kore ile Kuzey Kore arasında başlatılmış olan görüşmeleri desteklemeyi çoktan reddettikten sonra, birdenbire, bir hiçlikte ve bir hiç temelinde Kuzey Kore’ye atom bombası saldırısı tehdidi yöneltildi. Burda ilk kez bir ABD hükümeti atom bombasını ilk kullanan olma tehdidini savuruyordu. Ardından Bush’un kötü ünlü “şer ekseni” konuşması geldi. Belki unutmuşsunuzdur: şer ekseni, çok sıkı işbirliği içinde olan İran, Irak ve Kuzey Kore devletlerinden oluşuyordu. Bush hangi sebeplerden bilinmez Wandal’ları, Hunları, Vizigotları vb. şer ekseni içine almayı akıl etmemişti! Fakat konuşma öyle etkileyici ve korkutucu idi ki, çocuklarım bana ciddi ciddi “Costa Rica’ya taşınsak nasıl olur” sorusunu yönelttiler. Ve şimdi tim Irak’a karşı Nintendo çağı çocuklarının eğlencesi olan taktik tabla oyunlarına benzer bir sanal savaş yürütüyor. Her gün yeni saldırı stratejileri ilan ediliyor, harita üzerinde, Saddam’ın nasıl savunma yapacağı, bunun nasıl aşılacağı vb. oynanıyor.
Fakat uyur gezer teröristlerden, gizli polislerden, nükleer saldırılardan, ölümcül mektuplardan da daha çok, son yıllarda, para sinirlerimizin canına okudu. Clinton yıllarında orta tabaka ilk kez tasarruflarının önemli bir bölümünü – her şeyden önce de emeklilik tasarruflarını- hisse senetlerine yatırdı. Bu arada yatırılmış olanların yarısı -birçok halde yarısından da fazlası- buharlaştı, kayıplara karıştı, yok oldu. Ve hisse senedi pazarında çöküş, milyonlarca insanın işini kaybetmesine veya çok daha az bir ücretle çalışmak zorunda kalmasına yol açtı. Bu “bireyin refah hakkı” yazan ve mutlu bir gelecek beklentisi temelleri üzerine kurulu bir toplum için felaketli, yıkıcı bir gelişme. Bu krize Beyaz Saray timinin bulduğu çözümün, yılda iki milyon dolardan fazla kazananlardan alınan vergileri indirmek olması karakteristiktir. Yalnızca bu vergiler geleceğe yönelik olarak indirilmekle de kalınmıyor, geriye dönük olarak da, son on iki yılda ‘fazla alınmış’ vergilerin geri ödenmesi öngörülüyor. (Demokratlar adını taşıyan bir muhalefet partisinin de var olduğunu göz önüne alarak, bu geri ödeme işini 50-100 yıl filan değil de bir düzine yılla sınırlama akıllılığını gösterdiler şükür ki!)
Medya ve İktidar
ABD’yi anlamak mümkün müdür Avrupalılar ABD’nin yalnızca Avrupa’nın daha kaba bir versiyonu olduğunu düşünüyor. Fakat ikisi arasındaki benzerlik, her ikisinde de oturanların çoğunun beyaz olmasıyla sınırlı. ABD bir Muz Cumhuriyetidir gerçekte. Çok paralı bir Muz Cumhuriyeti. Belki Muz Cumhuriyetinin en mükemmel biçimidir o. Onda generaller, iktidarı ele geçirmek için çaba sarfetmek, ya da içte, askeri olmayan sıkıcı işlerle uğraşmak zorunda değildir. Çünkü hükümetin şefi kim olursa olsun, generaller her istediklerini -istedikleri kadar savaş oyuncağını- almaktadır. (Hatta birçok halde Kongre onlara istemedikleri kimi oyuncakları da vermektedir.) Bunun ötesinde bu generaller, Vietnam savaşından bu yana -muz cumhuriyeti generalleri gibi- bu oyuncaklarla insanları öldürmek için özel bir istek duymuyorlar; çünkü bu kendi “oğlanları”nın bir bölümünün de ölmesine yol açabilir. Bunlar savaş aracı fetişistleridirler. En yeni savaş araç-gereçleri hayatta en çok istedikleri şeydir. Savaş oyunlarında denerler bu araç-gereçleri. Onların istediği savaş, Grenada’da yürüttükleri tipte bir savaştır. Elli yıldır kazandıkları tek savaştır bu aynı zamanda. Bu generallerin savaş konusundaki isteksizlikleri, onları ulusun en büyük barış gücü haline getiriyor.
