Bu yılki Nobel Edebiyat ödülü İngiliz Yazar Harold Pinter’e verildi. Daha çok tiyatro oyunlarıyla tanınan Harold Pinter kimi “aydın”lar gibi ‘sırça köşk’lerinden dışarı çıkmayan, etliye sütlüye karışmayı “sanat”larına aykırı bulan bir yazar değil.
Tersine o içinde yaşadığı toplumun sorunlarını sürekli sorgulayan, sanatını toplumsal gelişmenin sorunlarında söz söylemek için de yapan, gelişmelere aktif müdahale eden bir yazar. Ölümcül hasta. Bu yüzden de –fakat aynı zamanda ödül törenlerini sevmeyen bir sanatçı olarak da– ödül törenine katılmadı. Fakat o yine de ödül töreninde vardı: Videoya çekilmiş bir konuşmayla! Harold Pinter, Nobel ödül töreni gibi bir sahneyi kendi doğrularını anlatmak için kullanmamış olsaydı şaşırtıcı olurdu. Aşağıda Harold Pinter’in Nobel Edebiyat Ödülü törenine gönderdiği konuşmanın çevirisini tam metin olarak yayınlıyoruz. — GÜNEY
HAROLD PİNTER
1958’de şöyle yazmıştım:
“Gerçek ile gerçek olmayan ya da doğru ile doğru olmayan arasında berrak ayırımlar yoktur. Bir şeyin mutlaka doğru veya sahte olması gerekmez, o şey ikisi birden, hem doğru hem sahte olabilir.”
Bu iddialarımın hâlâ geçerli olduğu ve gerçekliğin sanat yoluyla keşfedilmesine uygulanabileceği kanısındayım. Ben bir yazar olarak buna uygun davranırım, fakat bir yurttaş olarak bunu yapamam. Yurttaş olarak sormak zorundayım: Doğru olan nedir? Sahte olan nedir?
Bir tiyatro oyununda doğrunun yakalanması daima zordur. Onu hiç bir zaman tümüyle bulamazsınız, ama bulmak için arayıp durursunuz. Arayış bizim çabamızın itici gücüdür. Arayış görevimizdir. Çoğunlukla karanlıkta ararken doğruya takılır sendeleriz, doğruya çarparız, ya da doğrunun küçük bir parçasını belli belirsiz görür gibi oluruz; bütün bunlar olur biterken, bunların olup bittiğinin farkında bile olmayız çoğunlukla. Fakat doğru odur ki, dramada bir tek doğru bulunamaz. Bir çok doğrular vardır. Değişik doğrular birbiriyle çelişir, birbirini yansıtır, birbirini reddeder ve birbiri ile alay ederler; birbirinden çekinir, birbirlerini görmezler. Bazen bir anın doğrusunu elinizde tuttuğunuz hissine kapılırsınız, fakat bir an sonra o parmaklarınızın arasından kayıp gider, yok olur.
Bana bir çok kez oyunlarımın nasıl ortaya çıktığı sorusu soruldu. Bunu söyleyemem. Aynı zamanda oyunlarımın özetini de çıkaramam size. Ben yalnızca şöyle şöyle oldu diyebilirim. Şunu dediler. Şunu yaptılar. vb.
Oyunların büyük çoğunluğun çıkış noktası bir cümle, bir sözcük veya bir resimdir. Verili sözcüğü bir resim izler. Size birdenbire aklıma düşen iki cümleyi, ki bunları resimler izledi, ardından da ben geldim, örnek vermek istiyorum.
Yuvaya Dönüş ve Eski Zamanlar isimli oyunlar vermek istediğim örnekler. Yuvaya Dönüş’ün başlangıç cümlesi; “Makasla ne yaptın?”dır, Eski Zamanlar’ın ilk sözcüğü “Koyu”dur.
Başlangıçta, çıkış noktasında elimde olan tek bilgi bunlar idi.
Birincisinde görünürde bir kişi herhalde bir makas arıyordu ve makası çaldığını düşündüğü bir başkasından makasın akıbetinin ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Fakat ben hem soruyu soran, hem de sorunun muhatabı açısından makasın hiç de önemli olmadığını bir türlü biliyordum.
“Koyu”yu hem bir kişinin, bir kadının saç rengini anlatmak, hem de sorulan bir soruya cevap olarak anlıyordum. Her iki durumda da bunun peşini izlemeliydim. Bu izleme işi görsel olarak, gölgeden aydınlığa çok yavaş bir geçiş biçiminde oldu.
Ben bir oyun yazmaya başladığımda, kişilerimi hep A, B, C diye adlandırırım.
