Frida Kahlo Londra Tate Modern Müzesi’nde sergilendi…
Teknik çoğaltılabilme çağında sanat eseri…ve/ya herşeye rağmen
Güney dergisinin 25. sayısında Frida Kahlo’yu, onun eserini, yaşamını okuyucuya tanıtmaya çalışmıştım.
İki yıl geçti bu tanıtma yazısının üzerinden. Şimdi onunla tanışıp onu sevenlerle birlikte Frida’nın sanat eserlerine küçük bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Bu yıl Avrupa’da on yıllardan bu yana ilk kez yeniden bir Frida sergisi düzenlendi. Toplam 200 eserinin 70’i, hemen hemen en önemlileri Londra Tate Modern Müzesi’nde sergilendi. Böylece sergiyi ziyaret fırsatı bulan yüzbinlerce insanla birlikte ben de Frida’nın eserlerini orijinalden görmek, duyumsamak, yaşamak fırsatı buldum.
Bir duygu ve düşünce fırtınası yaratıyor Frida’nın resimleri insanda. Sergiyi ikinci kez ziyaret ettikten sonra bende oluşan en güçlü duygu şu oluyor: Sanat eserleri hemen, hiç geciktirilmeden kamulaştırılmalı, hiçbir sanat eseri özel mülk olmamalıdır. Onlar bütün insanlığa aittir, bütün insanların ulaşabileceği sürekli gezen sergilerle, insanlara, onların çalıştığı, yaşadığı ortamda –yalnızca ve öncelikle müzelerde değil– sunulmalıdır. Bu sanat eserlerini görmek parası olan, bunları özel mülkiyetlerinde alınıp-satılan bir değer olarak bulunduran sanat spekülatörlerinin ve onların lütfedip sunduğu galeri ve müzeleri yüksek giriş ücretleri ödeyerek gezebilen küçük azınlıkların değil, bütün insanların, en başta emekçilerin hakkıdır.
Denebilir ki, canım orijinalini görmeye ne gerek var, baskı tekniği ve dijital teknik sayesinde bugün isteyen herkes, herhangi bir sanat eserine ulaşabilir, hatta onun bir kopyasını alıp kendi mülkü haline bile getirebilir. Öyle ya şimdi sanat eserlerinin teknik olarak milyonlarca kopyasının üretilebildiği, sanat eserinin yeniden üretilebildiği çağda yaşıyoruz.
Böyle diyen ve düşünenler yanılıyor. Çünkü hiçbir fotoğraf, film, kopya, hangi biçimde olursa olsun bir “yeniden üretim” sanat eserinin orijinalinin yerini tutmuyor.
Bunun böyle olduğunun en iyi örneklerinden biri belki Frida’nın eseri.
Çok az sergilenen, eserlerinin çoğu özel ellerde olan Frida’nın eseri gerçekte yaygın olarak “yeniden üretim” üzerinden, orijinalin fotoğraflarından yapılan baskılar üzerinden vb. tanınıyor. Fakat tam da bu tanınma, onun eserinin yanlış tanınmasını getiriyor beraberinde. Sansasyon merakı, dedikodu, dikizcilik vb. tatmin ediliyor bu tanınmada, fakat Frida’nın gerçek sanatı, onun gerçek yaratıcılığının üzeri örtülüyor. Bunun böyle olabileceğini hep düşünüyordum. Sergi bana bunun böyle olduğunu çarpıcı bir şekilde gösterdi. Frida’nın resimleri yalnızca boyutları ile bile, yeniden üretilmişlerin orijinalle , orijinallerin insanı yürekten yakalayan, örneğin “Yaralı Ceylan”da olduğu gibi bakma-görme alışkanlıklarını altüst eden etkisi ile bir ilgisinin olmadığını gösteriyor.
