Uyanır uyanmaz rezene kokusunu aldım, hastane odasında. Ne zaman rezene kokusunu alsam ya da rezene kelimesi zikredilse, dumanlar arasında kundakta incir moruna kesmiş bir bebek zihnimde belirir. Boğum boğum duman altında nefes boruma tıpa sıkıştırıldığını, gözlerimin pörtlediğini, terden sırılsıklam olduğumu anımsarken; kundakta çığlık çığlığa çırpınamadan gözlerimin önünde ölüme teslim oluğunu görürüm. O bebek, beş aylıkken sobadan sızan dumandan boğulan kardeşim Seçil idi. Karşımda kızgın kumlarda sere serpe uzanıp bedenini güneşe sunan bronz tenli Şükran hemşire. Elinde kalp ve kelebek figürleri ile bezeli kupada, rezene çayının sallamasını tutup tutup çekiyordu. Gölde suyla oynayan çocuklar kadar şen: “Uyan haydi. Birazdan doktor kontrole gelecek. Arkadaşını da uyandır.” Gözlerimi ovdum, pencereden günü karşılarcasına kollarımı yengeç vari açıp gerindim: “Akşamdan mı kaldın? Sabah sabah miden nasıl kaldırıyor bunu?”
“Mızmızlanma, saat dokuz” dediğinde Şükran, boşalan serum torbasını alıp yenisini taktı askıya. Deliksiz uyuyan Sinan’ın ruhu duymadı, elindeki serum tıpasını çekip değiştirirken. Hemşireler hastaya fanus muamelesi yapıp aman kırılacak kaygısı taşımıyorlar. Alışkanlıktan olsa gerek, seri ve sert hareketleri. Ayağı yatağın altındaki ördeğe takıldı Şükran’ının. Ne tembel refakatçisin dercesine baktı. İdrarın ayağına dökülmemesine şükrettim. Ördek silme basma doluydu handiyse. Sinan’daki de mesane değil, su deposu mübarek. Bir haftada içeceği, meyve suyunu, kolayı, gazozu, kahveyi, çayı bir günde içerse olacağı bu olur, gece de beş kez ördeği boşaltıyorum.
Kapıya yöneldiğinde Şükran, hınzırca gülerek; “Mine, bu hafta gece nöbetine yazıldı. Çıkarken “öğlene arasın beni” Aman ihmal etme”, diyerek eteğini zorlayan kocaman kalçalarını bir o yana bir bu yana sallayarak çıktı. Şükran kapıyı çarpıp çıktığında aydım. Bir haftadır yediğim haltın tıbbi izahatı olabilir miydi? Varsa, Latince ifade edilsin, tınısı efsunlu, gizemli, sisli puslu bir hava katıyor. Bedenime yayılan utancı ve suçluluğu doktorlar vakumlayıp çıkarta bilirler miydi? Koridora yayılan Şükran’ın ayak sesleriyle, Mine’yi gözümün önüne getirerek duygu kazanımı yokladım; utanç, suçluluk, riyakârlık, yalan.
Babası hudutların mayın tarlasında seksek oynayan çocukların daima rüyada kalma uykusuyla uyuyordu Sinan. Hafiften dürttüm, depreşmedi bile. Sert sert salladım: “Uyan koca oğlan, uyan!” derken. Üç yıl önce Kartal’da stadın arkasında yokuşa varmadan önceki sokakta dört katlı, eskimiş solgun görünümlü binanın giriş katında birlikte yaşıyoruz. Bina Gölcük Depremi’nin çatlak izlerini taşıyor. Çatlaklara bazen dokunduğumda, o kahredici uğultuyu, enkazın altında boğulan çığlıkları, çürümüş et kokusunu alıyorum.
Sinan tombul yanaklı, irikıyım partal ve gülünce göbeği lüp lüp oynayan biri. İkimiz de üniversite öğrencisiyiz; ben edebiyat o gazetecilik bölümünde. Sinan’ın üniversitede beşinci yılı, “acelem yok” diyor; “üniversiteyi bitirip işsiz olacağıma öğrenciliğin avantajlarını kullanmayı yeğlerim.”
O’nun aksine, babamın yüzünü görmemek uğruna kerhen çıktığım bu yolculuğun bitmesini istiyordum. Sefaletin mesken tuttuğu yerden geliyordum; yarı aç yarı tok yaşamayı dert ettiğim yoktu; dönem harçları, okul masrafı, kira ve faturalar olmasaydı. Mecburi istikamet iş; Kartal’da eski tüfek solcu nam-ı diğer Pala Hayri’nin meyhanesinde, akşam altı gece iki arası garsonluk yapıyordum. Haftada bir gün, hafta içi olması koşuluyla izin veriyordu Pala. Buna da şükretmeliymişim, sekiz saat çalışan garson mu varmış diyordu Pala.
Ayyaş babam inşaatta gece bekçiliğine başladıktan sonra annemi, ayda iki üç kez ziyaret eder olmuştum. Soğuk savaşın hasım devletlerine benziyorduk babamla. Uzlaşı sessizliğimiz bir saatle sınırlıydı. İkimizde pusuda tetikteydik ve sudan bir sebeple ağız dalaşına başlardık. Yumruk yumruğa gelmemize ramak kala annem araya girerdi. Babamın: “Defol evimden” salvosuna; Annem olmasaydı, evini müsait yerine…” karşılığıyla kapıyı çarpıp çıkardım. Narsist, sorumsuz, çıkarı uğruna herkesi kullanan babamla dokuz yaşına kadar gayet iyiydik. Kız kardeşimin ölümüyle başladı her şey.
Annemi ziyarete Gebze’ye gittiğim gün, polis raporunda geçen “kimliği belirsiz kişiler” sokağımızın karşısındaki metruk binada pusuya yatmışlar. En geç akşamın onunda eve dönen Sinan; o gece arkadaşlarla sohbete dalıp gecenin ikisinde çakırkeyif kafayla sallana sallana tenha sokaktan belirince, mafyoz tipli zebellah üç kişi karşısına çıkıp; “ Ömer’i bekliyorduk, piyango sana vurdu Sinan” der demez, sağ dizkapağına ve sol baldırına birer kurşun sıkmışlar. İri gövdesiyle dinamitlenen bir binanın gürültüsüyle asfaltın çukurlarında biriken göletlere yığıldığında Sinan; “İkincisinde topal bacağınla Ömer’in cenazesine gideceksin” diyerek koşar adım sokağın sonunda bekleyen otomobile binmişler. Uyandı Sinan, böğürtüyle boğazını temizledi: “Şu şaşalı ver Ömer!”
“Günaydın kocaoğlan!” Şaşalın kapağını açıp uzattım. Şişeyi kafaya dikti. Çay dışında bardak kullanmazdı. Çorbayı kâselere koyup hafiften soğumasını bekleyerek su içercesine lıkırdatırdı.
“Başımı yastığa koymaya göreyim, anında firarsın. Neredeydin gece?” Hafiften kaykılarak, sırtını ağaçlara sürtünen filler misali yatağa sürterek kaşıdı. Yatak zelzele geçirdi. Yayların kopacağını sandım. Islak mendili alıp sırtını, altlarını, bacaklarını sildim.
“Tekeden beter kokuyorsun Kocaoğlan, bitleneceksin vallah. Belediyeyi çağırsınlar da seni ilaçlasınlar.”
“Gargaraya vurarak sorumu savuşturma Ömer. Bacaklarım alçıda; gözlerim kulaklarım sağlam ama. Ne haltlar yediğini anlamıyor muyum sanıyorsun. Şuradan bir iyileşip çıkayım, ipleri elime alacağım, senin dizginlerini gevşetmeye gelmiyor. Hergele!”
Kızıyordu besbelli, konuşurken dişlerini sıkıyordu, burun delikleri büyüyordu. Avuçlarımı beyaz karıncaların kemirdiğimi hisledim o an. Yitirilmiş masumiyetin katranlı kelimeleri bilincimde dip tutmuştu. Ayıbımı örtecek ak seten kelimeleri yardıma çağırmadım. İnkâr edip Sinan’ın yüzüne baka baka yalan söyleyemezdim.
“Adilik yapıyorsun. Seni herkesten fazla sevmesem…” Gerisini getiremedi Sinan; doktor, başhemşire Selin ve Şükran içeri daldı. Onlar rutin kontrolleri yaparken, ördeği ve lazımlığı alıp tuvalete gittim. Ördek beyaz, lazımlık beyaz, doktorların hemşirelerin önlükleri beyaz, duvarlar beyaz, morg beyaz… Kefenler içinde ölüler yürüyordu koridorlarda.