Yuvaya Dönüş adlı oyunda, mobilyasız boş bir odadan çıkıp gelen bir adam, kendinden genç olan ve çirkin bir koltukta bir yarış gazetesi okuyan bir başka adama bir soru yöneltir. Ben A’nın baba, B’nin oğul olduğunu bir türlü duyumsuyordum, fakat bunun böyle olduğunun kanıtı yoktu. Fakat benim tahminim bir süre sonra B (sonraki Lenny) A’ya (Sonraki Max) şunları söylediğinde kanıtlandı: “Konuyu değiştirelim, olur mu Baba? Sana bir şey sormak istiyorum. Biraz önceki yemek. Neydi bu? Ne anlama geliyordu? Ne denir buna? Neden kendine bir köpek almıyorsun? Köpek yerdi bu yemeği. Ciddiyim. Sen bir köpek sürüsü için yapmıyorsun yemeği.” B, A’yı “Baba” olarak adlandırdığına göre, bu ikisinin baba oğul oldukları yönündeki tahmin mantıklıdır. A görünen odur ki yemek yapmıştır. Fakat aşçılık sanatı B tarafından olumlu değerlendirilmemektedir. Baba yemek pişirdiğine göre, acaba bu annenin yokluğuna mı işarettir? Bunu bilmiyordum. Ama kendi kendime, “zaten başlangıçta ne olduğunu, olayların nereye doğru gelişeceğini bilmeyiz” dedim.
“Koyu”. Geniş, büyük bir pencere. Akşam vakti. Bir adam, A (sonraki Deeley) ve bir kadın, B (sonraki Kate) oturuyorlar ve bir şeyler içiyorlar. “Şişman mı, zayıf mı?” diye soruyor adam. Fakat ben bu arada pencereden bir başka kadını, C (sonraki Anna) görüyorum. Diğerlerinden değişik bir ışık altında görünüyor, sırtı diğerlerine dönük, saçları koyu renk.
Daha önce var olmayan kişileri yarattığınız an tuhaf bir andır. Sonrası sıçramalı gerçekleşir, bazen halüsinasyon görür gibi olursunuz, ama bazen durdurulamaz bir çığ gibi gelir üzerinize. Yazar çok özel bir durumda bulur kendini. Kişileri onu sevinerek karşılayıp bağrına basmaz aslında. Kişileri ona muhalefet ederler. Onlarla geçinmek zordur. Onları tanımlamak ise nerdeyse imkânsızdır. Onlara istemedikleri bir şey yaptırmak mümkün değildir. Bir bakıma onlarla oynanan sonsuz bir oyundur: Kedi-fare, körebe, saklambaç. Ama sonunda sözkonusu olanların etiyle, teniyle, kanıyla insan, kendi iradelerine sahip, bireysel duyarlılıkları olan, değiştirilemez, manipüle edilemez veya çarpıtılamaz parçalardan oluşan insan olduğunun farkına varılır.
Yani sanatın dili olağanüstü derecede çok anlamlı bir olgudur, o sürüklenen kumdur veya trampolindir ya da kırılıp her an üzerinde dolaşan yazarın gömülmesine yol açacak olan donmuş bir göldür.
Fakat dediğim gibi: Doğruyu arama hiçbir zaman bitmez. Bu arayış ertelenemez. Yarına bırakılamaz. Hemen bugün ve burada yüzleşilmelidir onunla.
Politik tiyatro insanı büsbütün başka sorunlarla karşı karşıya getirir. Her şart altında ahlaki vaazlardan kaçınılmalıdır. Objektiflik olmazsa olmaz koşuldur. Kişiler özgürce nefes alıp verebilmelidir. Yazar onları sınırlamamalı, darlaştırmamalıdır, onların kendi eğilimlerine, önyargılarına vb. uygun hale gelmesine çalışmamalıdır. Yazar kişilere en değişik yönlerden yaklaşmaya, en değişik bakış açılarından bakmaya çalışmalı, onları ara sıra şaşırtsa bile kendi yollarında yürüme özgürlüğünü onlara bırakmalıdır. Bunu her zaman başarmak mümkün değildir. Politik satir tabii ki bu kuralların hiçbirine uymaz, neredeyse burada söylenenlerin tersini yaparak kendi işlevini yerine getirir.
Doğum Günü Partisi isimli oyunumdaydı sanırım, sonunda bir teslimiyet olgusu odağa yerleşmeden önce bir imkânlar ormanında bir sürü alternatife yol vermiştim.
Dağ-dili oyununda ise hiçbir alternatife oyun alanı yoktur. Oyunun kendi vahşicedir, kısa ve çirkindir.Fakat oyundaki askerler eğlenmektedir. Bazen işkencecilerin çabukca sıkılabildikleri unutulur. Onların da gülecek bir şeylere ihtiyacı vardır, eğlenmelidirler ki, yaptıkları işi daha iyi yapabilsinler. Bağdat’da Ebu Garip’te olanlar da bunu gösterdi yeniden. Dağ-dili yirmi dakika sürer. Fakat saatlerce de sürebilirdi. Aynı düzeyde, aynı biçimde, hep kendini yineleyerek, saatlerce sürebilirdi.
Kül Küle ise bana sanki oyun su altında geçiyormuş gibi geliyor. Boğulan bir kadın elini suyun içinden yukarıya çıkarıyor, sonra sulara gömülüyor, başkalarını arıyor, fakat kimseyi bulamıyor, ne suyun üstünde ne altında kimse yoktur. Kadın yalnızca akıp giden gölgelere, yansımalara rastlıyor ;bir kadın, sulara gömülen bir toprak parçası üzerinde kaybolmuş bir insan, başkaları için olduğunu saldığı bir çöküş, yokoluşun kendisini kavramasını engelleyemeyen bir kadın.