Eğer entelejans adı verilen servis (Haber alma teşkilatı ÇN) savunmaya dahil edilirse, Amerika’nın tüm vergi gelirinin üçte ikisi generallere gitmektedir. Böyle bir durumda tabii diğer şeylere fazla bir şey kalmamaktadır.Bu yüzden ABD altyapı ve sosyal hizmetler konularında sanayi devletleri arasındaki muz cumhuriyetidir. Çocukların %25’i yoksulluk içinde yaşamaktadır, eğitim sistemi sanayi ülkeleri içinde en kötü durumda olanıdır. Yakın taşımacılık yok gibidir. Devlet sağlık hizmetinde yoktur. Okuma yazma oranı sanayi ülkeleri içinde en düşük orandır. şehirlerde milyonlarca evsiz barksız insan yaşamaktadır. Çocuk ölüm oranı yüksektir.
Bütün muz cumhuriyetlerinde olduğu gibi, ABD de zenginlerin kontrolündedir. Bu Amerikan politikasında televizyonun gücünün artmasıyla daha da keskinleşen bir durumdur. Seçilebilmek için TV reklamı, TV reklamı için büyük meblağlar gerekmektedir. Bir yerel yönetimde fazla önemli olmayan bir mevki için bir milyon dolar gözden çıkarılmak zorundadır. Geçen başkanlık seçiminin maliyeti 1 milyar dolar olmuştur. Seçilmiş olanlar, zamanlarının büyük bölümünü, yeniden seçilebilmek için gerekli parayı bulmaya ayırmak zorundadır. Bu para tabii ki bu parayı verecek durumda olan kişi ve firmalardan gelmektedir. Ve tabii ki bu paraları verenler, verdikleri karşılığında bir şeyler isteyecektir, istemektedir. (Eğer Amerikan seçimlerinde TV’nin kullanılması, bir çok ülkede olduğu gibi sınırlandırılsa, Amerikan siyaseti bugünden yarına değişmek zorunda kalır. Fakat bu sistemin kendi isteğiyle, kendi dibine dinamit koyması anlamına geleceğinden, olmaz.)
Fakat her şeye rağmen, Bush çağından önce, yine de oylarını veren insanlar lehine de bir şeyler yapılması gerektiği kabul gören bir savdı. Bu gibi şeylerin yapılmasının temelinde bir yandan seçilenlerin yeniden seçilmek için oya ihtiyacı olduğu, diğer yandan seçilmemiş olan kamu hizmetlilerinin en azından bir bölümünün, kendisini gerçekten kamu hizmetlisi görmesi yatıyordu. Fakat muz cumhuriyetleri, muz gibi bazen olgun, bazen de çürümüş olabiliyor. Beyaz Sarayın bugünkü timi yepyeni bir şey. Bugünkü timin hemen bütün elemanları, baba Bush döneminde de timde yer alan kişiler. Bunlar Clinton dönemini petrol, enerji ve kimya tekellerinin üst katlarında yönetici olarak geçirdiler. Beyaz Sarayın kurmay heyeti başkanı daha önce Washington’da otomobil endüstrisinin çevre korumacılığına karşı savunulmasında öne çıkan en önemli lobicisiydi; timde savaş prensesi Zeyna rolünü oynayan Condoleeza Rice’ın ismi bir devasa petrol tankerinde dünya denizlerinde dolaşıyor; bunlar Bush junior’un timine girdikleri yıl öncesinde -2000 yılında- yıllık kazançları (Colin Powell de bunların içinde) 20 ile 40 milyon dolar arasında değişen kişilerdi. Birikmiş servetler konusunda en fakirinin serveti 100 milyon dolar üzerindedir. Bush’un gerçekte seçimi kazanmadığı bilindiğinde, olan Amerikan hükümetinin düşmanca ele geçirilmesi olarak değerlendirilmelidir.
