Nihayet Yılmaz Güney Sinemasına Layık Bir Film… Güneşe Yolculuk
Eser Ve Reji: Yeşim UstaoğLu
Kamera: Jacek Petryckı
Kamera Yönetimi: Jacek Zaleskı
Reji Ve Kamera Asistanı: Ayşe Durmaz
Ses: Frederıc Helm, Chrıstıan Götz
Müzik: Vlatko Stefanovskı
Dekor: Natalı Yeres
Oyuncular: Newroz Baz, Nazmi Qirik, Mizgin Kapazan, Ara Güler
Prodüksiyon: Bahadır Atay, Ezel Akay, Behrooz Hashemıan, Phıl Van Der Lınden, Pıt Reıthmüller
Geçen sayımızda, Güneşe Yolculuk adlı filmin Berlin Film Festivali’nde “Barış Ödülü”nü aldığını duyurmuş, filmin festival broşüründe çıkan tanıtım yazısını aktarmış ve filmi görmeden, film gösterime girdiğinde “onu yalnız bırakmama” çağrısı yapmıştım.
Bu çağrıyı dergide basılmış olarak okuduğumda, önce irkildim. İlk defa görmediğim bir film hakkında “mutlaka görelim” çağrısı yapıyordum. Filmin tanıtım yazısında anlatılanlar gerçekten filmin ilginç olduğunu, önemli bir sorunu işlediğini gösteriyordu. Fakat hiç de önemli olmayan konuları çok iyi anlatan filmler olduğu gibi, çok iyi konuların içine okuyan filmlerin olduğu da olguydu. Diğer yandan festivallerde özellikle “barış” ödülleri vb. bir çok halde, siyasi kaygı ve yargılarla veriliyordu ve filmin kalitesi hakkında pek bir şey ifade etmezdi. Bir de özellikle yabancı festivallerde, “doğudan” gelen filmlerin egzotikliğinin de ödüllendirmede rol oynadığı bilindiğinde, Yeşim Ustaoğlu’nun filminin sıradan bir film olabileceği kaygıları uyandı bende.
Film nihayet gösterime girdiğinde, bir yandan bu kaygılarla, bir yandan büyük bir merakla gittim filme.
Filmden sevinçle, heyecanla, duygu yüküyle çıktım! Sevdim filmi! Nihayet, nihayet dedim, nihayet Yılmaz Güney sinemasına layık bir film! Nihayet Yılmaz Güney’in izini sürdürebilecek, onu belki de sinema alanında aşabilecek bir yönetmen…
Neden sevdim filmi?
Önce anlattığı konudan, insanlardan sevdim.
Yeşim Ustaoğlu, Güneşe Yolculuk’ta emekçi insanları anlatıyor. Anlattığı küçük bir azınlığın değil, “büyük insanlığın” öyküsü.
Filmin baş kişileri Mehmet, Berzan ve Arzu. Zar zor geçinen emekçiler. Türkiye’nin büyük çoğunluğunu oluşturan insanların bir öyküsünü anlatıyor film.
Ve anlatırken abartmadan, yapmacıklıktan uzak, doğal mı doğal anlatıyor. Mehmet, Berzan, Arzu bu ülkedeki emekçilerin konuştuğu dilden konuşuyor, onların hareket ettiği gibi hareket ediyor. Ben Mehmet’in Mehmet’i oynamadığını, Mehmet olduğunu düşündüm. Berzan’ı Berzan, Arzu’yu Arzu olarak gördüm. Film birçok yerinde sanki bir kurgu değil, bir dokümantermiş gibi görünüyor.
Filmi anlattığı öykü nedeniyle sevdim. Film kolaya kaçıp, Kürt-Türk sorunsalını atlayarak bir öykü anlatabilirdi. Yapmıyor. Zoru, özellikle bugünün Türkiye şartlarında zor olanı seçiyor. Bir tabu konuyu ele alıyor. Kendince sorguluyor.
Filmi, anlatılan öykü slogancılığa çok uygun olduğu halde; siyah-beyaz kabalığına düşmeye çok uygun olduğu halde; bu tuzağa düşmediği, çok boyutlu kalmayı başardığı için sevdim.
Filmi, anlattığı konunun evrenselliğini, özel içindeki geneli yakalamayı başardığı için sevdim.