Bir çok başkaları nasıl öldüyse, o da ölecektir.
Siyasetçilerin kullandığı dil verdiğimiz örneklerin hiç birisinin alanına girmeye cesaret edemez, çünkü, elimizdeki kanıtların gösterdiği gibi politikacıların çoğu doğruyla ilgilenmez, iktidarla ve o iktidarı korumakla ilgilenir yalnızca. O iktidarı sürdürmek için halkın bilisiz kalması,doğrudan, hatta bizzat kendi hayatlarına ait doğrulardan yoksun bırakılması şarttır. Bu yüzden, etrafimız çepeçevre bir yalan ağıyla örülmüştür ve biz yalan ağından beslenmekteyiz.
Buradaki herkes gayet iyi biliyor ki, Irak’ın işgal edilmesinin sözde gerekçesi “Saddam Hüseyin’in son derece tehlikeli bir kitle imha silahları kitlesine sahip olduğu, bunlardan bazılarının 45 dakika içinde ateşlenebilecekleri ve korkunç yıkımlara yol açabilecekleri” şeklindeydi. Bize bunun doğru olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın El Kaide’yle ve 11 Eylül 2000 saldırılarıyla ilişkili olduğu anlatıldı bize. Bunun da doğru olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın dünya güvenliğini tehdit ettiği söylendi. O da doğru değildi.
Bu konuda “doğru” tamamen başka bir şeydir. Doğru denilen şey ABD’nin dünyadaki kendi rolünden ne anladığı ve onu nasıl gerçekleştirmek istediğidir. Günümüze gelmeden önce yakın geçmişe bir göz atmak ve Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı bitiminden bu yana izlediği dış politikaya değinmek istiyorum. Ben bunu yapmak zorunda olduğumuzu, bu dönemi belirli ve sınırlı da olsa –sınırlı çünkü zaman daha genişine izin vermiyor– irdelemek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
Herkes savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da ne olduğunu biliyor: O döneme ait vahşet, yaygın çirkinlikler ve bağımsız düşüncenin acımasızca bastırılması yeterince belgelendi, kanıtlandı.
Gelgelelim, aynı dönem içinde ABD’nin işlediği cürümler sadece yüzeysel olarak not edildi, doğru dürüst belgelenmedi ve suç olarak tanımlanmadı. Dünyanın içinde bulunduğu durumda bunların üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Bu konudaki doğruların adlandırılması dünyanın nereye doğru gelişeceği konusunda önemlidir. Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle bir ölçüde kısıtlanmış olmakla birlikte, ABD’nin dünya çapında yaptıkları, onun da her istediğini yapabilme hakkını kendinde gören bir anlayışa sahip olduğunu göstermekte idi.
Bununla birlikte, hükümran bir devletin topraklarının doğrudan doğruya istila edilmesi ABD’nin öncelikli yöntemi değildi. ABD ağırlıklı olarak “düşük yoğunluklu çatışma”yı yeğlerdi. Düşük yoğunluklu çatışma demek doğrudan savaşta attığınız bir bombayla insanları toplu halde aniden öldürürken, onun yerine, binlerce insanı yavaş yavaş öldürmek demektir. O ülkeye ta kalbinden hastalık bulaştırmak ve hastalığın için için ilerlemesini, sonunda kangrene dönüşmesini beklemektir. Ülke halkına bir kez boyun eğdirildi mi –veya halk aynı şey olan ölümcül bir yenilgiye uğratıldı mı– artık sizin dostlarınız, askerler ve büyük şirketler rahat rahat iktidarda oturabilirler, siz de kameraların önüne geçip demokrasinin galip geldiğini söyleyebilirsiniz. ABD’nin, benim şimdi üzerinde durduğum İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yaygın dış politikası işte böyleydi.
Nikaragua’da yaşanan trajedi bu dediğimin göze batan bir örneğidir. ABD’nin dünyada o zamanki ve şimdiki rolünü göstermek için bu örneği anmak istiyorum.
Ben 1980’li yılların sonunda ABD’nin Londra Sefaretinde bir toplantıya katıldım.
ABD Kongresi Kontraların Nikaragua devletine karşı yürüttüğü saldırıda, onları Nikaragua devletine karşı daha fazla para vererek destekleyip, desteklemeyeceği konusunda karar alacaktı. Ben Nikaragua devleti adına, lehine konuşan delegasyonda bulunuyordum. Fakat en önemli delegasyon üyesi Papaz John Metcalf’tı. Amerikan grubunun başı Raymond Seitz’dı. (Bu kişi o dönemde Sefaret’te iki numara idi, sonradan doğrudan Sefir oldu.) Papaz Metcalf şöyle konuştu: “Sir, ben Nikaragua’nın kuzeyinde küçük bir beldede bir kilise yönetiyorum. Benim beldemin insanları bir okul, bir sağlık merkezi ve bir kültür merkezi inşa ettiler. Biz barış içinde yaşıyorduk. Bundan birkaç ay önce Kontralar beldemize saldırdılar. Her şeyi yakıp yıktılar. Okulu, sağlık merkezini, kültür merkezini yerle bir ettiler. Hemşirelerin ve kadın öğretmenlerin ırzına geçtiler. Doktorları barbarca öldürdüler. Şeytan gibiydiler. Lütfen ABD hükümetinin bu teröristlere verdiği yardımların durdurulmasını sağlayın.”