Döndüğümde Sinan’ın abisi Çetin vardı yalnızca odada. Hışımla bakıyordu bana. Adet yerini bulsun diye selamımı aldı. Koridorda karşılaşsak boğazlar alimallah. Kendini bana karşı bilemişti. Sinan’ın başına gelenden beni sorumlu tutuyordu. Öyleydi de, kahredici vicdan azabıyla yaralayıp duruyordum kendimi. Günde bir kez Çetin’in nemrut yüzünü görmek yetiyordu. Öğlenleri kız kardeşi Resmiye geliyordu refakate; akşamları yedide eve gönderiyordum. Resmiye; “Çetin abim moralini bozmasın, hödüktür biraz, aklıyla düşünmede kıttır. Sinan abim, aile ve dostları için gözünü budaktan sakınmaz, bu ilk vukuatı da değil ya. Ben anlatıyorum, yengem anlatıyor ama nafile, almıyor kafası. Kilitlenmiş bir kez” diyerek; ya Sinan’ın dostluğunu takdir ederek kardeşlik payından övünç çıkarıyor ya da herkes tercihlerinden sorumludur felsefesine ayna tutuyordu.
Ayrılık gongu çaldığında yanına çağırıp eğilmemi istedi Sinan. Kulağımı Sinan’ın dudaklarına dayadım: “Kafam seninki kadar çalışmıyor, bu belli. Ama bu adamları tanıdığımı söylemiştim sana, şakaları yoktur. Ortalarda biraz gözükme. Sonra bi hâl çaresine bakarız” dedi.
Bu belayı da başımıza musallat eden Pala Hayri. Deneyim ve irfanlık abidesi kesilir. Aptallık bende, Pala Hayri’nin ömür çetelesine ve sözüne itibar ettim. Olayların akışı başka çare de bırakmamıştı. Üç ay evvel geceye yakın; Pala’nın antin-kuntin işlerine koşturduğu zıpırlardan Jilet Serkan, kan-ter içinde, ödü kopmuşçasına can havliyle peşinde iki düzine adamı takarak dar attı kendini meyhaneye. “Yalvarırım abi, beni teslim etmeyin!” yakarışlarıyla vaveyla koparırken iki eliyle bana sıkı sıkıya yapıştı. Giriş kapısını işaretimle garsonlarımız alırken, birleştirilmiş iki masada (beni bekliyorlardı, meyhaneyi kapatınca halı sahada maça gidecektik) oturan Sinanlar da ayaklandı. Kapıyı saran adamlarla vermeyiz, vereceksiniz itişmeleri alevlendiğinde, Pala, Jilet’i teskin etmeyi bıraktı ve bağırarak; “Ömer, şu itlere haddini bildir!” dediğinde, kavgaya teşne bizim çiroz komi şişeyi adamların birisinin kafasına geçirince arbede koptu; adamların marizlerine kaydık, pöstekilerini serdik. İtidalle geçiştirip halledebileceğimiz, üstelik sonrasında hadisenin aslını astarını öğrendiğimiz de, Pala’nın Jilet’i haksızdı ve Pala’nın racon kesmesiyle bu günlere gelecek fitili çakmıştık. Kapımızı kesen genç adam bizi tanımış bir lokal mafyanın kuzeniydi. Kavganın en önünde olup adamlara diklenen ben olduğumdan hedefe de beni koydular. Tehdit telefonlarının ardında, bir gece meyhaneden çıkarken uyarırcasına ateş ettiler üç el. Pala; “Korkma, havlayan köpek ısırmaz, cürümleri kadar yer yakarlar. Tırsıp geri çekildin mi, üstüne üstüne gelirler. Şu adamı bulup haddini bildirmedik mi azarlar ” dediğinden bir gün sonra, bulduk ve fena hırpaladık. Adam alnındaki kanı sildiğinde; “Bunun hesabını soracağım sana Ömer!” tehdidini savurdu. Pala, bunları duyduğunda: “Hırlayıp dursun biz kimleri kimleri gördük, gürleyip dururlar ama her babayiğidin harcı olmaz yağmak” demesinden üç hafta geçmedi, olanlar oldu.
Hastaneden çıktığımda rüzgâr saçlarımı tarazladı. Alnımda biriken ter dondu. Batan gemilerin ağırlığıyla kapıdaki banka oturup kala kaldım. Önümde batıp çıkacağım, gerilip yutkunacağım med cezirli uzunca bir gün vardı. Okula gidecektim, utanıp, sıkılmadan. Serap’ın yüzüne bakacak, sarılıp dudaklarından öpecek, gözlerinin içine baka baka seni seviyorum diyecektim. Zamkla yapıştım banka. Gün donsa, akıp giden her şey yerinde çakılı kalsa. Zamanın sarkacında bir yalana bir gerçeğe sallanıp duruyordum. Bir haftadır renk vermeden oynuyordum.
Serap, kıvır kıvır lüle saçlı esmer sevgilim. Sevgilim mi, ne zaman seni seviyorum desem içimde vefanın esiri Ömer’in sufle verdiğini duyuyorum. Liseden bu yana altı yıldır birlikteyiz. Çaylak zamanların tozlu maballerinde duvarlara baş harfleri resm edilen yoksulluğun ve çıkışsızlığın yaraladığı aşk hikâyesiydi bizimkisi. Evden kovulsam, Serap ailesini ikna edip bacası dumanlı evlerinin kapısını acardı bana. Harçlığının yarısını delik ceplerime ayırırdı. Gailelerde karamsarlık bulutları biriktirsem, avuçlarını göz pınarlarımda dökülen katrelere açardı. Ne zaman başımı alıp gitmek istesem pareleyecek maceralara, kollarını kement yapıp bağlardı yanına. Kıymet ve dostluk kelimeleri onun ince dudaklarında döküldüğünde ilk kez yüreğim de yer tuttu. Kırlangıçların göç mevsiminde gün hatmini alırken, evlerinin duvar dibinde çömelip avuçlarına ellerimi alarak; “Seviyorum seni Ömer, hala anlamadın mı? Bir gün görmezsem seni, çıldırıyorum. Senin ile güzel bu yaşam. Yoksan sen, seninle değilsem yaşamanın ne anlamı var,” dedi. (Ne büyük ve görkemli cümleler, o gün, romanlardan, filmlerden araklanmış klişe aşk tiratlarına yormuştum. Ne yanılgı ama insan bir çırpıda bağlandığından bir çırpıda kopamıyordu.) Titredim, içimdeki kentler üşüdü. Korktum. Muzallah taşında gördüm Serap’ı, ölümün kesik kesik soluğu bedenimi sardı. O güne değin yalnızca lise birde bir kıza gönül vermiştim. Sokak kedisi muamelesi yapıp ök sesiyle ezmişti aşkımı. Aşk yelkenlerini açan bir iki kızı da ben reddetmiştim. Hayatın çelişkisi ve cazibesi bu, sevdiğiniz sizi sevmez, sizi seveni de siz sevmezsiniz. Serap’a gönül gözüyle bakmamış mıydım? Gönül gözü, büyük ve geniş kapısı ise dardır. Gönül gözüyle bakan uryan görür insanı, hudutsuz ve hüviyetsiz sever, sarıp sarmalar. Gönül kapısı dardır, benlik makamını terk edip yoklukla pişmeyen, kemalete ermeyen ve dostluk muhabbetini bilmeyen o kapıdan içeri giremez. O sebeptendir ki aşkın tutkulu gözüyle bakmamıştım hiç Serap’a. Sırlar odasının kilidini açmaya ne hacet, yalanım yok, ara ara arzumun çağladığı, içimin şehvetle eridiği, onu çıplak hayal ettiğimi gelgeç müstesna zamanlar da olmuştu. Ayıplayıp yadırgıyor muyum kendimi, hayır! Kamu huzuruna çıkarırsanız, inkâra sığınırım, ortalama toplumcu ahlakçı pozlarına bürünüp; “olur mu öyle şey, helalin olmayana yan gözle bakılır mı?” derim. Burada yerim geniş, mahlûkatın mağarasına girip sarih olanın resmini çizebilirim. Ez cümlede, göz kaymaları, arzu körüklenmesi, cinsel çekim, dönemsel hoşlantılar, zararsız fantazyalar depreşir. Ego, gerçeklik ilkesiyle onları bastırır, bilinçaltına iter ya da yönlendirip biçimlendirir. Serap ile aynı mahallede büyüdük, göğüslerinin serpildiğini, kalçalarının genişlediğini, güzelleşip alımlaştığına tanıklık ettim. Aynı yatakta birbirimize sarılarak çok uyuduk, ellerimiz istemsizce bedenlerimizde dolaştı. Yine de, anlık ve dönemsel arzularım dışında, o Serap’tı; dostların serdarı, aklımın şifrelerini çözen anahtar, dertlerimin merhemiydi. O gün, Serap, “seni