Bu bağlamda örneğin, kimi evlerin kapısına çizilen bir “X” işareti var. Bu işaretle ilk kez Mehmet polise düşüp dışarı çıktıktan sonra onun kaldığı bekâr evinin kapısında tanışıyoruz. Sonra Mehmet’in güneşe-doğuya yolculuğunda, yakılmış yıkılmış köy evlerinin üzerinde görüyoruz bu işaretleri. Bu işaretler toplumdan dışlanmışlığın, mimlenmişliğin işaretleri…
Filmi, gerçeğin birebir resme dökülmüş olarak seyredenler; “Fakat bu Türkiye’de yok ki!” diyorlar. Gerçekten de bugün istenmeyenlerin evlerinin kapılarına “X” işareti veya başka bir işaret konması genel bir uygulama değil! Daha çok dağa taşa yazılan “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganları ve “Ya sev, ya terket!” pankartları vb. ile veriliyor mesajlar! Ve kapılarda olmayan “X” işaretleri gerçekte kafaların içinde taşınıyor. Bu yalnızca Türkiye’ye özgü birşey de değil! Faşizm, ırkçılık, şovenizm “kendinden olmayana” düşmanlık, evrensel bir olgu… Nazi Almanyasında Yahudiler David yıldızını taşımak zorundaydı. Çok değil, bundan kırk yıl önce, dünyanın en demokratik ülkesi olmakla övünen ABD’de siyahlar üniversitelere giremiyordu; çok değil on yıl önce Güney Afrika’da resmen ırkçılık iktidardaydı. Ve bugün İsrail işgali altındaki topraklarda Filistin gerillalarının ailelerine ait evler yerlebir ediliyor vb. vb.
Yeşim Ustaoğlu küçücük bir işaretle, bir sembolle sorunu yerel boyutlarından çıkarıp gerçek evrensel boyutlarına oturtmayı beceriyor bence.
Filmi, filmdeki tüm kadın tiplerinin güçlülüğü nedeniyle sevdim. Filmdeki kadınlar –güya bu zayıf cins– güçlü mü, güçlü! Türkiye sineması açısından bir yenilik bu.
Filmdeki baş kadın, Mehmet’in sevgilisi Arzu, aile baskısına, patroniçe baskısına, toplumun kadını horlayan genel yapısına rağmen, kendi ayakları üzerinde duran, doğru bildiğini yapan, yaptığının arkasında duran gerçekte bağımsız bir kadın. Toplumun ona aşıladığı mülk edinmeyle kendini kurtarma duygularını iş ciddiye binince aşabilen bir tipleme çiziyor Arzu.
Filmde tabutu çeşitli bahanelerle taşımayı reddeden minibüs şoförüne itiraz edilmez bir otoriteyle “müslümanlığını” hatırlatan erkek yolcular değil bir Kürt kadınıdır!
Arzu’nun en yakın iş arkadaşı dayanışmacı bir genç kadındır, vb.
Bu kadar aşk ilanından sonra bir de filmi benim nasıl gördüğümü anlatayım:
Ben filmi en genel düzeyde bir arkadaşlık, sevgi, Türkiye toplumu içinde bir yol/yolculuk filmi olarak gördüm.
Film “Güneşe Yolculuk”; Tireli, fakat Kürt görünüşlü Türk Mehmet’in, en yakın arkadaşı Kürt Berzan’ı “son yolculuğunda” güneşe/doğuya taşıdığı bir yol filmi! Bu yolculuk aynı zamanda, Mehmet’in kendini ve Türkiye gerçekliğini tanımasının, kavramasının filmi.
Esasında bu yolculuk –kendini ve toplumu tanıma– filmin başında başlıyor.
En başta Tireli Mehmet ırkçılıkla tanışıyor! Kahvede seyrettiği bir milli maç ertesinde, ellerinde Türk bayrakları, dillerinde “En büyük Türkiye!” sloganları ile sağa sola saldırarak “sevinç” gösterileri yapan bir güruh, klakson çalarak bu gösteriye katılma çağrısına uymayan “ibne”nin arabasına yükleniyor. Camlar çerçeveler kırılıyor. Bu arada “Kürt müsün ulan sen?!” sesleri giriyor devreye. Önce tereddüt eden Mehmet, bu kadar barbarlığa dayanamayıp dövülene yardıma gidiyor. O da “Kürtlükten” nasibini alıp sopayı yiyor. Bu arada kendinden daha güçlü bir genç onu kaçırıyor. Bu, daha sonra en iyi arkadaşı olacak Kürt Berzan’dır.
Tireli Mehmet sonra polis devletiyle, faşizmle tanışıyor! Bir normal aramada, kendisine ait olmayan bir çantada çıkan bir silah ona malediliyor. Kürt görünüşlü olduğu için, Tireli olduğunu söylediğinde polis gırgır geçiyor onunla. İşkenceyle tanışıyor. Berzan’ın, Mehmet’in sevgilisi Arzu yoluyla onun peşine düşmesi sonucu, arayanı olduğu için “kaybedilmiyor.” Fakat bu arada Türkiye’nin bir kayıplar ülkesi olduğunu da geçerken öğreniyor seyirci.
Ardından gerçek arkadaşlık ve sevgi ile tanışıyor Mehmet. İşsiz kalıyor, damgalanıyor, bir çok emekçi arkadaşıyla birlikte kaldığı evden çıkmak zorunda kalıyor. Dayanışmayı, arkadaşlığı Berzan’da buluyor. Ne Berzan Mehmet’in Tireliliğinden, ne de Mehmet Berzan’ın Zorguçluluğundan rahatsızdır. Milliyet ayrılığından çok daha sıkı bir bağ vardır onları birleştiren: İnsanlık, dayanışma duygusu, arkadaşlık!
