Bir Yılmaz Güney filmi daha çekildikten on altı yıl sonra Türkiye’de gösterime girdi. Güney Duvar filmini “Soba, pencere camı ve iki ekmek istiyoruz” adlı romanından esinlenerek çekmiştir.
Yılmaz Güney Ulucanlar (ölücanlar) Cezaevindeyken çocuk koğuşunda isyan çıkar. Kıştır, soğuktur ve yiyecek azdır. Çocuklar koğuşunun camı kırıktır ve çocuklar dayanamaz isyan başlatırlar. Talepleri bir soba, bir pencere camı ve de fazladan iki ekmektir. Bu haklı taleplerine karşılık çocukların isyanı şiddetle bastırılır ve tanınmayacak hale getirilirler. Çocuk koğuşunun isyanı tüm cezaevine yayılır. Devrimci tutsaklar da katılırlar isyana.
‹syanın başladığı gün Fatoş Güney Yılmaz Güney’i ziyarete gitmiştir. Ancak cezaevinin önünde isyana karşı önlemler alınmıştır; jandarmalar kimsenin içeriye girmesine izin vermemektedirler. Fatoş Güney endişe içinde orada beklerken yanına gelen birisi ona Yılmaz’dan yazılı bir mesaj iletir. Güney mesajın basına iletilmesini istemiştir. Mesajda çocuklar koğuşunun haklı talepleri yerine getirilmediği için isyanın başladığı yazılıdır. Tüm devrimciler, demokratlar, yurtseverler işçiler ve emekçiler; herkes çocukların isyanına duyarlı olmaya çağrılmakta; gerek çocuklara, gerek siyasilere uygulanan bu baskıyla kendilerini isyana teşvik ederek çeşitli amaçlar güdüldüğü anlatılmaktadır. ‹mza ise şöyledir: “Tüm devrimciler adına Yılmaz Güney.”
‹syan birkaç gazetede ufak bir haber olarak yer alır. Fakat Güney yaşananlardan çok etkilenmiştir. Duvar filmindeki hapishane Ulucanlar’a çok benzemektedir. Yılmaz Güney mükemmel gözlem yeteneği devrimci duruşu ve sanatçı duyarlılığıyla bir baş yapıt oluşturmuştur. Filmde yer almasını düşündüğü bir çok gerçek olayı ise bu kadarına kimse inanamaz diye çekmemiştir. Yılmaz Güney çektiği filmlerde kendi yaşadıklarını ve hislerini sıklıkla aktarır. Duvar’da cezaevinde dışarıyla, sosyal yaşamla bağları kopmuş insanların duygularını çok iyi aktarıyor. Dışarıdakiler için sıradan gibi görünen kuşların gökyüzünde belirivermesi geceleyin koğuşun penceresinde görünen bir ay manzarası ya da tesadüfen cezaevinin duvarlarını aşan bir topla çocukların dayak yiyeceğini bilerek oynamaya başlaması gibi bir çok çarpıcı sahne cezaevi gerçeğini anlatıyor.
Yılmaz Güney Duvar filmini Fransa’da çekmiştir. Duvar çekilirken filmin çekiliş belgeseli hazırlanır. Bu belgesel dünyadaki bir çok sinemacılık okulunda ders olarak izletilmektedir. “Duvarın Etrafında” adlı belgesel filmin ‹stanbul AKM’deki galasında ve Ankara Sanat Tiyatrosu’nda gösterildi.
“Duvarın Etrafında”, abartıya kaçılmadan her şeyin kendi doğallığınca seyir ettiği sımsıcak bir belgesel ve bir o kadar da ustaca planlanmış. Yıllardır Yılmaz’a, onun gibilere hasret bizler için büyük bir duygusallık yüklü… Ne de olsa “büyüklüğümü halktan alıyorum” deyip mafyatik ilişkiler içinde rant sağlanılan bir ülkede sanatçı kelimesi mide bulandırıyor. ‹şte belgesel bugün kendini “sanatçı” olarak nitelendirenlere bu yönüyle de iyi bir cevaptır.