seviyorum” dediğinde, “aşk, şiir gibidir, ilk okumada ya vurulursun ya da vurulmazsın. Seni özlemekten gebermiyorum. Sokakta el ele yürüdüğümüzün hayalini kurmadım hiç” diyemedim. “Ben de, seni seviyorum” dedim, borcunu tasdik eden birisinin ezikliği ve mahcubiyetiyle. Hayatımızın önemli kararlarını hep iş işten geçtikten sonra anlarız ya; o gün üç kelimelik bir cümlenin, yıllarımı hüzünlü mutsuzluklara bağlayacağını düşünmedim. Altı yıldır dönme dolap vari döner durur o cümle aklımda; ayaklarımı sürte sürte Serap’a gittiğimde, aldığı hediyelerle (çoğunlukla ivedi ihtiyacım olan eşyalar) suçluluk dikenlerinin üstüne beni oturttuğunda, sağlığımdan elbiselerime dair her şeyimle ilgilendiğinde, ne zaman yüzümü döksem ve bu berbat hayat üstüme üstüme gelse yanı başım da olduğunda, o günü düşünürüm; neden sana âşık değilim diyememiştim ve sonrasında neden noktayı koyamamıştım. Nasıl bir çelişkiydi bu; başka hususlarda cesur ve kararlı olabilirken, yaranızı şefkatle saran birisine “hayır” diyememek. Vicdanımın esiriydim ama iyi bir şey yapmıyordum. Kötü birisi de değilim, lakin dünya kötü şeyler yapan iyi insanlarla dolu. Onulmaz kötülükleri de sevdiklerimize yaparız, onların yaşamını cehenneme çeviririz. Rasyonel mantık ile düşünüce; o gün Serap’a duygularının karşılıksız olduğunu söyleyebilirdim. Canı yanacaktı, günlerce aylarca kahrolacaktı, kendinde kusur arayacak ya da bana öfkelenecek, görüşmeyecekti. Olsun, o kadarla kalacaktı. Yapamadım. Nasıl derdim, aşkın tek taraflı, seni sevmiyorum. Vefasız, nankör, kadir-kıymet bilmez, bencil bellemez miydi beni. Ağlamasına, gönül koymasına, kırılıp dağılmasına, gözlerimin önünde –hele ki sebebiysem– acı çekip erimesine yüreğim el vermezdi. Yok, yok, bu kadar değildi, ardı da vardı. Başlarda puslu karanlıklarda hayal meyal görünüp kaybolan hayaletlere benziyorlardı. Orada olduklarını biliyordum; görünüp görünüp kayboluyorlardı; görüyordum ama neye benzediklerini seçemiyordum. Görkemli teslimiyetlerle, günahları iğfal ederek, onu kendinden bile sakınarak, ne olursa olsun onu terk etmeden ve tereddütsüz bütün suçlarını şefkatle af edecek, nereden kovulursan kovul yara bere içinde dönsen de kapısını açacak körlemesine aşkla sevilmemiştim hiç. Annem bile bu denli sevmemişti beni. Karmaşık, Serap’ın aşkı, kendimi çok özel ve değerli kıldırtıyordu. Güven ve huzur sığınağımdı Serap. Yine de zor bilmece Serap’tı, onun marazı ve çıbanı bendim, neşterleyip koparabilirdi, o ise çıbanın kendisini derbeder etmesini seviyordu, derdine tutkundu.
Nadan, ilgisiz, incelikten yoksun sergeşt edalarımdan bezip usanacağını, bu toyluk sevdasının zamanla adres değiştireceği ihtimalinden medet umdum. Ayrılık pulunu alnıma yapıştırıp “bu aşkın miadının dolduğunu” söylemesini beklerken; lise bittiğinde, annesinin babasını karşısına itti beni ve evlilik zırıltısının kör kapısına bağladı. Boş derslerde, sokak duldalarında, evlerinin mutfaklarında kaçamak öpüşmelerimiz, evlerinde kimsenin olmadığı bir günde, o kavurucu yaz da çekyatlarına akıttığımız ter damlarıyla seviştik. Şehvetli sevişmelerimiz birlikteliğimizin macunuydu. İlk iki yıl ayrılık düşüncesini sevişme arzusuyla bastırdım. Yemeğini bekleyen aç köpeğe dönmüştüm, kapı tırmalayıp duruyordum. Annesinin pazara komşulara gitmesini bekliyorduk. Serap’ın yedi yaşındaki kardeşi Banu’nun çizgi film müptelası olması bahtımızaydı. Serap’ın telefonuyla penceresinden odasına giriyordum. Kaçamak saatler yetmeyince, Serap çocukluk arkadaşı Melis ‘i devreye soktu. Melis’in annesi ve babası iplik fabrikasında çalışıyordular ve iki hafta arayla gece vardiyasında oluyordular. Onların gece vardiyaları bizim koyun koyuna sabahlama olanağımızdı. Evvel de de Melisler de kaldığından ailesinden müsaade alması kolaydı. Serap’ın bütün ilkleri hikâyelendirmek, o günün fotoğrafını çekmek ve o günden bir eşyayı saklamak huyu vardı. Hâlâ da öyle. Annesinin içi çam, dışı sedef kaplama sandığını kişisel müzesi yapmış, çocukluğunun meraklı ve keşfedici yıllarından bu yana, geriye dönüp bebekliğinin ilk tulumunu, eteğini, oyuncağını da ekleyerek hayatının ilklerini biriktirmişti. Birlikte sabahladığımız ilk geceden Melis’in fanuslu kar küresini almıştı. Sevişmemiz esnasında, müstakil bahçeli ev minyatürlü kar küresi başucumuzda bazanın sarsılmasıyla kademe kademe öne kayıp düşüyordu yatağa.
Şehvetli sevişmelerimizin doyumu alışkanlığa evrildiğinde, uçurumda boy vermiş dalına tutunduğum aşk boşluğa düştü. Boynumu gordion düğümlü yularla bağladığından ayrılığı her düşünüşümde, kendimi adi, geçer akçe etmez, değersiz rezil hissediyordum.
Geçen yaz, boyumun ölçüsünü acı bir tecrübeyle alıp nerede duracağımı tescilledim. Serap’ın yaz tatilinde ailesiyle bir ay geçirmek için valizini topladığı gündü. Tişörtlerini valize yerleştirdiğinde aniden; “Nikâh kıymak istemiyorum. Evlilik toplumun ve devletin onayına sunulmuş yasal mühürlü sevimse tapusudur. Nikâh kıyınca, olur olmadık herkesin sözü ve beklentisi gelişiyor çiftler üzerinde. O mendebur babam bile akşam yemeğine bize gelmeyi kendine hak görecek” dedim. Serap’ın yüzü ekşidi, bıraktı valizi. Üniversiteye kaydımızı birlikte yaptığımız yıl, aileler arasında söz kestik. Babam yoktu, gelmesini ben istememiştim. Okul biter bitmez de evlenecektik. Ailesi sınırlı bütçelerine rağmen bir evin asgari ihtiyaç gereçlerinin tedarikini yapmıştı. Benden beklenmeyecek bir anarşistin ucu kelimeleriyle, “Evlilik müessesi, ne bu ya, limited şirket mi”, “aile, bu müesses nizamın kurumsallaşmış, evcimenlermiş viral hücresi”, “mülkün temeli aile” … lakırdılarını üst perdeden böğüre böğüre sarf edince, Serap yanaşıp beni kendine çekti ve başımı dizlerine koydu. (Serap’ın oyunbozan hilesiydi bu, ne zaman celallenip dalgalansam, dizlerini Freudyen çekyata dönüştürüyor, başımı okşarken tılsımlı afyonlu sesiyle hipnotize kelimeler düşürüyordu kulaklarıma. Başımı dizlerin den kaldırdığımda onun dediğini yapar buluyordum kendimi. Yılkı atlara gem vuran hünerli seyislere benzetiyordum onu. Güya hoyrat ve dominant olan bendim. Hak getire! Aynanın karşısında kendimi, güçlü ve iradeli görmemi sağlatıyordu, ama benim, bütün başarılarım onun isteklerinin mükâfatıydı. Ne liseyi bitirmek istemiştim, ne de üniversiteye gitmek. Üniversite sınavına da, beni o hazırladı, tercihlerimi ve kaydımı yaptırdı. Oysa lise birde kaplumbağayı rehber edinmiştim kendime; çantamı sırtıma alıp yollara vuracaktım, gemilerden limanlara uzanacak, görmediğim diyarlara gidecek, farklı kültürleri ve insanları tanıyacaktım. Usul usul terbiye ederek beni istediği adam kıvamına getiriyordu Serap; evliliğe isteksizliğimi babama benzemekten korkacağıma yoruyordu.