Sonra Mehmet’in “has” Türk olma, toplum tarafından Türk olarak kabul edilme, –eğer isterseniz– toplumla barışma için giriştiği kısa bir deneyim vardır. Saçlarını sarıya boyar sevgilisinin yarı şaka tavsiyesi üzerine. Fakat bu girişim çabuk biter. Berzan, bütün film boyunca geri planda radyo-televizyon haberlerinde sözü edilen 63 günlük bir açlık grevi bağlamında ölümler gündeme geldiğinde katıldığı bir eylemde öldürülür!
Artık Mehmet için has Türk olma girişimi bitmiştir. Yola çıkma zamanı gelmiştir. Berzan’ın sağlığındaki düşü, çok para kazanıp köyüne dönerek Şirvanına kavuşmak, kocaman bir ev yapmaktır. İnsanca davranması, açlık grevindeki insanlarla dayanışmaya girmesi bu rüyasına kavuşmasını engeller. Berzan doğru olanı yapmıştır. Mehmet de doğru olanı yapmalı, kimsesizler mezarlığında kaybolacak Berzan’ı, çok sevdiği köyüne götürmelidir.
Yolculuk başlar. Yolculuk batıdan doğuya doğru, güneşin doğduğu yöne doğru bir yolculuktur. Bu yolculukta Tireli Mehmet, Berzan’ın ülkesindeki insanların yaşadığı şartları, korkuyu, yoğun faşizmi ve fakat aynı zamanda dayanışmayı görür. Devletin yaktığı, yıktığı köyleri görür. Bir otel odasının penceresinden gördüğü adeta işgal edilmiş bir ülkedir. Tanklar, kariyerler içinde elleri tetikte askerler sürekli etrafı kollamaktadır. Tireli Mehmet yolculuğun bu noktasında, “has” Türk olma girişiminden bütünüyle vazgeçer. Saçlarının boyasını yıkar.
Yolculuğun devamında trenle seyahat ederken o artık Tireli değildir. O, Berzan’la özdeşleştirmiştir kendini. Zorduçludur artık!
Yolculuk, Berzan’ın sular altında kalmış köyünde sonlanır. Berzan’ın tabutunu, köyü içine almış sulara bırakır Mehmet.
Filmi görenlerle yürüttüğüm tartışmalarda, yer yer “yalnızca olanı anlatıyor, çözüm yok” yönünde eleştiriler getirenler oldu. Önce bu noktada, her filmde mutlaka bir çözüm yolu gösterilmesi talep etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Fakat aynı zamanda bu filme getirilen “çözüm yok” eleştirisinin haksız olduğunu düşünüyorum Çözüm var bu filmde. Çözüm dayanışmada, her şeye rağmen insanlığını korumayı bilmede. Film, insan ilişkileri açısından iyimser mi iyimser. En kötü şartlar altında bile dayanışmanın, dostluğun, insan kalmanın mümkün olduğunu anlatan bir film. Çözüm Kürt sorunu bağlamında öncelikle Türklerin, Kürtlerin sorunlarını tanımasında, kavramasında, “has” Türklüğü, ırkçılığı reddetmesinde!
İkincisi filmin tekniği ile ilgili olarak yer yer resimlerin güzelliğinin filmin nerdeyse dokümanter karakterini bozduğu, gerçeğin çok daha çirkin olduğunu gözlerden gizlediği eleştirisi var.Yer yer gerçekten de resimlerin güzelliği, gerçeğin çirkinliğini örtüyor. Örneğin Mehmet’in çalıştığı çöplük bayağı güzel görünüyor; fakir bekâr odası sizin de içinde olmak istediğiniz bir mekan oluyor vb. Burada fotoğrafın gerçeklik olmadığını, onun yalnızca bir anını ve tek boyutlu verebileceğini bilmemiz gerek. Kameranın, fotoğrafların yer yer çok güzel olması, bulunan mekanların gerçekten ilginç ve güzel olması, bence eleştirilecek bir şey değil, filmin üstün yanlarından biri.
Bir de filmin yolculuk bölümünde temponun giderek düştüğü ve biraz uzatıldığı eleştirisi var. Temponun giderek düşmesini ben yolculukta yola çıkılan mekanla, gidilen mekan arasındaki önemli farkları göstermek açısından gerekli, işlevsel doğru buluyorum. Kısaltılır mı? Evet! Fakat bu haliyle de bu film son yıllarda benim gördüğüm en iyi filmlerden biri. Eğer film Türkiye sinemasına sayılacaksa, Türkiye sinaması açısından bence Yılmaz Güney’in Yol’undan bu yana en iyi film.
Yeşim Ustaoğlu’ndan daha iyi filmler bekleyebiliriz diye düşünüyorum.
Anuş Pazarcıyan