Yılmaz geçmişten bugüne sesleniyor. ‹zleyicisine cezaevi gerçeklerini çok çarpıcı bir şekilde aktarıyor. ‹nsanlara nasıl şiddet uygulandığını, içeride de dışarıdaki gibi çıkar ilişkilerinin olduğunu, parası olanın orada da rahat içinde yaşadığını, ezilenlerin her yerde olduğu gibi orada da, hatta daha da çok, ezildiğini görüyoruz. Bize gerçeklerle yüzleşmek F-Tipi’ne karşı çıkmak, cezaevlerinde devrimci tutsaklara karşı yapılan saldırılara karşı direncimizi ve sesimizi yükseltmemiz için güç veriyor film.
“Duvarın Etrafında” ile Yılmaz Güney’in film setindeki çalışma tarzı, oyuncularla ilişkisi anlatılıyor. Filmdeki birçok oyuncunun daha önce hiç sinema deneyimi olmamış. Özellikle çocuk mahkûmlar orada yaşayan işçi ve emekçi ailelerin çocukları. Bunların bazısı Kürt, bazısı Filistin, bazıları ise Türk asıllı. Belgeselde kimi zaman öfkeli, kimi zaman sevecen, bazen de özür dileyen ama her şeyden önemlisi amacına sevgi ve akılla ilerleyen her ne yapıyorsa eserlerinin daha iyi olması için uğraşan Yılmaz var karşımızda.
Belgeselin içinde unutulamayacak bir çok sahne var. Bazı sahnelerin çekimleri saatler sürüyor: Yılmaz filmdeki adı fiaban olan küçük oyuncuya gidiyor, “Hadi canım şimdi ağlaman gerek, hadi gayret!” diyor. Küçük kahramanımızdan çıt yok. Yüzünde sıkılgan bir ifade daha önceki sahnelerde de bir çok kere yaptığı gibi ağlamamakta ısrar ediyor. Tatlı dil olmuyor, kızmak işe yaramıyor, bekliyorlar bir türlü ağlamıyor. Ve en sonunda miniğin rol arkadaşlarından birisini sete alıyorlar. Bu sefer o deniyor ikna etmeyi. Yağmurun altında arkadaşı Yılmaz Güney gibi tam bir yönetmen kimliğine bürünüyor. Başlıyor ikna turları, bir süre sonra tatlı dil öfkeye dönüşüyor, sabrın yerini sabırsızlık alıyor, ardından bir tokat bir öpücük… Derken “Sen ağla, ben de ağlayacağım!” teklifi ve minik nihayet razı oluyor ağlamaya. Arkadaşı megafonu eline alıyor ve çekimler başlıyor.
Ya Güney’in gardiyanların dayak attığı sahne çekimlerinde çekimi kesip gerçekte nasıl dayak atıldığını gösterdiği sahne, eline copu alıp hınçla kendinden geçmişcesine saldırgan bir gardiyan canlandırması; Elia Kazan’ın film setini ziyareti, çocukların başlarının traş edilmesi, bütün çalışanların bir araya gelip marşlar söylemesi gibi bir çok değerli sahne… ‹şte belgesel tüm bunları dile getiriyor.
