Birçokları gibi ben de Dünya Ticaret Merkezi‘nin “ikiz”lerinin birinin yandığını gösteren resimleri gördüğümde televizyonda önce yine bir Holywood felaket filminin gösterildiğini sandım.
Panik içinde kaçışan insanlar, canlı yayında olduğu söylenen televizyon röportajcıları, ne yapacağını bilmeyen polisler, itfaiyeciler, kaos… Ne kadar kötü film diye düşündüm önce. Oyuncular ne kadar amatördü. Hele ikinci uçağın ikinci kuleye çarpması ne kadar acemice çekilmişti. Nasıl da maket olduğu sırıtıyor diye düşündüm.
Dakikalar ilerledikçe inanılmaz olanın olduğunu, “yenilmez” görünen devin kendi evinde, kendi yarattığı canavarlarca vurulduğunu, resimlerin Hollywood yapımı olmadığını kavradım. Holywood gerçeği ile değil, gerçek gerçeklikle karşı karşıyaydık. Panik içinde kaçışanlar, şaşkınlık içinde etrafına bakanlar bir Hollywood filminin ucuz figüranları değil, günü yaşayan insanlardı. Fakat resimler nasıl da birbirlerine benziyordu. Benziyordu da, benzemezlikler de vardı. Gerçek gerçekliğin resimleri çok kaba bir filtre ile çekilmiş dokümanter filmlerdeki resimlere benziyordu daha çok… Yer yer Hollywood’un felaket filmlerindeki resimler daha inanılır, daha “gerçekçi” görünüyordu. Bir kez daha gerçek gerçeğin resminin, gerçeği tam yansıtmadığını; sanal gerçeğin “gerçekçi” resimlerinin ise gerçek gerçeğin ancak o sanal gerçeği yaratanın kafasındaki resmi olduğunu gördük. Fakat bizler metropollerdeki olası bir “felaket” resimlerini şimdiye dek esasta Hollywood’dan tanıyorduk, öyle şartlanmıştık.
***
Aklıma Hollywood’un kimi felaket filmleri geldi. Önce ikiz kulelerin önemli rol oynadığı filmler…
Bunların başında tabii kulelerden birinin “teröristler”ce üst katlarından birinde işgal edilip havaya uçurulmak üzere bombaların yerleştirildiği “Die Hard” (Zor Ölüm) geliyor. Hani şu Bruce Willis’in tek başına teröristlerce esir alınmış küskün karısının yanında geçerken hür dünyanın simgelerinden biri olan kuleyi de kurtardığı film.
Gerçek gerçeklikte Bruce Willis yoktu!
Sonra “Fight Club” geliyor aklıma. Hani şu “Şizofrenik bir dünyanın şizofrenik bir yansıması” dediğim film. (Bkz. Güney sayı 11, sayfa 67 vd.) O filmin sonunda tüketim toplumunun sembolleri olarak havaya uçurulan iki bina üzerinde kocaman reklam panolarıyla Dünya Ticaret Merkezi’nin ikizleridir! Şimdi gerçek gerçeklikte kuleler yıkıldı. Filmdeki çöküş resimleri ne kadar spektaküler ise, gerçektekiler o kadar banal ve şaşırtıcı idi. Filmdeki resimlerde her şey büyük patlamalarla havaya uçarken, gerçeklikte kuleler büyük gürültü ve toz bulutu arasında bir karton kule gibi kendi içine doğru çöküyordu.
***
Sonra kahraman şerif George W. Bush’un görüntüleri geliyor ekrana. Felaket filmlerindeki başkanlarla karşılaştırıyorum kendini. Ne kadar banal, ne kadar renksiz onların yanında! Fakat bir farkı var gerçek gerçekliğin, Bush intikam yeminleri ettiğinde, kanı dökülecek olanlar, Hollywood’un tersine uzaylılar, ya da rol icabı ölmek zorunda kalacak üç beş film “kötü”sü ve bir dizi figüran değil. Binlerce, onbinlerce gerçek insan! Dökülecek kan, ketçap değil, gerçek kan olacak! “Ölen” plan çekildikten sonra kalkıp evine gidemeyecek! Gerçekten ölecek. Bir daha gelmemecesine.
***
Şimdi korkunç bir savaş kışkırtıcılığı yaşıyoruz. Düşman en dar alanda, “İslami terörist Usame bin Ladin” çevresi ve ona destek verenler; biraz genişlediğinde, “İslam – Arap terörizmi“, biraz daha geniş alanda “İslami terörizm”, biraz daha genişlediğinde genelde “İslam ve terörizm“…
“Doğu Bloku” çöktükten bu yana batı için kaybolan ortak dış düşman; Bush’un deyimiyle “kötü” artık kesin olarak bulundu: “İslami Terörizm.” Tuzu kuru metropol insanının bütün önyargılı korkularına cevap veren bir dış düşman bu. İdeoljisi, yaşam tarzı yanında şeklen de beyaz anglo-sakson insandan değişik, kolayca tespit edilebilecek bir düşman! Hele bir de kafasına sarık sarar, cübbe giyer, çember sakal bırakır, çarşafa girerse daha da iyi olur. Şimdi metropollerde Arap-Müslüman olmak kadar zor şey az bulunur. Her an her hakarete hazır olmanız gerekir!