Raymond Seitz rasyonel düşünen, sorumluluk sahibi ve çok yüksek kültürlü olarak ünlenmiş biri idi. Diplomatik çevrelerde büyük ve saygın bir üne sahipti. O söylenenleri dikkatle dinledikten sonra büyük bir ciddiyetle şunları söyledi: “Kutsal baba, ben size bir şey söylemek istiyorum. Yürüyen bir savaş var. Ve savaşta olan hep suçsuzlara olur.” Buz gibi bir hava esti. Biz ona şaşkınlıkla bakakaldık. Gözünü bile kırpmadı o.
Evet, pratikte hep acı çeken suçsuzlar.
Sonunda biri sessizliği bozdu: “Fakat konuştuğumuz durumda ‘suçsuz kurban’lar sizin hükümetinizin para verip desteklediği grupların yürüttüğü vahşetin kurbanı oluyorlar. Bu durumda Kongre bu gruplara desteği keserse, bunların vahşeti sürdürmesi de mümkün olmaz. Öyle değil mi? Hükümetiniz, bağımsız ve egemen bir devlete karşı yürütülen vahşi eylemlere destek vererek, kendisi de suçlu duruma düşmüyor mu?”
Seitz’ı hiçbir şekilde ikna etmek mümkün değildi. O şöyle yanıtladı söylenenleri: “Ben verili olguların sizin iddialarınızı doğrular nitelikte olduğu görüşünde değilim.”
ABD büyükelçiliğinden çıkarken ABD’li danışmanlarından biri bana benim oyunlarımı çok beğendiğini söyledi. Ben bir reaksiyon göstermedim.
Size başkan Reagan’ın o dönemde yaptığı “Kontralar ahlaki olarak bizim kurucularımızla aynı düzeydedirler.” açıklamasını hatırlatmak istiyorum.
ABD acımasız Somoza diktatörlüğünü 40 yıldan fazla süreyle destekledi. Nikaragua halkı Sandinistaların önderliğinde 1979’da bu rejimi yıktı ve eşsiz bir halk devrimini gerçekleştirdi.
Sandinistalar evet mükemmel değillerdi. Onlar da belli ölçüde kibirliydiler ve siyasi felsefeleri birçok çelişkili öğeyi içinde barındırıyordu. Ama aydındılar, öğrenmeye açıktılar ve uygardılar. İstikrarlı, dürüst ve çoğulcu bir toplum oluşturma işine giriştiler. Ölüm cezası kaldırıldı. Yoksulluk içindeki yüzbinlerce köylü ölümden kurtarılıp hayata kazanıldı. Yüz bin aile topraklandırıldı. İki bin okul inşa edildi. Oldukça önemli bir okuma-yazma seferberliği yürütüldü, okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yedide bire düşürüldü. Parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri gerçekleştirildi. Çocuk ölümleri üçte bir azaltıldı. Çocuk felcinin kökü kazındı.
ABD bütün bu başarıları marksist-leninist bölücülük olarak niteledi. ABD hükümetine göre orada tehlikeli bir örnek sergileniyordu. Nikaragua’da sosyal ve ekonomik adaletin kurulmasına izin verildiği, sağlık ve eğitim hizmetleri düzeyinin yükselmesine gözyumulduğu, sosyal birlik ve ulusal onur yükseldiği takdirde komşu ülkeler aynı soruları sormak isteyecek, aynı şeyi yapmaya kalkacaklardı. Tabii aynı dönemde El Salvador’da egemen olan statükoya karşı da şiddetli bir karşı koyuş da sözkonusuydu.
Demin dört bir yanımızdan çepeçevre bir ‘yalanlar ağı’ ile kuşatılmış olduğumuzu söylemiştim, ABD Başkanı Reagan Nikaragua’yı “totaliter bir zindan” diye niteliyordu. Bu söz medyada genel kabul görüyor ve Britanya hükümeti tarafından da, durum hakkında gerekçelendirilmiş bir yorum olarak değerlendiriliyordu. Fakat olgu olarak ‘Sandinista hükümeti altında’ ölüm mangalarına dair hiç bir emare yoktu. İşkence hakkında araştırma ve raporlar yoktu. Sistemli veya resmi bir askeri kötü muamele yoktu. Nikaragua’da rahip öldürmemişti. Tersine, ikisi Cizvit biri de Maryknoll misyonerlerinden olmak üzere üç din adamı kabinede yer almaktaydı. Doğrusu istenirse, asıl totaliter zindan komşu El Salvador ve Guatemala’daydı. ABD Guatemala’da 1954’te seçimle işbaşına gelen hükümeti devirmiş ve kurulan askeri diktatörlük altında 200 bin insan öldürülmüştü.
ABD’de Georgia’daki Fort Benin Askeri Üssü’nde eğitilmiş Alcati Alayı’nın bir taburu 1989’da San Salvador’da Orta Amerika Üniversitesi’nde dünyaca tanınmış altı Cizvit rahibini öldürdü. Son derece yürekli bir insan olmakla tanınan Başpiskopos Romero ayin sırasında suikaste kurban gitti. Tahminen 75 bin kişi öldürüldü. Bu insanlar niçin öldürüldüler? Öldürüldüler, çünkü daha iyi bir yaşamın mümkün olduğuna ve bunu başarabileceklerine inanmışlardı.