Duvar bir devrimcinin, bir sanatçının filmidir. Güney filminde sadece cezaevleri gerçeğini değil, müthiş bir ustalıkla dışarısını da aktarıyor. Filmin başlangıcında cezaevini kontrole gelen kişiye mahkûmlar açlık içinde yaşadıklarından, yoksulluktan bahsettiklerinde adam tam bir politikacı kesiliveriyor ve kemerleri sıkmak gerektiğini, kemerleri sıkmadan bir ülkenin gelişemeyeceğini söylüyor. ‹çeridekilerin ise dışarıdakilerden daha çok kemerleri sıkması gerektiğini anlatıyor. Bu bana günümüz politikalarını hatırlatıyor. IMF programını uygulamak için kemerleri sıkmamız gerekiyor. Avrupa Birliği’ne girebilmek için F-Tipi Cezaevleri oluşturmak gerekiyor. ‹şçilerin, emekçilerin çıkarlarıyla alakası olmayan bir sürü plan zorla baskı ile hayata geçirilmeye çalışılıyor. Sonra film içinde sık sık dinlediğimiz dış dünyayla bağlantı kuran radyo programları. Bize ülkenin nasıl gün geçtikçe yozlaştığını aktarıyor. Filmde ara ara jandarmaların iki yanında ağaçlar olan bir yolda koştuklarını ve o meşhur koşu türküsü olan “Yaylalar”ı söylediklerini izliyoruz. “Komşu kızın zapteyle yaylalar yaylalar…” Beyinleri sadece itaat etmeyi öğrenen saldır deyince saldıran, sus deyince susan filmde bir yığın görüntüsü veren bu sahnelerde 12 Eylül’ün izlerini buluyoruz.
Cezaevinde çocuklar dördüncü koğuşta kalmaktadırlar. Hemen her koğuşta olduğu gibi –siyasiler koğuşu hariç– orada da bir koğuş ağası vardır, her ne yapılacak ise onun izni gereklidir; sadece izin değil de para da vermek gerekmektedir. Yaşları yedi ile onyedi arasında değişen çocukların çoğu parasızdır. Bazılarıysa kimsesizdir. Çoğunu kimseler ziyarete dahi gelmez, ufacık çocuklar ağır hapishane koşullarında yapayalnızdırlar. Üstleri başları yırtık pırtıktır. Bitlenmiş kir içerisindedirler. Sadece koğuş ağasının zulmü değil, gardiyanlar da birer işkencecidirler. Ne yapsalar dayak vardır karşılığında. Bitlenseler dayak, konuşsalar dayak, sussalar dayak, gülseler dayak…
Dördüncü koğuşun camları yoktur. ‹çeride soba da yoktur, ekmek de azdır. Herkes birbirine karşı acımasızdır. Çocuklar havalandırma saatlerinde yetişkinlerden ekmek dilenirler. Buna karşılık aşağılanırlar, çoğu zaman dayak yerler, açlık içinde çaresizdirler. Günümüz sokak çocukları gibi ondan ona gidip dilencilik yaparlar. Bir iki tokat yemek onlar için bir kuru ekmek yiyebilmenin yanında nedir ki!
Filmde yalnızlık hissi en çok kimsesiz bir çocuk olan fiaban’da gösteriyor kendini. Aslında yetiştirme yurdunda büyüyen fiaban okuma yazma bilen tek arkadaşına, tanımadığı bir adama sürekli babasıymış gibi mektuplar yazdırır.
Siyasileri havalandırmaya diğer tutuklularla aynı zamanda çıkarmaktan bile çekinmektedirler. Ama onlar çıktığında kadınlar koğuşu, çocuklar koğuşu, erkekler koğuşu pür dikkat, büyük bir saygı ile onları izlerler. Devrimciler sanki hiç eziyet görmüyorlarmış gibi başlarlar spora
, marşları onlara eşlik eder. Kadınlar koğuşunda da bir siyasi tutuklu öğretmen vardır. Herkes ona saygıyla yaklaşır. Bu koğuşta müthiş bir dayanışma vardır. Ve kızıyla birlikte idamı bekleyen bir anne… Sevdiği de idamlıktır onun gibi. Onlar umudu beklerken, yarınları hayal ederken kapılarını en acımasız şekilde ölüm çalar:
“Burası dördüncü koğuştur benim abim.
Bak camları yoktur kırıktır.
Ne bacası tüter ne sobası.