Uzun ince parmaklarını alnımda gezdirirken; “Nikâh gözünü bu kadar korkutuyorsa, nikâh kıymayız, aramızda sade bir kutlama yapıp birlikte yaşarız” dediğinde, içimden; “Ne istesem kabul edecek, gangster olup banka soyalım, kalpazanlık yapıp önümüze geleni dolandıralım, birlikte intihar edelim…” Dayanamadım arkadaşıyla kaldığı evde, bağıra bağıra; “Ayrılmak istiyorum, ayrılmak! Kafan basmıyor mu? Sülük gibi yapıştın, düş artık yakamdan. Sevmiyorum seni, hiç sevmedim de! İyiliğinin kölesi yaptın. Sömürge bir köle gibi bağladın kendine. Gözümü açmama, hayatı tanımama, başka kadınlarla flört etmeme olanak kalmadan üzerime abandın. Ömrünü aynı kadınla bir yastığa baş koyarak geçirecek adam değilim. Kendine uygun birisini bul” diyerek kapıyı çarpıp çıktım. Otobüs durağına vardığımda aradı, ağlaya ağlaya; “Yalvarırım ayrılma benden. Sensiz yaşayamam” dediğinde ayrılığı arabesk drama dönüştürmesine iyicene kızdım; “Ne hâlin varsa gör!” diyerek telefonu yüzüne kapattım. Otobüsten inip evimin sokağına saptığımda ev arkadaşı Fidan aradı. Fidan’ın arabuluculuğa soyunan aşk doktorculuğu diskurunu çekemezdim o an, açmadım telefonu. Yeniden aradı, iki dakika boyunca bağırtırdım telefonu. Israrından işkillendim, açıp, “Ne var Fidan, ne var?” der demez; “Ne şerefsiz adamsın sen!” diyerek lafımı ağzıma tıkadı. Suratına telefonu kapatacakken sessizlikte niyetimi sezercesine; “Dur! Dur! Kapatma!” diyerek sürdürdü; “Serap bir kutu hap yutup intihara kalkışmış. Hastanedeyiz, doktorlar midesini yıkıyor.”
Koşar adım caddeye varıp taksi çevirdim. Taksiye bindiğimde meczup vari davranıyor, saçlarımı çekip ellerimle yüzümü kapatıyordum. Yüreğim ağzıma gelmişti, kekeliyordum. Peltek peltek konuşuyordum. Taksici şok geçirdiğimi anlayınca aracı kenara çekip indi; elimi yüzümü yıkadı, su verdi. Kendime geldiğimde durumu izah edip hastanenin adresini verdim.
Ölümün kıyısından dönmüştü Serap. Tükürdüğümü salya sümük ağlayarak yaladım. Ölseydi Serap, vicdan azabından kahrolurdum. Suçluluğu bir madalyon gibi yıllarca taşıyacaktım. Birisini paramparça edip arkasında bıraktığı enkazı umursamadan çekip gitmeyi kaldıramazdım, elvermezdi yüreğim. Ogün, Serap’tan ayrılmanın imkânsız olduğuna kani oldum. Gayya kuyusunda huruç bulmam olanaksızdı. Pürüzsüz ve hesapsız afetti beni; bu ne sınırsız ve sonsuz şefkat.
Kime söyleyebilirdim ve kim anlardı beni? En yakınım Sinan’a göre, Serap iki gömlek üstündü benden. Beni derleyip toparlayan, arkamı süpüren, bugünlere gelmemi sağlayan Serap’mış. Serap olmasaymış, ya iflah olmaz haytanın teki olurmuşum ya da kodeste duvarlara çeltik atarmışım. Sinan, Serap’ın baş havarisiydi. Ne zaman yakınsam Serap’tan zılgıt heybesini açardı. Aramızdaki diyalog ekseriyetle şöyle seyrederdi:
“Serap, seni önemsediğinin yarısı kadar kendini önemseseydi; anında biletini keser, koy verirdi seni” Görürdün o zaman Ömer’i, dağılmamış bir parçan kalır mıydı geride?”
“Ben de onu diyorum işte Sinan, üstüne bastın; bi koy versin beni, bi salsın boşluğuma düşmeye, çakılıp dağılmaya razıyım. Ne olacaksa olsun, iyi ya da kötü olsun, sonuçta bileceğim ki, benim tercihlerim, benim kararlarım.”
“Nankör, adi bir adamsın. Ne istiyorsun oğlum bu kadından?”
“Hayatımın üstüne oturdu; ne gitmesini biliyor, ne de gitmeme müsaade ediyor.”
“Hadi lan oradan, sıkboğaz mı ediyor seni, işine arkadaşlarına mı karışıyor? Gel diyorsun geliyor, git diyorsun gidiyor. Utan lan kendinden, bu kadın çocukluğundan beri sırtında taşımış seni.”
“Âşık değilim, niye anlamıyorsun?”
“Hadisene, aşkmış, açtırtma şimdi bayramlık ağzımı!”
Perde burada iniyordu, ne yapsak neylesek açamıyorduk. Sinan, sadakati sağ, emeği sol elinde tutuyordu. Kimseler bilmez, yazılmamıştır hiçbir deftere. Sinan dokuz yaşında iken okul dönüşü annesini tanımadığı bir adamla yatakta görmüş. O görüntü habis bir ur olup beynine saplanmış. Anılarında annesine yer yok, annesi hiç yaşamamış gibi anlatır maziyi. Korkup kaçındığın başına gelir derler ya; Sinan’kisi de öyle, makûs talih, şu kısacık hayatında sevdiği iki kadın da kendisini aldattığından, aşka inancı yerle-yeksan. Sinan sadakate büyük önem veriyor, sadık kişileri el üstünde tutuyor, aldatanları anında hayatından çıkarıyordu. Bana imtiyaz göstermesi, istisna değil, ziyadesiyle seviyordu beni.
Bir hafta öncesine kadar Serap’ı hiç aldatmamıştım. Cinsel perhizde değildim, nefsimi köreltmek için kendimle mücadele de etmiyordum. Biriyle olmak için fellik fellik aramıyordum da. Sevmeden gönül düşürmeden biriyle olamam, tıynet böyle. Aldatmadıysam, âşık olacağım bir kadının karşıma çıkmamasındandı. Aşk muammaydı, nerede ve nasıl karşınıza çıkacağı bilinmez. Alameti de yok. Kıyamete benziyor, palaş pandıras gelip düzeninizi yerle bir edip onulmaz dertlere gark edebilir ve hiç tatmadığınız mutluluğu verebilir de. Aşk uğruna çarmıha gerilmeye de, günaha girmeye de tereddüt etmezdin.
Mine’yi ilk gördüğümde, hastane merdivenlerini, endişe ve telaşla seri adımlarla çıkıyordum. Gebze’den döner dönmez Sinan’ın vurulduğunun haberini ulaştırmıştı arkadaşlar. Personel odasının önünde sırtı dönüktü Mine’nin. Sina’nın oda numarasını sordum, döndü Mine, atlas gözlerinin harelerine haps oldum. Katilinin ayak tıpırtılarını duyan kurbanın bigânece ölüme ibadet edişine eş teslimiyetle felaketimi gözlerinde gördüm. Kanım çekildi damarlarımdan. Eşsiz bir tablonun renklerine, figürlerin hatlarına bakarcasına Mine’yi kafama kazıdım. Hafızanın sırrına nail değildim, ama bu deniz gözlü, saçının rengini günbatımından almış, gamzelerine oval inen hatların çenesindeki parmak izi çukurda birleşerek gerdanına bakış veren göğüs çatalı ve narin bedeniyle tılsımını saçmıştı. O konuşmadan kelimeleri geldi kulaklarıma. Teninin yasemin kokusunun mis kelimeleri. Mavi alacakaranlıkta pütürlü lekeli duvarlarda süzülen sütünün hayat dirilten kelimelerini topladım. Kasıklarında sökün eyleyen mırıltı tatlı biz esintiyle kulağıma çarptı. Aniden hayret ve inanılmazlık içinde aşk fısıltısını essiz bir krampla bedenime saldı. Terbiye edilmemiş hayvani çılgınlıkla aklımda seviştim.