Bu inançları yüzünden komünist addedildiler. Öldürüldüler, çünkü statükoyu, alın yazısı gibi doğumla başlayan sınırsız yoksulluğu, hastalığı, çürümeyi ve baskıyı sorgulamaya cesaret etmişlerdi.
ABD Sandinista hükümetini en sonunda devirdi. Bir hayli direnişle karşılaştıysa da, büyük ekonomik badirelere ve 30 bin insanın yaşamına mal olduysa da, eninde sonunda Nikaragua halkının atılımının altı oyuldu. Halk yorgun düştü, yoksulluğun pençesine düştü. Kumarhaneler ülkeye geri döndüler. Parasız sağlık, parasız eğitim sona erdi. Büyük sermaye intikam duygusu içinde tekrar geldi. “Demokrasi” yeniden egemen olmuştu.
Ne var ki, bu politika Orta Amerika’yla sınırlı değildir. Tüm dünyada uygulanmaktadır. Sonu gelmeyen bir politikadır. Ve sanki hiç bir şey olmamışcasına yürütülmektedir.
ABD İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ve sonrasında hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir veya birçoğunu doğrudan işbaşına kendisi getirmiştir. Endonezya, Yunanistan, Uruguay, Brezilya, Paraguay, Haiti, Türkiye, Filipinler, Guatemala, El Salvador ve tabi ki Şili. ABD’nin 1973’te Şili’de yol açtığı dehşet hiç bir zaman aklanamaz ve asla af edilemez.
Bu ülkelerde yüzbinlerce insan ölmüştür. Ama gerçekten ölmüşler midir? Bunlardan ABD, gerçekten ABD dış politikası mı sorumludur? Bu sorunun yanıtı evettir: Evet, o ölümler vuku bulmuştur ve sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ama tabii ki bundan kimsenin haberi yoktur.
Sanki onlar hiç olmamışır. Sanki hiç bir şey olmamıştır. Onların hapsi vuku bulduğu halde, adeta hiç vuku bulmamışlar gibidir. Çünkü kimse bunlara aldırmamıştır. Onlar kimseyi ilgilendirmemiştir. ABD’nin cürümleri sistematik, sürekli, ahlâksızca ve acımasızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan sözetmiştir. Fakat ABD’nin hakkı ona teslim edilmelidir. Dünya çapında bir manipülasyon ustaca sahnelenmiş, ABD kendisini dünya çapında iyinin savunucusu olarak tanıtmayı becerebilmiştir. Bu, parlak, zekice ve hayli başarılı bir hipnoz edimidir.
Şunu iddia ediyorum: ABD şu sıralarda dünyanın en büyük şovlarından birini sahnelemektedir. Zalim, aldırmaz, tehditkâr ve acımasızdır, ama öyle olduğu kadar aynı zamanda çok zekidir de. Bir gezginci satıcı olarak rakipsizmiş gibi görünmektedir, çünkü sattığı en iyi malın adı özsevgidir. Kazanan daima kendisidir. Bütün ABD başkanlarını dinleyin, televizyon konuşmalarında “Amerikan halkı” derler ve örneğin şöyle konuşurlar: “Amerikan halkına diyorum ki, şimdi dua etmenin ve Amerikan halkının haklarını savunmanın zamanıdır ve Amerikan halkından başkanlarına Amerikan halkı adına yapacağı işlerde güvenmelerini istiyorum.”
Bu parlak bir hiledir. Burada dil düşünceyi baskı altında tutmak için kullanılmaktadır. “Amerikan halkı” sözü yaslanılacak kocaman bir güvence yastığı gibi kullanılmaktadır. Hiç düşünmeniz gerekmiyor. Geriye yaslanıp bu yastığa dayanın, yeter. Sırtınızı yasladığınız bu yastık her ne kadar zekânızı köreltecek ve eleştirme yetinizi alıp götürecekse de, ne beis, yastığınız rahat ya, siz ona bakın. Tabii, bu dediklerim ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayan 40 milyon kişiye özgü değil, ABD’nin dört bir yanına yayılmış Gulag hapishanelerinde ikamet eden 2 milyon erkeğe ve kadına dair hiç değil.
ABD artık düşük yoğunluklu çatışmayla ilgilenmiyor. Gizli kapaklı davranmak ya da hatta hileye başvurmak gereğini de duymuyor. Kartlarını masaya açık açık ve korkusuzca seriyor. Ne Birleşmiş Milletler’e, ne uluslararası hukuka aldırıyor, ne de kendisine karşı yapılan eleştirilere kulak veriyor, öyle yapmayı bir güçsüzlük sayıyor ve yersiz buluyor. Küçük kuzusu, patetik ve miskin Büyük Britanya’nın meleye meleye peşinden gelmesi ona yetiyor.