Rüşvet ve Yurttaş Hakları
George W. Bush’un kafatasının içine bir göz atalım. Birçoklarının düşündüğü kadar salak olmayabilir, ama onun meraksız bir insan olduğu, kitap ve gazete okumadığı, tv seyretmediği, sinemaya gitmediği ve ne tarzda olursa olsun müzik dinlemediği bilinmektedir. (Tam bir Osama Bin Ladin yani. O da Bush gibi, çok zengin bir ailenin -ki bu aile, tesadüfe bakın ki, Bush ailesinin de yakın iş ortağı- haylaz çocuğu. Aradaki fark herhalde Osama Bin Ladin’in en azından bir kitabı çokça okumasıdır.) Başkan olmadan önce Bush ülke sınırları dışına bütün hayatı boyunca bir ya da iki kez çıkmış: Bir kez bir iş gezisi için Suudi Arabistan’a gitmiş, bir kez de plaj tatili için Meksika’ya. Başkan olduktan sonra yaptığı ilk Paris seyahatinde şöyle söylüyor: “Jaques Chirac bana burada yemeklerin harika olduğunu söyledi. Bunun böyle olup olmadığına bakacağım.” O bütün hayatını Suud sülalesininki kadar taşralı olan bir dünyada, bir avuç Teksaslı petrol ve enerji milyonerinin arasında geçirmiştir. (Bu çevrede anlaşılan Fransa’dan fazla söz edilmemektedir.) Ve bu çevre onu başkanın oğlu olduğu için, hoş bir herif olduğu için ve de kendilerinden biri olduğu için birçok kez iflastan, parasal felaketlerden korumuş, kurtarmıştır.
Pederşahi, köle sahibi efendi ailelerde âdet olduğu üzere aynı babası gibi o da kendisinin ve timinin ülke ve dünya için en iyisinin ne olduğunu bildiğine kesin inançlıdır. Başka fikirler onlara göre rahatsız edicidir, bunlara tahammülleri yoktur. İdare için enerji politikasının ilkeleri formüle edilmesi gerektiğinde, onlar enerji tekellerinden bilip tanıdıkları yöneticileri yanyana getirip, onların bu işi yapmasını istediler. Göstermelik bile olsa çevre koruma örgütlerinden, tüketici avukatlarından ya da işçilerden filan da birilerini bu işin içine katmak akıllarının ucundan bile geçmedi. Sonra formüle edilmiş ilkeleri açıklamayı da reddettiler. Geçenlerde ekonomik kriz hakkında bir konferans düzenlediklerinde de, çağrılı olanlar yalnızca Cumhuriyetçi Parti’nin büyük destekçileri ve taşranın cumhuriyetçi tüccarları oldu. Tim aynı zamanda bir gizli hükümete de sahip. Bu başkan yardımcısı Cheney-Mabuse’nin defalarca -tim sözcüsü Bush hep göz önünde olduğu halde- güya teröristlerden korunma amacıyla ortadan kaybolup, sonra yeniden ortaya çıkması olayında görüldü. Öyle ki bu kaybolmalar sırasında yer yer Cheney’in ölmüş olduğu spekülasyonları bile çıktı. Ta ki Cheney (ya da onun bir dublörü) hiçbir şey olmamış gibi yeniden televizyonda görünene dek. Onlar böyle düşündükleri ve yaşadıkları için, dünyanın geri kalan kesiminin -hatta kendi generallerinin bile- Irak’a karşı girişilecek bir askeri müdahaleye karşı olmaları hiç ama hiçbir şey farkettirmemektedir. Yapılması gerekenin ne olduğunu, yapılmak zorunda olanın yapılacağını bilmektedirler. İçlerinden bazıları -ki buna Bush da dahildir- hatta kendilerinin tanrı tarafından bu işler için seçilmiş olduklarına inanmaktadır. Tabii onları seçen tanrı, benzer bir görev için Bin Ladin’i seçmiş olandan değişik bir tanrıdır!
Bush’un kafatasının içine bakıldığında, orda herşeyden önce bir petrol birikintisi görülür. Bush -özellikle konuştuğunda- zor anlaşılır biridir. Fakat eğer Bush’un bütün dünyaya kesinlikle ve yalnızca petrol üretimi ve tüketimi bakış açısından yaklaştığı bilindiğinde onun anlaşılması kolaylaşır. Daha 11 Eylül’den çok önce o Afganistan’da Taliban rejiminin yıkılması gerekliliği üzerine düşünmüştür. Unocal’ın Kazakistan petrollerini Pakistan’a taşıyacak bir petrol boru hattını Afganistan’dan geçirebilmesi için Taliban rejiminin yıkılmasının gerekli olabileceği açıkça tartışılmıştır. (Afganistan’da şu anda bulunan ABD’nin özel temsilcisi -bu diplomaside elçiye tekabül ediyor- bu boru hattı projesi konusunda Unocal’ın baş danışmanlığı görevini yapmış olan kişidir.) Batı yarıkürede Bush timinin dikkatini çekmiş olan tek ülke Venezuela’dır. Orda Hugo Chavez devrilmeye çalışılmıştır. Çünkü orda petrol vardır. Filistin ve İsrail’e fazla ilgi duymamaktadırlar. Çünkü orada petrol yoktur. Libya bilindiği gibi şer ekseni içinde yer almıyor. Çünkü Kaddafi bu eksen ilan edilmeden önce petrol tekelleri ile gerekli anlaşmaları yaptı. Petrolü bile olmayan Avrupa önemsiz bir rahatsızlık faktörü. Rusya’nın petrolü var. Ve Bush Putin’in gözlerinin içine baktıktan sonra, Rus başkanının iyi insan olduğunu bildiğini söyledi. Totaliter ve terörizme destek veren Suudi Arabistan rejimi dostumuz, çünkü onun petrolü bizim için de akıyor; totaliter ve terörizmi destekleyen Irak düşmanımız, çünkü onun petrolü bizim için akmıyor, akamıyor!