Ama durun baştan başlayalım…
Önce sergi mekânı: Tate Modern devasa bir endüstri binasının, Temse kıyısındaki bir elektrik santrali binasının müzeye çevrilmişi. Dıştan bakıldığında kirlenmiş yığma kırmızı tuğladan dev bacasıyla, içinde sanatla ilgili bir şeyler olabileceği düşünülemeyecek bir bina. Binanın giriş ve üst katlarına yerleştirilen cam/çelik konstrüksiyonlarla ve dışa açılan balkonlarla, endüstri yapısının korkutucu; baskıcı görüntüsü kırılmış. Bu binada bir kat Frida sergisi için ayrılmıştı. İlk göze çarpan ziyaretçiler oluyor tabii. Dünyanın her yanından gelmiş insanlar. Akın akın gelen Londralılar. En güzeli yüzlerce genç öğrenci, öğretmenleri ile sergiyi gezmeye gelmiş yüzlerce çocuk. Sere serpe yerlere oturmuş, ellerinde kalemler, boyalar gördüklerini resmetmeye çalışıyorlar. Kadınlar çoğunlukta ziyaretçiler içinde. Frida’nın eserlerinin sergilendiği mekânlar bir çok yerde dışa açık büyük cam cephelerle kesiliyor. Kendinizi serginin iki mekanı arasında birden Londra Skyline ile karşı karşıya buluyorsunuz. Para için yapılmış tapınaklar gibi koca banka binaları, “üzerinde güneş batmayan imparatorluğun” kanlı geçmişine övgüler düzen klasik kolonyal yapılar, çirkin mi çirkin “modern” gökdelenler, Temse, kıyıda büyük bir telaşla yürüyenler, spor için koşanlar, eski ve yeni köprüler, nehir gemileri, sonra yeni bir mekânda yeniden Frida.
Frida’nın resimleri izleyiciye özenle düzenlenmiş konu bloklarına ayrılmış mekânlarda sunuluyor: Erken Resimler, Suluboyalar, Taramalar, Doğum ve Ölüm, Otoportreler (bir mekanda toplam 12 otoportre var), ulusal kimlikler, İki Frida, Dostlar ve Destekçi Sanatseverler (mesenler) ve serginin son mekânında Denge.
Renkler büyüleyici. Frida’nın resimlerinden onların her birinin nasıl büyük bir düşünce derinliği, nasıl büyük bir sanatsal tamlık ve bütünlük anlayışı, nasıl bir duygu yoğunluğu ve yükü ve nasıl büyük bir emek ürünü olduğu duygularıyla ayrılıyorsunuz. Kopyaların orijinallerden ne kadar uzak olduğunu görüyorsunuz. Orijinal resimler, kimi kopyalarının tersine hiçbir korkutuculuğa, iticiliğe sahip değil. Tersine kırılganlıkları içinde izleyiciyi sarıp sarmalayıp, Frida’nın acı ve fakat acı olduğu kadar sevgi ve umut dolu dünyasına çekip götürüyorlar. Sergideki tüm resimler, sergiyi gezen Londralı sevgili bir arkadaşımın dediği gibi aslında hep “umutla, geleceğe inançla dolu”. Frida’nın en büyük boyutlu resmi olan “İki Frida” adlı tablonun asılı olduğu ve aynı adı taşıyan mekânda, “Yaralı Geyik” de (Bkz. Güney sayı 25, sf. 48) asılıydı. Bu resim reprodüksiyonlarında korkutucu, ürkütücü, çoğu kişinin itici bulduğu bir resimdir. Orijinalde bu duygular tuz buz oluyor. “Yaralı Geyik” orijinalde 22,4- 30 cm boyutlarında (dosya kağıdından biraz büyük), üstüste bindirilmiş iki gri çerçeve içinde küçücük kırılgan bir resim. Mat fakat reprodüksiyonlarda olduğu gibi karanlık olmayan renkler, yağmur dolu bulutlar arasında sarı şimşekler, geride fakat yavaştan açan, mavileşen bir gökyüzü. Orman sık fakat denize doğru açık. Yaralanmış, vurulmuş ve fakat mağrur bir Frida başı, yaralı ama dünyaya meydan okuyan bir bakış, umut dolu, sevecen.
“Doğum ve Ölüm” konu başlıklı mekânda asılı “Doğumum” ve “Henry Ford Hastanesi” isimli resimler küçük sessiz resimler. Bağırıp çağırmayan, izleyiciyle adeta fısıldaşan, izleyiciyi kendi içinde kaybolmaya çağıran resimler bunlar. “Doğumum”daki gözlemci bakış, “Henry Ford Hastanesi”ndeki yitirilen çocuğun ardında bıraktığı acı, izleyiciyi hep yeniden bu küçük resimlere geri dönmeye zorluyor, izleyici kendini, kendi yaşadıklarını arıyor resimlerde.