Ara ara bakışmalarda yakaladık birbirimizi, sonraki iki günde. Görmeyenlerin bakışları arasında şifreli kelime köprüleri kurduk. Kimse bilmemeliydi, sessizlikle konuşmalıydık. Dördüncü günde hastanenin kafeteryasında oturduğumda, sırtı bana dönüktü; tost yiyor, hararetle karşısındakine bir şeyler anlatıyordu. Eteğinin fermuarının açık olduğunu fark ettim. Kalçalarını saran beyaz dantelli kilotu aşağıya çekilmiş kuyruk sokumu gözüküyordu. Terli tacizkar bakışların kadrajındaydı. Sandalyeden sert bir hamleyle kalktım yerimden. Nar gibi kızarıp utangaçça omuzuna dokunup, “konuşabilir misiz?” dedim. Oldukça rahat, bir mesai arkadaşıyla konuşurcasına, “tabi” diyerek ayağa kalktı. Masadan meraklı bakışların kıskacında dört adım uzaklaşınca, duvar çatlaklarından sızan suyun ağırlığıyla eteğinin fermuarının açık olduğunu tıslarcasına söyledim.
Bu vesileyle tanıştık. Hastanenin kanlı, umutlu-umutsuz, kaygılı, bekleyişli, hicranı, ağrılı sızılı, doğumlu ölümlü yoluna girdiğimde yürek magman ısınır, yollarca beklediğim o delişmen duyguyla adamlarımı hızlandırırdım. Gidişler sevinç, dönüşler suçluluk duygusuyla yüklü gam.
Sinan uykuya dalar dalmaz, bir üst katta merdiven boşluğumda Mine ile hasbıhal eyleyip sigara tellen direrdik. Gece nöbetleri sigaranın mavi dumanın halkalarına karışıp kısalıyordu. Ne ben sordum, evli misin, sevgilin var mı, ne de o. Ne Mine sordu, dünyayla derdim nedir, ne de ben. O hemşireydi ben refakatçi. Kimliklerimizden, sıfatlarımızdan, öğrenilmiş kurgulu metodik cümlelerden soyutlanarak ve bunların hudutlarına hiç yanaşmadan, “Bisiklet Hırsızı” filminin masun kapkaçlarından, Anna Karanina’nın trajik finalinden, “Leyleğin Geciken Adımı” filminin bar sahnesinde ve hayatın payımıza düşürdüğü tıpırtılarının kelimelerini dilimizde ıslatıp birbirimize sunduk. Islak dudakları loş karanlıkta açılıp kapandığında, dudaklarımı dudaklarına kilitlememek için gözlerimi pencereden kentin siluetine kaydırıp durdum. Ne olduysa geçen Salı gecesi oldu. Dalgakıranları kıran azgın dalgalanın zapt edilmezliğiyle ellerimi beline kement yapıp çektim kendime. Sesin efsuna gölge düşürmesine fırsat vermeden dudaklarının sancısını emdim. Elimden tutup gecenin duldasında boş odaya sürükledi. Aşkın ağrı dindirici iğnesi sevişmekti. Kuralların üzerine işiyerek, yakalanıp bir skandalın ortasında kendini bulmaktan kaygılanmadık hiç.
Bir haftadır o odayı aşk mabedine çevirdik. Artık iflah olmam. Bu on sekiz günü Serap’la geçirdiğim altı yıla değişmem. Serap’ın ıcığını cıcığını biliyorum. Mine’yi tanıyalı kaç gün oldu, kim bilir şirret ve cadalozdur. Esrarlı ve karanlık bir yanı da olabilir. Gözüne kestirdiği erkeğin kanını emip posasını bırakan aşk vampiri de olabilir. Umurumda değil, aşkın koordinatlarında, iyi ve kötü levhaları mı var?
Banktan kalktığımda olanı biteni Mine’ye anlatmaya ve artık onsuz olamayacağımı söylemeye karar verdim. Okula gitmekten vazgeçtim, eve gidip biraz uyuyup dinlenmek istiyorumdum. Öğleyin de Mine’yle buluşacaktım.
Banktan kalktım, dış kapıya kenardan yöneldim. Dişini tutan liseli öğrenci kız, suretinde kekremsi ifadeyle kırçıl sakallı yaşlı adam, aksak aksak yürüyen tombul kadının arasında dış kapıya yöneldiğimde, banka gövdesinin yarısını yatay un torbası gibi yerleştirmiş, sol ayağını künt vari kaldırıma ortalamış ak saçlı adama yanaştığımda gözlerime inanamadım; ev sahibim Samet Dayı. Başı yatık göğün göğüne gözlerini kilitlemiş bön bön bakıyordu. Seslendim, ses vermedi. Yineledim, yine ses yok. Tutup sarstım, dili köpük seliyle dışarı çıkınca kaygıyla bağırdım.
Apar topar sedyeye attık. Acilen muayene ettiler: Samet Dayı bir yıl öncesine kadar binanın en üst katında oturuyordu. Kiranın gecikmesini dert yapmaz, zırt pırt kapıya dayanıp sıkboğaz etmezdi. Eşref saatindeyse, mehtap deminde çalıştığım meyhaneye uğrar, denize bakış veren masaya kurulur, on beşlik rakısının yanağına pilakiyi ve cacığı serer, efkârla dalıp dalıp mırıldanırdı. Kızının yanına taşındı Çavuşoğlu’na. Ketumdu, sırlarını yüreğinin kırk kilitli sandığında taşırdı. İki saatlik bekleyişin ardında doktorlarla görüşebildim. Samet Dayı kısmı felç geçirmişti. Bedeninde yaşamını engelleyecek bir özrün oluşmadığını, ama sınırlı kelimeler dışında konuşma yetisini kaybettiğini söylediler. Yeni bir şok geçirmezse süreçle iyileşebilecekmiş. Bir gece hastanede müşahede altında tutacaklarını belirttiler. Samet Dayı’nın telefonunu ceketinin cebinden alıp rehberden kızı Mücver’in telefonunu bulup aradım. Ardında Mine’yi arayıp acil bir işim çıktığından gelemeyeceğimi söyledim.
Mücver Abla, beti benzi solarak geldiğinde, ben de, Sinan’ın yanına geçip koltukta uyudum. Pala Hayri iki ay ücretli izin vermiş, Sinan’ın hastane masraflarını da üstlenmişti.
Sinan’ın vurulup yaralanmasıyla hadisenin vahametini ve ciddiyetini idrak eden Pala Hayri, “Sen ortalarda pek görünme, ilgilenip halledeceğim” teminatını vermişti. Arayıp sorduğumda “yakında” karşılığını veriyordu her defasında. O gece Mine’de nöbete gelmemişti. Yorgunluktan Sinan dürtmedikçe uyanmadım.
Gönderilmemiş mektuplara benziyordum, solgun, ertesi sabaha uyandığımda. Sabahleyin ilk vizitede, bir hafta sonra Sinan’ı taburcu edeceklerini söyledi doktor. Özgürlüğüne kavuşacak mahpusun heyecanıyla gün saymaya başlayacaktı Sinan. Yattığı yerde pencereye gözünü dikti. Çatılara konan zümrüdi parlak halkalı maviş, çakmaklı, ala güvercinlerin havada süzülüşlerini seyre daldı. Kız kardeşi Resmiye ,“Abim iyileşene kadar sizde kalabilirim” teklifinde bulunduğun da, Sinan, hayır manasında kaşlarını kaldırdı. Pala Hayri, “halledeceğiz” teminatını verse de, riski savuşturmuş değildik henüz.
Aklım Samet Dayı’daydı. Mücver Ablayı aradım: sabaha taburcu ettiklerini, haftaya fizyoterapi seanslarıyla tedaviye başlayacağını söylediğinde, içini çeke çeke hıçkırıklarla ağlıyordu. Mehitin ardında feryad figan ağıt yakanların acısını gözyaşlarında biriktirdiğini düşündüm. Teskin edecek kelimeler sarf ettim. “Yalnız babam olsa” dedi kesik kesik. Karartma günlerinde mi geçiyordu acaba? Talihsiz haberler bazen birikir birikir tufan şiddetiyle yüreğinizi istila eder. Adresini aldım, öğlene kalmaz ziyarete geleceğimi söyledim.