Fakat George W.Bush’un özünün derinliğine bakıldığında bir şeye daha rastlanıyor; bu o kadar çağdışı ve eski komünist propaganda klişelerine uyan bir şey ki, insanın inanası gelmiyor. Fakat gerek onun Texas valiliği döneminin, gerekse şimdiki başkanlık döneminde yaptıklarının tanıklıkları, bu inanılmazlığın gerçek olduğunu gösteriyor. Bush’un eline okuması için verilen metinlerdeki boş laflar bir kenara bırakılırsa, onun kendinin ABD başkanı olarak tek rolünün dostlarına maksimum desteği sağlamak olduğuna inandığını gösteriyor.
Valilik döneminde o kapsamlı kamusal paraları ve işletmeleri eline geçirdi, kamusal kontrol komisyonlarını dağıttı ve ele geçirdiği paraları ve işleri büyük patron dostlarının hizmetine sundu. Houston bugünden yarına ABD’nin en kirli şehri haline geldi, çünkü o çevre koruması bağlamında tüm zorlayıcı tedbirleri kaldırıp, “gönüllü koruma”yı uygulamaya koydu. Çevre katliamı üst boyutlara vardı. Başkan olduktan sonra onun timi -gündelik yaşamda düzenleyici yasaların uygulanmasında öne çıkan- orta bürokraside tam bir temizliğe girişti, bu alan kendi adamları ile doldurulmakla kalınmadı, aynı zamanda big business’in (büyük iş adamları/büyük sermaye ÇN) istekleri doğrultusunda bir dizi yeni kararname çıkarılarak, onların önündeki tüm engeller kaldırıldı. Bu da değil yalnızca, big business içinde de öncelikle Bush kliğinden olanların yönetimindeki petrol-enerji, maden çıkarma, kereste ve kimya tekellerine özel armağanlar sunuldu. Her gün gazetelerin arka sayfalarında bu konularda inanılması güç olan yeni öyküler yayınlanıyor. Ben size yalnızca ikisini örnekliyorum: Daha önce bir ilaç tekelinin yönetim kurulunda yer alan Rumsfeld’in dayatmasıyla, çocuk ilaçlarının piyasaya çıkmadan önce testten geçirilmesi zorunluluğu kaldırıldı. Bunun için neden boş yere para harcansındış Bu haberin yayınlandığının üzerinden bir gün geçtikten sonra, bu kez Haliburton Corporation adlı holdingin muhasebesinde Enron’dakine benzer boyutlarda “uyumsuzluklar”ın görüldüğü haberi çıktı. ABD başkan yardımcısı olmadan önce bu holdingin yönetim kurulu başkanlığını yapmakta idi! Haberin yayınlandığı gün, Beyaz Saray normal basın toplantısında Guantanamo Bay’daki hapishanenin 100 milyon dolar hacmindeki büyütülme projesi (herhalde daha çok sayıda Afganistan köylüsünü mahkeme kararı olmaksızın tutmak için olsa gerekir) ihalesini Haliburton firmasının kazandığı açıklanıyordu. Beyaz Sarayda bugün yaşanan açık rüşvetin benzerlerini bulabilmek için herhalde 19. yüzyıla filan geri dönmek gerekir.
11 Eylül ertesinde, ABD dışında birçok aydın ve birçok başka insan, ABD’de ortaya çıkan insan kayıpları konusunda üzüntülerini şöyle bir belirttikten sonra, açıkça kamuoyu önünde veya içlerinden bir ‘oh olsun’ çektiler. Nihayet imparatorluk onlarca yıllık Amerikan saldırılarının ve hegemonyacılığının faturasını ödemek durumunda kalmış, nihayet kendi evinde vurularak acının ne olduğunu hissetmiş, aşağılanmıştı. şimdi bir yıl sonra bu günün gerçek sonuçlarını hatırlamakta yarar vardır:
Saldırı sabahın erken saatlerinde gerçekleşmiş olduğundan, saldırı sırasında ölen 3000 üzerinde insan kabaca üç kategoriden oluşmaktadır:
Birincisi kapıcı, temizlikçi, gezici işçi, hamal olarak ikiz kulelerde, veya komşu binalarda çalışan çoğunluğu Siyah, Latino veya kısa süre önce ABD’ye gelmiş göçmenlerden oluşan kentin yoksulları. İkincisi: şefleri gelmeden önce büroda olup hazırlıkları yapmak zorunda olan sekreter, büro işçisi vb. hizmetliler. Üçüncüsü: İtfaiyeciler, polisler, kurtarma işinde çalışan insanlar. O gün saldırı sonucu ölenler içinde kapitalizmin devleri, gerçekten güç sahibi insanlar yok denecek kadar azdır.