Bu düşman resminin çizilmesinde de Hollywood son on yıl içinde üzerine düşeni hakkıyla yerine getirdi.
Bir dizi felaket filminde teröristi oynayanlar bilinçli olarak Araptı ve Müslümandı. Hatta Denzel Washington’un iyi oğlanı oynadığı “Sıkıyönetim“de, ABD’yi kana bulayan İslam-Arap terörde kışkırtıcılık o kadar açıktı ki, bir çok Arap ülkesi filmi protesto ettiler.
“Zor Ölüm“ün devamında da yine kötü adamı oynayan teröristler Araptılar. Ortadoğu’dan geliyorlardı.
***
ABD Başkanı Bush, şimdi 21. yüzyılın ilk savaşının içinde olduğumuzu söylüyor. Bir çok burjuva yorumcu hep bir ağızdan, 21. yüzyılda savaşın biçimi değiştireceğinden, artık küçük terörist grupların tekniği kullanarak çok büyük zararlar verebileceğini ve savaşın terörizme karşı bütün insanlığın savaşı olarak yürüyeceğini filan anlatıyor. Hollywood için bu söylenenler yeni değil. Hollywood eski başdüşman komünizm senaryo malzemesi olarak Doğu Bloku’nun çöküşüyle yitip gittiği için, terörizmin insanlığın yeni başdüşmanı olduğunu çoktan keşfetmişti.
Son on yılda bir dizi terörist başdüşmanlı filmde, teröristler hür dünyayı (kimi siyasi amaçlarla, kimi kişisel intikam için, kimi para için) her türlü silahla, hatta atom silahıyla bile tehdit ediyorlar; fakat tabii ki cezalarını buluyorlardı!
Bunların hatırladığım son örneği “Peacemaker“di. (11 Eylül’den sonra vizyona girmesi planlanan iki yeni felaket filminin gösterime girmesi ertelenmiş! Holywood herhalde gerçek gerçekliğin resimlerinin korkunç rekabetinden korkuyor olsa gerek!) Bir Bosnalı Sırp ele geçirdiği bir atom bombası sırt çantasında Washington’da dolanır bu filmde. Neyse ki filmimizin iyi oğlanı CIA’li Albay Thomas Devoede (yakışıklı George Clooney) hür dünyayı bu atom bombalı saldırıdan son anda kurtarır.
***
İkizlerin mimarıyla, 1996’da kulelerin birinin yeraltı garajına konan bombanın patlaması sonrasında yapılan bir söyleşiyi yayınlıyor kimi televizyon kanalları. Orada mimar büyük bir gururla kulelerin yıkılmaz bir yapıda olduğunu anlatıyor bir sürü teknik bilgi vererek.
Sonra kuleler çöktükten sonra aynı mimarla yapılan bir söyleşi yayınlıyor. “Biz bir jumbo jetinin silah olarak kullanılacağını hesaplayarak yapmadık binayı!” diyor.
Statik uzmanları binanın çöküşünü 8500 ton şiddetinde bir çarpma ile değil, aynı zamanda binlerce ton kerosinin yanması sonucu çeliğin erimesi ve üst katların alt katlar üzerine çökerek sonunda alt katların üst katların ağırlığı altında çökmesi biçiminde gerçekleştiğini açıklıyorlar.
Burada da Hollywood gerçek gerçekliğe yol gösteren bir uyanıklıktadır. Uçağın ateş bombası olarak kullanıldığı (Daha doğrusu kullanılmak istendiği! Sonunda tabii ki kahramanlarımızca önleniyor bu caniyane girişimler!) bir dizi film yapıldı Hollywood’da son dönemde. Örneğin Ray Liotta’nın sapık bir caniyi oynadığı ve kendini yakalayan polisten intikam almak için içinde bir kişi hariç herkesi öldürdüğü uçağı New York üzerinde düşürmeyi planladığı film var. Ya da, çeşitli hapishanelerden toplanıp bir hapishaneye nakledilmek istenen ve uçağı ele geçiren azılı mahkumların, eğer istedikleri yapılmazsa uçağı Las Vegas’a karşı silah olarak kullanacakları tehdidini getirdikleri “Conair” isimli film var.
***
Bu kez Hollywood filmlerindeki kurtarıcı kahramanlar yoktu. Sonuç: Binlerce ölü. Yine sonuç: Savaş kışkırtıcılığı ve halklara karşı ABD’nin istediği an, istediği yerde girişeceği saldırılar… Bu saldırılardan yine video oyunu resimleri sunacaklar bize. Yine “cerrahi operasyonlardan” sözedecekler. Binlerce kişinin ölümünü “kollateral zarar” diye açıklayacaklar. Hollywood bize yine kendi resimlerini gerçeğin resimleriymiş gibi sunacak.
Ne zamana kadar?