Kentin keşmekeş mahşerine bıraktım adımlarımı. Karsıma aldım rüzgârı, sabah serinliği çağlayanların keskinliğiyle yüzümü yaladı. Katran karası katmerleşen kasvetimin boğumları arasında fırından yeni çıkmış buram buram tüten sabah ekmeğinin tazeliğinde haşkâr haberler aradım. Aksine, Serap göründü gözüme, yanakları ve alnı dağlanmıştı. Lanet ettim kendime de, O’na da. Arasam “geleyim” diyecek. Kasvetten Mine kurtarır beni iç geçiricisiyle telefonu cebimden çıkardığımda, Topselvi sapağında Kürt böreğiyle meşhur Ali Usta’nın dükkânının önünden geçtim. Gözlerim tezgâha kaydı, Suna yoktu. Hey gidi Sinan, bahtsız ve tutuk dostum. Hasbelkader uğradığı börekçide –yol güzergâhında da değildi ya– Ali Usta’nın kızı Suna’nın gülüşüne vurulmuş diye; üniversitenin ilk yılımda günde üç öğün börek yedirtti bize. Bari değseydi; bir yıl boyunca melül melül bakıştıktan sonra, Suna’nın sevgilisi olduğunu öğrenince, Suna’dan da börekten de elini ayağını kesti.
“Geçmişin fitil tutmaz yaraları kanadı. Aile meseleleri, ihtiyaçları var bana. İzin aldım hastaneden, bir haftalığına. Sabah geldim, koltukta uyuyordun. Rahatsız etmek istemedim.”
Göz gözü görmez hayatın sisler bulvarında geçmişin hayaletleri Mine’yi kuşatmaya almıştı. İçim de kendi kendime söylenip durdum; “Bunca derdin tasanın içinde bir de Mine’nin aile dertleri eksikti. Mızmızlanıp sırt çevirmeye meyleniyorsun. Nerede senin çatal yürek dostluğun? İnsan böyle bir şeyi açmazda kalınca sırtını döner gider. Kadın senden yardım da istemedi. Ne diye telaşe ediyorsun? Utanmalısın kendinden.” Telefonu kapattım, el attım minibüse.
Elimde sümbül, kırmızı gül, nergiz kolajlı bir demet çiçek. Diğer elimde, Samet Dayı’nın meyhaneye her gelişinde, bardan alıp masasına koyduğu bir çocuğun başını okşarcasına okşadığı fesleğeni poşete koyarak Mücver Abla’nın kapısında bittim. Üstümü başımı süzdüm; ilaç, oksijen ve dezenfektan kokuyordum. Keşke eve gidip yıkanıp paklanıp kıyafetlerimi değiştirseydim. Elbiselerle yatıp kalkmayı alışkanlık hâline getirmiştim, Sinan vurulalı beri. Saçı sakalı birbirine karışmış uykusuz gecelerde kelimeler arasına sıkışmış yazarlara benzettim kendimi. Zile bir daha bastım.
“Mine!”
“Ömer!”
Yıllar sonra kentin herhangi bir mekânında, tren istasyonunda, iskelesinde otobüs durağın da, kafesinde, meydanında… izlerini kaybetmiş iki arkadaşın şaşkınlığı, sevinci ve heyecanıyla karşılıklı isimlerimizi zikrettik. Şapşal şapşal kapıda durdum. Mine’yi ne zaman görsem elim ayağım birbirine dolanır, saçmalamaya başlarım; “şey” deyip yutkundum; “Mücver Abla evde mi?” Bu kadar aptalca bir soruyu başkası sorsa istihzaya alırdım.
“Girsene içeri, kapıda durma. Demek dedemi hastaneye kaldıran vefalı kiracısı sensin. Hayatın güzel tesadüfü iste.“
Aval aval yalı kazığı vari kapıda dikili durarak; “Mücver Abla ya“ der demez içimden; “yuh be oğlum, rezil ettin kendini” diye geçirdim.
“Mücver Abla’n”, hovardaca kahkaha attı Mine, hastanede beni baştan çıkararak tutkuyla sevişen sen değil miydin dercesine bakarken sürdürdü; “Mücver eski kocasını görmeye gitti.”
Köşelere monta edilmiş koca koca gümüş şamdanlar, gül figürlü ampikler de saçılan portakalımsı ışığın büzmesinin vurduğu biblolar, ilimitasyon mu gerçek mi ayırt edemediğim tablolarla döşeli tripleks daire sergi salonlarına benziyordu. Samet Dayı, deniz manzaralı pencerenin kenarında donuk gözlerle oturuyordu. Sokuldum yanına, çiçek demetini Mine elimden alıp bronz vazoya koydu. Poşetten fesleğeni çıkarıp uzattım Samet Dayı’ya, geçmişten sökün eylemiş bir fotoğrafta sarılırcasına göğsüne alıp sarıldı. Burnunu çiçeğin gövdesine dayayarak kokusunu içine çekti. Yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı. Fesleğeni pencerenin kenarına koyup güçlü kollarını bir yengeç gibi doladı. “Nasılsın Samet Dayı?” soruma, eliyle kafasına dokunarak; “Her şey var, dil yok” karşılığını konuşmayı yeni yeni öğrenen çocukların zorlamasıyla verdi. Gözleri yaşardı. Aniden bir şeyi anımsarcasına kırışmış gözaltlarına bulaşan yaşlarını silerek yeniden daha bir sıkı sarıldı.
“Si… Si…” dedi Samet Dayı. Anlamadım ilkin, yeniden, “Si. Si…” diyip kollarını açtı, ellerini yanaklarıma götürüp tombul işareti yaptı, sağ ellini başıma getirerek uzun işaretini yapınca benim jeton düştü, Sinan’ı soruyordu. İyi olduğunu, yakında taburcu olacağını söyledim, buruksun ifadeyle. Samet Dayı’nın ağzı kelime yuvasıydı. Kelimeler gelip ağzında birikiyor, ama bin de biri ancak çıkıyordu dışarı.
Hüzünbaz mevsime haps olduğumu fark edince Mine, “Tasalanma, dedem muradına nail oldu sayılır, iyileşir yakında” dedi eğilip kulağıma fısıldayarak. Teskinci kelamlar mıydı bunlar, yoksa bulmacanın ipuçları mıydı? Evin duvarlarında, köşelerinde, dolapların çekmecelerinde, çiçeklerin yaprak aralarında, paltoların ceplerinde sırlar mı dolanıyordu?
Şüpheci sorular çoğalıyordu içim de. Samet Dayı’nın yıllanmış efkârken bakışlarının şemsiyesi altında sohbet etmeye çalıştık. Ben yağmurla saklandığı dehlizden çıkan salyangozun antenleriyle yanıtlara gidecek kelimelerin titreşimine kulak kabartıyordum. Samet Dayı elini göğüs hizasında bir tabanca gibi tutarak işaret parmağını kırıp kırıp bırakarak tetiği çekercesine hiddetle; “Bam! Bam!” diye bağırıp ardında dilediği sonucu alamamanın hüsranıyla; ”Ahğ!” “Ahğ!” çekerek dizlerine vuruyordu. Ben şaşkın, Samet Dayı öfkeli ve hüzünlüydü. Aramızda eğlenen yalnızca Mine’ydi.
Dedesinin, “Bam!” “Bam!” Larına haykırışla tempo tutuyor; “Alnının ortasına. Ahğ! Ahğ! Iska, hay lanet!” coşkuyla dedesinin heyecanını kamçılıyordu. Tımarhaneye düştüm, deli bunların hepsi diye içinden geçirirken, Mine, dış kapıyı kilitleyip anahtarı aldı, “yukarı çıkalım” davetinde bulundu. Utangaç bakışlarla başımı öne eğdim. Kızarıp bozardım yerin dibine girdim. Samet Dayı ne düşünür hakkım da sonra, duraksadım. Kolumdan tutup çekti Mine, utana sıkıla merdivenleri peşi sıra çıktım.
Odasında denize bakan cephesi kalın camla örülmüştü. Camın taban çizgisiyle deniz bitişikmiş gibi görünüyordu. Adımımı atsam denize düşerdim. Yük gemileri, vapurlar ve sandallar denizin dalgalarında sallanan beşikleri andırıyordu. Adaların göz kamaştıran güzelliği eşsiz bir manzaraydı. Akşamın alacasında yıldız cümbüşünü, yakamoz pırıltısına gülümseyen ayı hayal ederken, Mine, “Gel buraya, çok özledim seni” diyerek yatağına çekti.