Bizim ahlâki duyarlılığımıza ne oldu? Yoksa öyle bir şeyimiz hiç olmadı mı? Bu sözcüklerin anlamını acaba biliyor muyuz? Bu sözcüklerin şimdilerde çok nadiren kullanılan vicdan kelimesiyle bir ilişkisi var mı? O vicdan ki, sadece kendi davranışlarımızın sorumluluğunu değil, aynı zamanda başkalarının yaptıkları ama bizim de paylaştığımız sorumluluğu temsil etmektedir. Bunların hepsi öldü mü? Guantanamo Körfezi’ne bakınız. Orada yüzlerce insan üç yıldır sorgusuz sualsiz tutuluyor. Hiç bir hukuki temsil hakkına sahip olmadıklarına ve bugüne değin duruşmaya da çıkarılmadıklarına göre, teknik bakımdan ebediyyen gözaltında kalacaklar demektir. Bu durum tümüyle gayrimeşrudur ve Cenevre Konvansiyonu’nun ihlali demektir. Gelgelelim, “uluslararası camia” denilen şey bu kanunsuzluğa sadece gözyummakla kalmıyor, o durumu aklına bile getirmiyor. Suç kendisini “hür dünyanın önderi” diye tanıtan bir ülke tarafından işlenmektedir. Sahi, Guantanamo Körfezi’nin sakinlerini hiç aklımıza getirdiğimiz oluyor mu? Medya oradaki insanlar için ne diyor? Ayda yılda bir altıncı sayfanın bir köşesinde üç beş satırla onlardan sözediliyor. Onlar sanki bir ‘no man’s land’ dediğimiz sınırlar dışı yere götürülmüşlerdir ve bu gidişle belki de asla geriye dönmeyeceklerdir. Hali hazırda bu insanların çoğu açlık grevindeler, kendilerine zorla gıda veriliyor, aralarında Britanya vatandaşı olanlar da var. Sözünü ettiğimiz zorla gıda verme işleminde hiç bir yumuşaklık bulunmamakta, hiç bir ağrı kesici veya anestezik madde kullanılmamakta, burnunuza ve boğazınıza tüpleri kabaca sokuyorlar. Siz de kan kusuyorsunuz. Bu bir işkencedir. Böyle bir durum karşısında Britanya Dışişleri Bakanı ne demiştir? Hiç. Britanya Başbakanı ne söylemiştir? Gene hiç? Neden? Çünkü, ABD “Guantanamo’daki tutumumuzu eleştirmek bize karşı hiç de dostane olmayan bir davranıştır. Ya bizimle berabersiniz veya bize karşısınız” demiştir. Blair de sesini kesmiştir.
Irak’ın işgali bir haydutluk fiilidir, uluslararası hukuk kavramını hiçe sayan apaçık bir devlet terörizmidir. İstila, yalan üstüne yalan söyleyerek, medyayı ve dolayısıyla kamuoyunu manipüle ederek başvurulan keyfi bir askeri harekâttır, Ortadoğu’da ABD’nin askeri ve ekonomik hakimiyetini pekiştirmeyi amaçlamaktadır, diğer bütün bahaneler iflas ettikten sonra insanlarla alay edercesine özgürlük masalına sarılmışlardır. Bu harekât binlerce ve binlerce insanın hayatına mal olan mutlak bir askeri zor kullanımıdır.
Biz Irak halkına işkence getirdik, bombalar, hafifletilmiş uranyum, haddi hesabı olmayan rastgele öldürmeler, sefalet, çürüme ve ölüm getirdik, bütün bu yapılanların adını da “Ortadoğu’ya özgürlük ve demokrasi getirmek” koyduk.
Kitlelerin katili ve savaş suçlusu ilan edilmeniz için daha ne kadar insan öldürmeniz gerekir? Yüz bin mi? Bana kalırsa bu miktardan fazla insan öldürdünüz. Öyleyse, Bush ve Blair Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne çıkarılmalıdırlar. Bush akıllı davranmış ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesini imzalamamıştır. Her hangi bir ABD’li asker ya da politikacı bu mahkemeyle sevkedilecek olsa, Bush onu kurtarmak için deniz piyadelerini yollayacağı uyarısında bulunmuştur. Blair ise sözleşmeyi onaylamış, Mahkemeyi tanımıştır, şu halde onun hakkında kovuşturma başlatılabilir. Lazım olursa diye adresini verelim: Downing Sokağı No. 10 Londra.
Bu bağlamda ölüm fazla bir rol oynamamaktadır. Hem Bush, hem de Blair için ölüm çok da önemi olmayan bir şeydir. Irak’ta daha direniş başlamadan önce en az 100 bin Iraklı Amerikan bombaları ve füzeleriyle öldürülmüştür. Bu insanlardan hiç söz edilmemektedir. Sanki hiç ölmemişlerdir. Savaş istatistiklerinde onların ölümleri atlanmıştır. Ölmüş oldukları kayıtlara bile geçmemiştir. Nitekim, “biz cesetleri saymıyoruz” demektedir Amerikan generali Tommy Frank.