Her neyse benim abim ver bir cigara zuladan yanalım,”
Böylesi bir şiirin bile komünist düşünce olarak adlandırıldığı faşist yönetimde, gardiyanlar elbette zalimdir. Düşmanının belirdiğini düşündüğü en küçük durumlarda dahi bir canavara dönüşürler, ezer geçerler. Aralarında gardiyanlığı sadece ekmek kapısı olarak görenler de vardır. Çocukların Ali Emmi dediği gardiyan gibi. Ama ne var ki onun çocuklara duyduğu sevgi onları kurtarmaya yetmez. Yine de onun ufacık bir sevgi gösterisinde çocuklar mutluluktan unuturlar yedikleri dayağın acısını. Yine de birikmektedir içlerindeki kin. Cafer gibi gardiyanları öldürüp dışarı çıktıklarında bir daha ezilmemek için, hiç aç kalmamak için çeteler kurma hayalleri vardır kafalarında.
Gardiyan Cafer’in vahşeti sadece ondan kaynaklanmamaktadır. Sistemin, faşizmin sesleridir, onun yaptıkları. Dinletilen milliyetçi marşlar, işkencehaneden gelen çığlıkların tüm cezaevine dinletilmesi, akla bugün F-Tipi’nde müzik yayını bile var diyenleri getiriyor. Ve bu müzik insanın tüylerini ürpertiyor!
Birer köle gibi çalıştırılan çocuklar havalandırmaya her çıkışlarında “Ey Türk gençliği cumhuriyeti kurtaracak olan da yaşatacak olan da sizlersiniz.” yazılı bir duvarın önünde hava alırlar.
Tüm dördüncü koğuş korkar Cafer’den, çünkü onun işkence yöntemi sadece dayak, falaka değildir. Tecavüzcü bir gardiyandır o aynı zamanda. Bu onun çocukları sindirmek için kullandığı en büyük gücüdür. Çoğu bunu yaşamıştır. Ama hem erkek olmaları, hem de korkuları izin vermiyordur bunu anlatmalarına. Bu hepsinin bildiği ama konuşmaktan çekindikleri bir konudur. Öyle ki Cafer koğuşa daldığında bütün çocukların gözleri sanki beni fark etmesin dercesine sımsıkı kapalıdır. Cafer’in gözleri fiaban’a takılıp kaldığında biz ne kadar hayır olamaz diyorsak onun gözleri evet demektedir. Onlar fiaban ile koğuştan çıktıklarında çocukların gözleri açılır, çaresizlik içinde.
Öyle korkmuştur ki fiaban, arkadaşları ona şahitlik etmeye hazır oldukları halde başına gelenleri doktor muayenehanesine gittiğinde anlatamaz. Arkasındaki gardiyana bakar, kapıda duran Cafer’i düşünür ve korkar. Bunun üzerine yine dayak yerler ve de saçları kazıtılır. fiaban artık yalnızdır bu korkaklığının bedelini çok ağır öder. Arkadaşlarından dayak yemeye razıdır, ama kimse konuşmaz onunla. Yalnızlık, korku, isyan ve çaresizlik içinde kaçar fiaban ya ölüm ya kurtuluş için. Ali Emmi’nin jandarmanın üzerine atlaması da işe yaramaz. fiaban ölür ve arkadaşı Ziya kaçar; fakat daha sonra yakalanır. Onun da sonu yediği dayaların sonucu fiaban gibi ölüm olur. Ve çocukların tek koruyucusu Ali Emmi işinden olur.
Çocuklar koğuşunun artık başka çaresi kalmamıştır. Ranzalar kapılara dayanır, koğuş isyana çağrılır. Cezaevi müdürü karar verirken tereddüt bile etmez. Jandarmalar koğuşu kurşunlarlar, içeriye gözyaşartıcı bombalar atarlar ve kapılar açılır. Çocukların yüzü dayaktan tanınmayacak haldedir. Ama onlar sevk için arabaya bindirildiklerinde kurtulduklarına inanmak isterler. Bu yaşadıklarından daha kötüsü nasıl olabilir ki! Fakat düzen aynı düzendir. O günden bugüne cezaevlerindeki durum değişmemiştir. Ulucanları kim bilir daha kaç katliam bekliyor?