“Deden aşağıda, ya duyarsa. Annen de gelebilir her an.” Yüreğim ağzımdaydı, basılırsak bir daha yüzüne bakamazdım Samet Dayı’nın.
“Ne oldu sana?” dediğinde gömleğimin düğmelerini çözüp sıyırırken devam etti: “Hastane odasında korkmuyordun basılmaktan.” Bencilliğimi sert bir şamarla yüzüme vurdu. Hastane odasında yakalansaydık, Mine hastaneden atılmakla kalmayacak, hemşireliği de yanacaktı. Zayıf tarafımdan yakalayıp kırbaçlayınca yediremedim kendime.
Dudaklarına dudaklarımı kilitleyip yayvan kalçalarından kendime çektim. Parmaklarımı eteğinin altında bir çiçeğin yaprağını kaldırırcasına kilosunun arasına sokup kalçalarının sancısını parmak uçlarıma yedirdim. Bacaklarını bir ahtapotun kolları gibi belime kilitleyip penisimin üzerinde ritmik devinimlerle delişmence esriyip boynumu ıslak dudaklarıyla emerken pembemsi meme uçlarını somurarak ani bir hareketle yatağa fırlatıp pul pul balıkların kayganlığını taşıyan göğüs çatalından öpücüklerle aşağıya indim.
Soluk soluğa aşk ateşini sevişmenin zirvesine çıkardık. Giyinirken; “Samet Dayı neden şok geçirmiş? Asağıda ne anlatmaya çalışıyordu?” dedim, aklımdaki sorulara yanıt olacak anahtar kelimeler arıyordum. Sır taşıyan ağırlaşır, tereddüt etti ilkin Mine, kararsızlığımı gözlerime taşıdı. Sutyeninin koncasını birleştirdi, “Fitil tutmaz geçmişin yarası demiştim ya, babamı vurmuş.” Bendeki tepkiyi ölçmek istercesine çehremi dikkatle süzdü. İstemsizce dudağımı ısırdım.
“Korkulacak bir şey yok. Kurşunun birisi omuzunu, diğer de kolunu sıyırmış. Ofisinde vurmuş. Babam iyi, dün pansuman yapıp gönderdiler. Polise, sokakta kavga eden iki grubu ayırırken yaralandım, ifadesinin vermiş. Bereket dedemin elleri titriyor.”
“Deden nazik, kimseyi incitmek istemeyen kendi hâlinde biri. Babanı niye vurmak istesin?”
“Sevişmenin ardında sorgu suale mi tutarsın?”
“Yok, öyle değil de”
“Aileler günahların ve sırların mabedidir. Sırrı öğrendin mi yazgısına da yazılırsın.” Aynanın karşısında saçlarını düzeltti.
Koltuğa oturdu, ayaklarını kaplumbağa varı içine çekti, “trajik bir hikâye bu. Vicdanlarının ve tutkularının esiri insanların hikâyesi. Babam Cemal Kılıç, sol cenahta tanınır, namı diğer Sarı Cemo. Fırtınalı zamanların cevval devrimcilerinden.12 Eylül Cuntası öncesi Hatay’da dayım Abbas ile aynı örgütteler. Annem de yoldaşları, babam iki kez hayatını kurtarmış dayımın. Körkütük platonik âşık annem Sarı Cemo’ya. Sarı Cemo, örgütte şef, abisinin de en yakın dostu. Duygularını gizlemiş hep, cesaret edip bir türlü açılamamış. Cunta ölüm süvarilerini sokağa saldığında firardaymış babam. Yoldaşlarından birisi yakayı ele veriyor, işkencede dayanamıyor, çözülüyor. Polisle birlikte ev ev dolaşıp bildiği kim varsa toplatıyor. Sarı Cemo’nun kaldığı evi de söylüyor, ev kuşatılıyor. Dayım haberi alır almaz, beline iki tabanca takıp, bombaları da cebine koyup babamın saklandığı eve doğru yola koyuluyor. İntihar resmen, ölümü göze almış. Birbirilerine çok bağlıymışlar, sırt sırta onca badire atlatmışlar. Devrime ve birbirlerine inanıyorlar. Arka mahalleden dolanıp babamın saklandığı eve yanaşıyor. Polis evin önünü kuşatmış, teslim ol çağrısı yapıyor. Sınırlı kurşunla babam direniyor. Abbas polisin dikkatini dağıtmak ve babama kaçma fırsatı yaratmak için, evin çaprazından bombaların pimini çekip fırlatıyor. Babam arka pencereden kaçıyor, ama kurşun sağanağında kalan dayım yaralanıyor. Kurtuluyorlar kuşatmadan da, dayım yaralı, üç de polis ağır yaralı. Hastaneye gidemezler, anında dayımı öldürürler. Yoldaşlarının da yardımıyla kayıkla Suriye’ye dedemin yanına kürek çekiyorlar. Dedem hudutlarda kaçakçılığı organize ediyor, bir evi de Suriye’deymiş. Dedeme yetiştiriyorlar dayımı, çok kan kaybediyor yolda, ama ölüm hastane yolunda dayımın soluğunu kesiyor.”
Durdu Mine, tarihin trajedilerini biriktirip gözyaşlarına taşıdı. Katrelerinin gözeneklerinden bugüne baktı. Uzanıp göz pınarlarından süzülen katrelerini dudaklarımla emdim. Künyesine sızmış acıları vakumlamak arzusu içimde büyüdü.
“İstemiyorsan anlatmayabilirsin.” Söylediğimin aksine sonuna kadar anlatmasını istiyordum. Mine’nin acılarını tazelenmesine üzüldüm.
“Kapıyı bir kez açtık. Bu kapıdan kimin çıkacağını bilemezsin. Sırlar kaderine çeker insanı, bir kez ifşa edilmeye görsün.” Elini ensesine götürüp ovdu, tiryaki olmadığı hâlde sigara istedi, yakıp verdim.
Dayımın mezarı dedemin Suriye’deki evinin bahçesinde. Dedemin gözlerinde musalla taşına yatırılmış kızının bedeni. Kaybedişin acısı eldekine kalkan olmaya evrilmiş. Babam can dostunu toprağa verdiğinde, devrim Eylül hazanıyla sararıp solmuş. Dedem Hatay’a dönüp Hanife nenemi ve annemi alıp Suriye’ye geçmiş. Oradan da ver elini Fransa, babam da yanlarında. Fransa’ya varır varmaz, dedem babamı karşısına almış; “oğlum Abbas’ı toprağa verdim. Sen de benim oğlumsun, bilirsin, seni hiç ayırmadım hiç Abbas‘tan. Seni de kaybetmeye dayanmaz yüreğim, Mücver’i de. Mücver ile evlenin, yanımızda kalın. Diyememiş babam, Mücver’i sevmiyorum diye, boynunu büküp rıza vermiş. Nasıl diyebilsin, oğulları Abbas hayatını kurtarmak için kendini feda etmiş. Yerlerinden yurtlarından olmuşlar. Fitil tutmaz, kabuk bağlamaz acıların yasasına ancak eş derece bir acıyla karşı koyabilirsin. Dedemin önerisini geri çevirse; Abbas’ın emanetlerine sırtını dönecek, kayıp birken dört olacak. Geride kalanları koruyup yasatmak, becerebilirse mutlu kılmak sorumluluğu omuzlarında. Dedemin elinde büyümüş sayılır babam. Sarı Cemo ricat etmiş Cemil’e, bu Cemil başka ama kan ve mezardan mürekkep içten yanmalı, dumanı tütmezler den. Yaprak dökmüş bir yanı Mücver’in; kesif gam ve acı kokuyor; fırtınanın çocuğu Abbas sızlatıp durmuş yüreğini ve bir yanı bahar bahçe; Fransa murad kapısını açmış, kavuşmak imkânsız, ancak hayal olabilir ve hayal olduğu için güzel dediği Cemil ile evlenmiş. Hanife’yi sorma; Abbas ile birlikte onu da gömmüşler, nefes alıyor yalnızca. Mücver ile Cemil evlenmiş.
Fransa’da üç yıl yetmiş dedeme, pul pul dökülünce soluğu Türkiye’de almışlar nenemle birlikte. Hatay’da acılı anılar kanatıp durur, polis de boş bırakmaz, İstanbul’u mesken tutmuşlar. Varsıllıymış ta o zamanda dedem, bu binayı ve senin oturduğun binayı dikmiş.