İşgalin ilk zamanlarında, Britanyalı gazetelerin ön sayfalarında Tony Blair’i Iraklı bir çocuğun yanağını öperken gösteren bir resim yayınlanmıştı, resmin altına “Müteşekkir bir çocuk” yazmışlardı. Bir kaç gün sonra, bir gazetenin iç sayfalarından birinde kolları kopmuş dört yaşındaki bir başka çocuğun fotoğrafı ve öyküsü yayınlandı. Tüm ailesi bir füzeyle havaya uçmuş, sadece kendisi sağ kalmıştı. “Kollarıma ne zaman kavuşacağım?” diye soruyordu çocuk. Tony Blair kolları kopmuş çocuğu kollarının arasında almamıştı, ne de bir başka kanlı vücudu tutuyordu kollarında. Çünkü, kan kirlidir. Siz televizyonda içinizden geldiğince konuşurken, kan gömleğinizi, kravatınızı kirletir.
İki bin Amerikalının ölümü de bir utanç vesilesidir. Bu cenazeler adeta karanlıkta mezarlarına gömülüyorlar. Cenaze törenleri sessiz sedasız yapılıyor. Sakat kalanlar, kolu bacağı kopanlar yataklarında aciz şekilde yatıyorlar, belki de hayatları boyunca yatalak kalacaklar. Yani, ölüler de, sakatlar da ayrı ayrı yataklarda çürümeye terkedilmiş durumdalar.
Şu Pablo Neruda’nın “Bazı Şeyler Hakkında Açıklama” başlıklı şiirinden alınmış bir parçadır:
Ve bir sabah alevler fışkırdı her yerden,
bir sabah alev alev yandı
yer,
canlar alındı,
ve o zamandan beri
alevler
o zamandan beri
barut
o zamandan beri
kan.
Uçaklarla fastan gelen haydutlar,
yüzüklü, soylu soysuz haydutlar,
kara papazlarca vaftizlenen haydutlar,
gökten geldiler çocukları öldürmeye,
ve caddelerden oluk oluk kan aktı,
öldürülen çocukları kanları.
Çakallar, bir çakalın bile iğrendiği,
Taşlar, susuz bir dikenin bile yüzüne tükürdüğü,
Çıyanlar,çıyanların bile hain diye kovacağı..
Ben sizin karşınızda
İspanya’nın kanının şahlanışını gördüm..
O kan ki sizi bir tek dalgada,
onur ve bıçaklarla boğacak !
Generaller
Hainler:
Ölü evimi gelin görün,
gelin görün paramparça İspanyamı:
Fakat yine de her evden
çiçek yerine yanan metal yağıyor,
her delikten
İspanya çıkıyor öne,
her ölü çocuk, gören bir silah oluyor
her cürümden yeni kurşunlar doğuyor,
onlar günü geldiğinde bir yüreğin
yerini bulacaklar.
Sizler, onun şiirinin bize neden dünyanın güzelliklerinden, yapraklardan, onun vatanının büyük volkanlarından sözetmediğini mi soruyorsunuz:
Gelin sokaklardaki kanı görün!
Gelin, görün
Sokaklardaki kanı!
Gelin, haydi görün kanı
sokaklardaki
Ben hiçbir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için şunu eklemek istiyorum: Neruda’nın şiirini hiçbir şekilde Cumhuriyetçi İspanya ile Saddam Hüseyin’in Irakı’nı karşılaştırmak için okumadım. Neruda’dan alıntı yapıyorum, çünkü çağdaş lirikte sivillerin bombalanmasını bundan daha iyi anlatan, içe işleyen bir başka şiir bilmiyorum.
ABD’nin elindeki kartları şimdi hiç utanmadan, apaçık masaya serdiğini biraz önce söyledim. Olan tam da budur. ABD’nin resmen ilan edilmiş politikası “tam kapsamlı hakimiyet” diye tanımlanmaktadır. “Tam kapsamlı hakimiyet” karanın, denizin, havanın, uzayın ve mevcut tüm kaynaklar ile birlikte kontrolü demektir.
Amerika Birleşik Devletleri yeryüzünün dört bir yanındaki, 132 ülkede 702 askeri üsse sahip, İsveç’in o ülkeler arasında bulunmaması tabi ki, saygıdeğer bir istisna teşkil ediyor. ABD’nin buralara nasıl ulaştığını bilemiyoruz, bildiğimiz tek şey o üslerin oralarda bulunduğudur.
Amerika Birleşik Devletleri 8000 aktif ve işlevli nükleer harp başlığına sahip. Onlardan iki bin tanesi alarm verildikten 15 dakika sonra ateşlenmeye hazır durumda. ABD bunker kırıcı denilen yeni nükleer güç sistemleri geliştiriyor. Britanya her zamanki gibi gene yardımcı ve kolaylaştırıcı. Trident adlı kendi nükleer füzelerini yerleştirmek hazırlığında. O füzelerle kimleri vuracaklarını merak ediyorum. Usame bin Ladin’i mi? Sizi mi? Beni mi? Joe Dokes’u mu? Çin’i mi? Paris’i mi? Kimbilir kimi? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bu çocukça çılgınlığın, yani nükleer silahlara sahip olmanın ve onları kullanma tehdidini diri tutmanın mevcut Amerikan siyasi zihniyetinin kalbini oluşturduğudur. Kesinlikle aklımızdan çıkarmamalıyız ki, ABD, askeri gücünü sürekli arttırıyor ve buna asla ara vermek niyetinde değil.