Aydınlık bir mekânda otoportreler var. Hemen esir alıyor bu resimler izleyeni, kendilerine bağlıyor her biri. Benden uzaklaşma,bende kal diyor. Fakat diğerleri var, onlar da bana gel diye çağrıyorlar. O kadar otoportre sıkıcı değil mi diye sormayın. Otoportreler çünkü her dönemde bir başka Frida’nın resimleri. Her biri başka anın, başka duyguların, aynı ve fakat başka Frida’sının resimleri. Her biri renk, özlem, umut dolu resimler. İzleyici Meksika’nın doğasını, renklerini tanıyor bu resimler üzerinden; bu resimlerde güçlü, yaralı, gururlu bir kadının değişik çehreleriyle tanışıyor; bu kadının korkularını ve yasını duyumsuyor ve bütün bunları geçmişe-güne-geleceğe sahip bir insan topluluğunun, daha büyük bir birliğin, kosmosun parçası olarak görüyor, yaşıyor, hissediyor.
Serginin son salonu “Denge” konu başlığını taşıyor. Orda arayış resimleri sergileniyor: Frida insanın gereksinimlerinin doğa ile uyum içinde karşılanabileceği bir denge düzeni arıyor. Ak-kara, gece-gündüz, erkek-kadın vb. bir bütünün birbirine ihtiyaç duyan parçaları. Geçmiş; gün, gelecek iç içe. “Musa veya Yaratış Çekirdeği” isimli resim (Bkz. Güney sayı 25, s. 48) sergi salonunun merkezinde duruyor. Onbinlerce yıllık insanlık tarihi, eski çağlardan günümüze düşünceleri ve üreticileri ile, ay–güneş diyalektiği, ölüm doğum diyalektiği ile, geçmiş-gelecek diyalektiği ile karşımızda. Her detayı üzerine günlerce konuşulabilecek bir resim. “Tehuacanlı Kız/Lucha Maria”da gündüz ve gece, ay ve güneş arasında, binlerce yıllık geçmiş ile modernite arasında oturmuş kırılgan küçük kız, kırılgan bir dengenin simgesi adeta. Aynı salonda Diego ile Frida’nın yarı yüzlerinden oluşan, Diego’nun Frida’laştığı, Frida’nın Diego’ya dönüştüğü, birbirini seven iki insanın sevgisinin tüm evreni kucakladığı resim, Frida’nın sevgide bütünleşmeyi nasıl gördüğünü en iyi biçimde anlatıyor. “Toprak Ana”da yaralı Frida, Diego’yu bir çocuk gibi kucağında tutuyor, koruyor. Frida’nın en çok bilinen –yani en fazla reprodüksiyonu olan– resimlerinden biri olan “Kırık Sütunlar” da bir “denge” resmi. Orijinal büyük boyutlu posterlerin, reprodüksiyonların saldırganca korkutuculuğundan çok uzaklarda. Hayır burada Hristiyan Kültürünün İsa’nın insanlık için acı çekmesi, acıya katlanması resimlerine karşı, insanca bir resim var. Hristiyanlık sembollerine karşı, gerçek insan çıkıyor karşımıza. Burada güya tanrısal olanın karşısına, doğal olan konuyor. Hastalık sonucu çekilen bir acıda tanrısal olan bir şey yoktur. Fakat hastalık da, acı da hayatın bir parçasıdır. Frida kendi somutunda yaşadığını, hayatını, acılarını hayatın bir parçası olarak konu ediyor bir resimde. Doğanın bir parçası. Geri planda yarıklar içinde toprak, belki deprem, kırılan ve fakat yaşayan doğa. Gök mavi, fakat kavgacı bulutlarla dolu.
Frida bir azize değil, tanrısal bir yaratık değil. Bir insan, bir kadın, yaralanmış, kırılmış ve fakat yaşayan, umut dolu, sevgi dolu, hayatın diyalektiğini bilen gururlu bir kadın. Acıyı bütün gücü ile hisseden ve fakat onu dik bir başla karşılamayı bilen, ağlayan ve fakat kararlı bir biçimde beline sardığı örtü ile, yaşama güçlü bir şekilde bağlı olan bir kadın. Ondan öğrenecek çok şey var.
RAHEL SÖZ, 10 Ekim 2005