Günümüzdeki cezaevlerinin durumuna bugün bile ışık tutan Duvar, özellikle son dönemdeki devletin F-Tipi Cezaevi uygulamasına geçme çabası ve bunlara karşılık başlatılan ölüm oruçları, Ulucanlar ve Burdur cezaevine yapılan saldırılar düşünülürse filmin konusu aynı zamanda bugünün gerçeklerini de anlatmaktadır. Bugün bir çok cezaevinde çocuk koğuşlarında açlık ve sefalet şiddet, taciz vardır. Bir çok cezaevinde devrimciler baskı ve şiddete maruzdurlar; hem sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen her yerinde durum böyledir. ‹nsanlar sağlıksız koşullarda, tedaviden yoksun, tecrit bir yaşam sürdürmektedirler. Güney Duvar ile bunu da aktarıyor. Filmde hamile bir kadının gerçek doğum sahnesi yer alıyor. Bugüne kadar başka hiçbir filmde göremeyeceğimiz bu sahne izlerken insanı çok etkiliyor. Bir tarafta doğum sancıları içinde bir anne, diğer taraftaysa gardiyan diye çaresizlik içinde avazı çıktığı kadar bağıran bir öğretmen. Ve orada olup bitenlerin gardiyanlar dahil kimseyi ilgilendirmediği bir dünya. Bugün de insanların sürdürülen ölüm oruçlarına karşı gözleri kör olmuş, kulakları sağır. Hücreye, F-Tipi yaşama beyinlerde anlam yüklenemiyor. Hatırlarsanız Almanya’daki RAF örgütünün üyeleri yakalandıklarında uzun süre hücrelerde tutuldu. Bizzat kendilerinin hücre yaşamının ne gibi etkileri olduğunu anlattıkları röportajlar var. ‹nsanlarda kişilik parçalanması, halisünasyon, yalnızlık hissi, düşüncelerini odaklayamama gibi birçok rahatsızlığa yol açan hücre tipi yaşam, devrimcilerin diri diri mezara gömülmesi anlamına geliyor. Bu nedenle ölüm oruçlarına başlayan siyasiler çok iyi biliyorlar ki hücre tipi bir yaşam önce aklın, sonra bedenin ölmesi demektir.
Hücrelere çeteler ve siyasi tutuklular yerleştirilecek deniliyor. Çeteleri de hücrelere koyacağız denerek kamuoyunda F-Tipleri meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa çeteler ister hücrede yaşasın ister koğuşta, parası olanın borusunu öttürdüğü bir sistemde onlar her türlü konfor ve ihtiyaçlarını giderecek güce sahip olacaklardır. Nuriş kardeşleri bir cezaevinden diğerine aktarırken belinde silah olmasında bir sakınca görmeyen bu devlet değil midir? Bugün içeride bulunan gerek adli, gerek siyasi, gerekse çocuk tutuklular bilinçli bir sindirme politikasına tabidirler. Devlet onları kişiliksizleştirmek, yalnızlaştırmak için tasarlamıştır F-Tipi cezaevlerini. Yaşamlarını dışarıda bile metreler arasına hapsetmiş insanlar, elbette karşı çıkmayacaklardır F-Tipi’ne; çünkü ayırdında değillerdir özgürlüğün. Duymazlar ölüm oruçlarındaki devrimcilerin seslerini. Gazetelere çıkıp her gün “hücreler modern, kullanılan malzeme lüks” diye verilen demeçler, rahat bir eve sahip olma hayalleri kuran insanları kandırmak ve daha ne istiyorlar “otel gibi hapishane” dedirtmek için söyleniyor. Oysa tek kişilik bir yaşamda malzemenin kaliteli olması ne demek ki? Malzeme değil sosyal yaşam önemli. Tek kişilik bir yaşamda “lüks hayat” neyi ifade ediyor? Devrimcilere uygulanan bu tecrit politikasına mutlaka bir son verilmelidir.
Duvarın etrafında…