ABD’de binlerce, belki hatta milyonlarca insan hükümetlerinin yaptıklarından rahatsız olmakta, utanmakta ve öfke duymaktadır, ama halihazırda bu insanlar birleşik bir siyasi güç oluşturmaktan çok uzaktırlar. Henüz. buna rağmen, kaygının, güvensizliğin ve korkunun ABD’de günden güne arttığını ve azalacağa hiç de benzemediğini görüyoruz.
Gayet iyi biliyorum ki, Başkan Bush son derece ehil çok sayıda söylev yazarına sahip, buna rağmen ben gönüllü olarak bu işe talibim. Örneğin, aşağıda okuyacağım kısa konuşmayı televizyonda ulusa sesleniş olarak okumasını ona önerebilirim. İtinayla taranmış saçlarıyla, vakur, muzaffer, çoğu kez eğlendirici, bazen yüzünde çarpık bir tebessüm, tam bir erkek gibi şaşırtıcı derecede çekici haliyle şöyle konuşurdu:
“Tanrı iyidir. Tanrı büyüktür. Tanrı iyidir. Benim tanrım iyidir. Bin Ladin’in Tanrısı kötüdür. O kötü bir Tanrıdır. Saddam’ın da Tanrısı olsaydı kötü bir Tanrı olurdu, ama onun Tanrısı yoktur. O bir barbardır. Biz barbar değiliz. Biz kimsenin kafasını kesmeyiz. Biz hürriyete inanırız. Tanrı da inanır. Ben bir barbar değilim. Hürriyetçi demokrasinin demokratik yoldan seçilmiş lideriyim. Biz merhametli bir toplumuz. İnsanları elektrikle şefkatli bir şekilde idam ederiz veya şefkatli enjeksiyon kullanırız. Biz büyük bir ulusuz. Ben diktatör değilim. Diktatör olan odur. Ben barbar değilim. O barbardır. Evet, o barbardır. Onların hepsi barbardırlar. Benim otoritem ahlâkidir. Bu yumruğu görüyor musunuz, bu yumruğu? İşte benim ahlâklı otoritem budur. Sakın bunu unutmayın.”
Bir yazarın hayatı çok kırılgan, nerdeyse korumasız bir varlıktır. Bunun üzerine oturup ağlayacak değiliz tabii. Yazar seçimini yapmıştır ve bunun arkasında durur. Fakat insan her yandan esen rüzgarlara da açıktır ve kimi yönden esen rüzgarlar gerçekten de buz gibidir. Herkesin gözü önünde neredeyse yalnız başınasınızdır. Kaçacak yer, sığınacak korugan yoktur. Tabii eğer yalan söylemiyorsanız, böyle bir durumda gardınızı almış, kendi kendinizi koruma altına almış, politikacıyla dönüşmüş olursunuz!
Ben bu akşam birkaç kez ölümden söz ettim. Şimdi kendimden bir şiir okuyacağım. İsmi “Ölüm”…
Nerede bulundu ölü?
Kim buldu ölüyü?
Ölü bulunduğunda, ölü ölmüş müydü?
Nasıl bulundu ölü?
Kimdi ölü?
Kimdi babası, ya da kızı, ya da erkek kardeşi.
Ya da amcası, kızkardeşi ya da annesi ya da oğlu
Ölünün ve terkedilmiş ölünün?
Ölmüş müydü o terk edildiğinde?
Terkedilmiş miydi o?
Kimdi onu terk eden?
Ölü çıplak mıydı, yoksa bir seyahat için
giyinmiş miydi?
Neden ölüyü ölmüş ilan ettiniz?
Siz miydiniz ölüyü ölü ilan eden?
Ne kadar iyi tanırdınız ölüyü?
Nereden biliyorlardı ölünün ölmüş olduğunu?
Siz miydiniz ölüyü yıkayan?
Siz miydiniz iki gözünü kapayan?
Siz miydiniz onu gömen?
Siz miydiniz onu terk eden?
Siz miydiniz onu öpen?
Bir aynaya baktığımız zaman karşımızda duran görüntünün gerçek olduğunu düşünürüz, ama bir milim öteye kaysak başka bir görüntüyle karşılaşırız. Gördüğümüz aslında sonsuz bir yansımalar dizisidir. Bu durumda yazar bazan aynaya bir yumruk atıp onu tuzla buz etmek zorundadır. Çünkü aynanın öbür tarafında duran ve bize bakan doğru ile yüzleşmek ancak böyle mümkündür.
İnanıyorum ki, var olan devasa aykırılıklara, zorluklara rağmen, korkusuzca, sapmaz ve güçlü bir entelektüel kararlılıkla, yurttaş olarak ‘hayatımızın ve toplumumuzun gerçek doğrusunu bulup çıkarmak, belirlemek’ hepimize düşen yükümlülüktür. Bu mutlak bir gerekliliktir aslında.
Eğer siyasal vizyonumuzda böyle bir kararlılık mevcut değilse, hemen hemen yitirdiğimiz şeyi –insan onurunu– geri alma umudumuz da kalmadı demektir.
Çeviri: C. Beritan (Güney)
Çevirinin bir bölümünde Yalçın Yusufoğlu’nun çevrisinden de yararlanılmıştır.