***
Sanal gerçekliğin, gerçek gerçekliğin yerine konması, bunların birbirine karıştırılması yönünde yeni bir sinema filmi gördüm bu arada. Bütünüyle “sentetik” bir film. “Final Fantasy“. Bundan önce de bütünüyle sentetik filmler var sinema tarihinde. Bütün çizgi filmler bütünüyle sentetik filmler. Fakat bunların gerçek olma iddiaları yok. Bundan önce bütünüyle bilgisayar ürünü olan filmler de vardı. Örneğin “Toy Story” I ve II. Fakat bunlar da gerçek olma iddiasında değillerdi. “Final Fantasy“nin onu kendinden önceki sentetik filmlerden ayıran bir özelliği var: O bütünüyle bilgisayar ürünü olmasının yanında, resimleri tekniğin bütün imkânları kullanılarak resmedilen maddelerin gerçek hayattaki modellerine uygun yapılmaya çalışılmış olan bir film. Filmin oyuncuları, gerçek insanlara mümkün olduğunca benzetilmeye çalışılmış. Mekânlar, gerçekte nasıl olabilecekse, öyle resmedilmeye çalışılmış. Buna “foto realistik” teknik deniyor. Anlatılan öykü, fantastik ve felsefi olarak ağdalı idealist -birleşik dünya ruhunu arıyorlar!!!- bir bilim kurgu öyküsü. Aynı isimli video oyunundan türetilmiş.
Filmi gördükten sonra şu konularda görüşlerim bir kez daha kesinleşti:
– Bilgisayarda türetilmiş insanlarla yapılacak filmlerin, gerçek insan oyuncularla yapılmış filmlerin yerini alacağı vb. iddaları boştur.
– En kötü gerçek insan oyuncu, en iyi bilgisayar türetme insan oyuncudan iyidir. Çünkü en kötü gerçek insan oyuncu sonuçta orijinal, diğeri taklittir. Sadece bu değil; her insan oyuncu kelimenin gerçek anlamında kendi başına tektir; her bilgisayar ürünü oyuncu sahteliğinin yanında aynen yeniden üretilebilir, çoğaltılabilir durumdadır… Onun deyim yerinde ise insanı insan yapan özelliği, tekliği ve “ruhu” -bunu lütfen idealist anlamda anlamayın!- “Final Fantasy”yi görün, insan olduğu bize anlatılan oyuncuların hareketlerini bir izleyin, konuşmalarını, bakışmalarını, bir de hele duygu göstermelerini, örneğin üzülme, ağlama, sevgi gösterisi vb. seyredin, “ruhu yok”tan ne demek istediğimi anlarsınız.
Şimdi sentetik insanlar üretmenin teorileri yapılıyor.
“Final Fantasy”, bu teorilere, sentetik insanların oynadığı sentetik bir filmle destek veriyor.
Gelecek “Final Fantasy” ise vay insanlığın haline!
***
Sıkılıyorum. İyi şeyler yazmak istiyorum. Güzel, umutlu şeyler. Sinemadan bu alanda söyleyeceğim şey: “Amelie’nin Harika Dünyası” geldiğinde işinizi gücünüzü bırakın gidin demek olacak. Bu kadar sıkıntının arasında beni sevindiren film oldu “Amelie“.
Gerçek insanların, küçük gerçek öykülerini anlatıyor Jean Pierre Jeunet “Amelie”de.
Bir küçük öykü size filmin başlangıcından. Amelie 5-6 yaşındayken bir polaroid kamera hediye edilir kendisine. Çevresini gözlemlerken, fotoğraflar da aynı zamanda. Bir araba kazası anını da resimler Amelie. Komşu Amelie’nin kamerasının uğursuz olduğunu, kazanın onun resim çekmesi nedeniyle olduğunu söyler. Büyüklerin yalan söylemeyeceğinden yola çıkan Amelie’nin küçük dünyası yıkılır. Her felaketten kendisini sorumlu tutmaya başlar. Fakat resmini çekmediği bir dizi felaketin de resmini gördüğünde, komşunun yalan söylediğini kavrar. Ve onu cezalandırmaya karar verir. Ne mi yapar? Resimlerle cezalandırır onu. Nasıl mı?
Komşu futbol hastasıdır. Televizyonda futbol maçlarını heyecanla izlemektedir.
Amelie’yi cezalandırma işleminde görürüz. Komşunun damında, elinde bir transistörlü radyo, televizyon anteninin yanında oturmakta ve maç dinlemektedir. Gol pozisyonlarında Amelie’yi antenin kablosunu çıkarırken görürüz. Paralel olarak da komşuyu çıldırırken!!!
Film böyle küçük hikayeciklerle dolu. Ve nasıl bir kural tanımaz sinema diliyle anlatılıyor bu hikâyecikler! Anlatmak zor. Görmek gerek.
Sinemanın, filmin nasıl keyifli, nasıl insanca bir şey olabileceğini görmek için iyi bir film “Amelie”.
ANUŞ PAZARCIYAN, 15 Eylül 2001