Downtown’daki alışveriş merkezinin yıkılması ve ardından gelen turizm endüstrisindeki çöküş, çoğu zaten yoksul olan 100 000 insanın daha işsizler ordusuna katılması sonucunu vermiştir.
Gizli tutuklamalar ve sınır dışı etmeler sonucu birkaç bin Müslüman ailenin -ki bunların hiçbirinin uçak kaçırma ve sonrasındaki eylemle en küçük bir ilişkisi yoktur- kurulu hayatları yerle bir olmuş, yüzbinlerce aile ise korku içinde yaşamak durumunda kalmıştır.
ABD’ye göç de fakto durmuş, bunun sonucunda ABD’deki birçok göçmen aile açısından büyük zorluklar ortaya çıkmış, üçüncü dünya ülkelerinde ABD’deki akrabalarının gönderdiği paraya muhtaç olan milyonlarca insan da çok zor durumda kalmıştır. Birçok özel durum arasında, sınır geçerek ABD’deki yüksekokullarda öğrenim gören 100 bin Meksikalı ve Kanadalı öğrencinin durumu da vardır. Bunlar öğrenimlerini kesmek zorunda kalmıştır. Özellikle Meksikalı öğrenciler açısından sonuç tam bir felakettir. Onlar açısından bu öğrenimin kesilmesi, iş bulma imkânlarının olağanüstü kısıtlanması demektir.
Afganistan’da binlerce suçsuz öldürülmüştür, onbinlerce insan göç yollarına düşmek zorunda bırakılmıştır. Irak’ta ve dünyanın diğer bölgelerindeki ölü sayısının ne olacağını göreceğiz.
George W. Bush 10 Eylülde alay konusu bir salaktı. 11 Eylül ile o güçlü ve popüler bir lider haline geldi. O ve timi Beyaz Sarayın son dönemlerde gördüğü en korkutucu yönetici kliktir – Nixon ve Reagan döneminden de korkutucudurlar. Ve onlar şimdi istedikleri herşeyi yapacak konumdadırlar. DTM kulelerine karşı yapılan saldırı gerçekte imparatorluğa darbe vurmadı. Tersine o Amerikan tarihinin en terbiyesiz, en yüzsüz ve en saldırgan hükümetlerinden birinin yerini sağlamlaştırmasına yardımcı oldu. Öyle bir hükümet ki, daha şimdiden Amerikan demokrasisinin ifade özgürlüğü, açık seçim, kurallı, düzenli yargılama, kilise ile devletin ayrılması gibi temellerine duyduğu antipatiyi ve rahatsızlığı açıkça ispatlayan işler yapıyor. Ve bu hükümetin eylemleri bütün dünya açısından hesaplanması güç olan küçük-büyük sonuçlara -örneğin ortalama ısının artması, küresel ısınma, örneğin üçüncü dünya ülkelerinde nüfus artışının engellenmesi programları vb.- yol açacaktır.
Beyaz Saray timi açısından kaçırılan uçaklar tanrının bir lûtfu idi.
Bundan birkaç gün önce 11 Eylül ölüleri arasında sayılan bir adamın bir psikiyatri kliniğinde yaşadığı çıktı ortaya. Adam belleğini yitirmişti, 11 Eylül öncesinde, ve 11 Eylülde ne olduğundan, kendisinin kim olduğundan vb. haberi yoktu. Aynı gün George W. Bush, kendisiyle yapılan bir röportajda, sorulan, kendisi için başkanlığın “en üzücü yanı”nın ne olduğu sorusuna “şimdi ne yazık ki günde yalnızca üç mil jogging yapabilecek kadar zamanım var” cevabını veriyordu.
ELIOT WEINBERGER
(Lettre International, Almanca baskı,
sayı 58, sonbahar 2002, sayfa 8-10’dan
çevrilmiştir. Çeviren: Gürdal Çelik)