Dedem ve nenem ‘85’te Türkiye’ye dönmüşler. Ben ‘87’de doğmuşum. Aklım yetti yeteli babam ile Mücver’in aynı evde iki yabancı olduğunu anımsarım. Mesafeliydiler hep. Babamın Mücver’e bir güne bir gün kötü sözü, hakareti olmadı. Şuradan kalk şuraya otur da demezdi. Mücver de öyle. Babamın Mücver’i sevmediğini anlıyordum. Evde pek konuşmazlardı. Mücver zorlarsa, dışarı çıkar, davetlere teşrif eder, hasbelkader seyahate çıkarlardı. Evde tutkulu öpüşmelerine, özlemle sarılışlarına tanık olmadım. Mücver’in işvesi, baştan çıkarmasıyla sevişirlerdi.
Istırabının sukutla beslerdi babam. Dört yaşındaydım, üç yıl hapis yatmayı göze alarak Türkiye’ye dönmek istediğini söyledi babam. Mırın kırın etti başta Mücver, ısrar edince babam, bi çare kabul etti. Babam dilsiz sandık, Mücver o sandığın kilidiydi. Yeter ki yanında olsun, peşine cehenneme de giderdi.
Belirsizliklerle ve ziyaret kapılarına bağlanmış umutların ikramiyeleriyle Türkiye’deydik. Uçaktan iner inmez tutuklandı babam. Umarsızdı, kelepçeleri bileklerine geçirdiklerinde, ta ki dönüp bana bakış verene kadar. O’na soğuk, kızgın, yitik bakıyordum, çocukluğumu kendiyle birlikte götürüyor dercesine. Sırası mıydı Türkiye’ye dönmenin, hem de üç koca yılı hapiste geçirmenin. Artık akşamları kulağımı kapı tıkırtılarına dayamayacaktım. Her akşam onu bekliyordum, eve varır varmaz odamın kapısını açıyor, “uyumadın mı hâlâ sen” diyordu, oyuncaklarla oynarken. Oyuncaklar umurumda değildi. Uyanık kalmak istiyordum, odanın ışığı açıksa gelecek, yatağıma uzanıp beni kucağına alacak ve masallar anlatacaktı” dediğin de buğulandı sesi Mine’nin.
“Bana baktığında kendinden utanarak usul usul gözyaşı döktü. Bayrampaşa, Sağmalcılar Hapishanesine götürdüler. Haftasında Mücver ile birlikte ziyarete gittik. Fransa’daki, o somurtkan, omuzları düşük, az konuşup az gülen adamdan eser yoktu. Ağız dolusu gülüyordu.”
Yerinden kalktı Mine, pencerenin karşısına dikildi. Kaybettiği çocukluğunu seyrüsefer yapan gemilerde arıyordu belki. Hiv ve set arasında döne döne fırlayan iki kurşunun ardında, vicdanlarının ve tutkularının yıkımıyla heba edilmiş insanların öyküleri çıktı. Babasını vefa sarayına haps olarak düşündüm. Gençlik umut ve altın günleriydi, ama geçmiş kara bir saten gibi çöküyordu üstüne. Yağmur sularına bırakmak istediğim anılar canlandı zihnimde, annem oturdu yanı başıma. Hazin ve yitikti, terk etmek istediğim anılar ardımdan geliyordu. Kız kardeşim Seçil’in cenaze törenini anımsadım. İki yıldır meyhanelerin müdavimcisi, sahil kayalıklarının matizleri ve metruk mekânların köşebentleri berduşların yareni olmuştu babam. Günün birinde hayatının yalanlar üzerine inşa edildiğini öğrenen birisinin ölüme ibadetiyle yaşıyordu. Aniden dümeni alaboraya kırmış, işini sevecen ve şefkatli hâlini bir çırpıda terk edip bambaşka birisine dönüşmüştü. Ara ara inşaatlarda çalışır, aldığını içkiye yatırırdı. O kara güne kadar her şeye rağmen O’nu çok seviyordum. Annem haftanın dört günü evlere temizliğe gidiyordu. O gün de, annem evlere temizliğe gitmişti. Sabahtan öğlene kadar Seçil’e babam, okuldan dönüce de ben bakacaktım. Sabahçıydım. Eve geldiğimde dumandan göz gözü görmüyordu. Telaşla pencereleri açıp annemin yatak odasına koştum. Duman altıydı oda. Gözlerim yanıyor, duman soluğumu kesiyordu. Öksüre öksüre pencereyi açıp beşikten Seçil’i kapıp dışarı fırladım. Kaskatıydı, çürümüş eriğin rengini almıştı. Ölmüştü işte, hayatın tüm güzelliklerinden mahrum kalmıştı. Yaşama hakkını ayyaş bir narsist çalmıştı
Babam mütemadiyen akşamdan kalmaydı. O günde, sabah kalkıp votkayla pislenmiş. Üşüyünce sobaya kömür atıp kapağı kapatarak mutfağa dönüp kafayı çekmeye devam etmiş. Oturduğu sandalyede sızarken tıkalı baca dumanı geri tepince olan olmuş.
Cenazede küçük tabut mezara konulup kürekle toprak atıldığında yakıcı gerçeği fark ettim. Karalara bürünmüş matemzade anneme, ayyaş babama, konu komşuya ve dönüp mezara baktım. Nevrim döndü, etrafta ele geçirdiğim taşları kapıp, “katil ayyaş! Defol buradan, onu sen öldürdün!” diye haykırıp fırlattım. Taşlardan birisi alnını yardı, kan içinde kaldı. Haydut kılıklı iki amcam hışımla üstüme yürüyünce ok gibi fırlayıp kollarını açarak onları durdurdu. Önüme gelip diz çöktü, “istediğini yap oğlum. Ölümü fazlasıyla hak ettim” dedi. Öfkeden tir tir titriyor, ağlıyordum. Avucumdaki taşı sıktıkça sıktım. “Hadi vur” dercesine yalvaran gözlerle bakıyordu. Taşı avcumda sıkıp şiddetle çenesine yumruğu geçirip, “geber!” dedim. Annemden hazmetmediğini her fırsatta gösteren büyük halam Vahide, kolumdan tutup sürükledi beni. Dar bir sokağa saptığımız da, “ne halt ettiğini sanıyorsun, baban isteyerek mi kardeşini öldürdü?” dedi.
“O öldürdü işte! Allah’ın her günü içip içip zilzurna eve geliyor. Kendini düşünüyor yalnızca.”
“Bütün suç annenin. Annen babana karılık yapsaydı, babanda kendini içkiye vermezdi.”
İrkilip gerindim geriye, sırtım soğuk duvara değdiğinde, ellerini beline koymuş halamın dudak kıvrımlarında müstehzi gülüş, “yere göğe sığdıramadığın Suzan’ın ne mal olduğunu sen bilmezsin” dediğinde; “annemi sevmezsin sen zaten, kardeşine de laf kondurmazsın. Karalıyorsun annemi” karşılığını verdiğimde göğsüne düşen saçları havalı havalı geriye fırlattı. Ağusunu kusarcasına yanaştı yanıma, etli elini omzuma koyarak; “şimdi beni iyi dinle” peşreviyle, on yıl öncesinde yeraltına gömülen sırrı sandığından çıkarıp kulağıma üfledi, Suzan doğup büyüdüğü Balıkesir Biga’da mahallede genç kızların gözdesi Nadir’e âşık olmuş. Nadir hayta, hınzır hovardanın piri. Aklında kavak yelleri Suzan’ın tatlı bir tebessüme gönül okşayıcı sözlere yuva kurmuş beyaz gelinliğiyle Nadir’in kolların da gireceği mavi panjurlu ev. “Nikâhlı karım olacaksın” vaadiyle sevişmişler. Nadir hayırsız çıkmış. Almancı dul bir akrabasıyla gidince ortada kalmış Suzan, ellerinde ölgün hayalleriyle. Nadir ile Suzan’ın aşkını Biga da duymayan kalmamış. Dile düşmeye gör bir kez, zemin kuş olursun. Nadir ikbalinin peşine giderken; Suzan ile yaşadıklarını marifet kabilinde yaveri şoför Sami’ye ballandıra ballandıra anlatmış. Şoför Sami yolunu kesmiş Suzan’ın “Benimle olmazsan, Biga’da duymayan kalmaz, Nadir’in minibüsünde, evlerinde seviştiğinizi.” Terslemiş şoför Sami’yi Suzan, ama nafile, Sami’nin tacizleri durmak bilmemiş. Umudu sönünce Sami’nin, çirkefleşmiş, sağda solda, “Nadir ile birlikte yiyorduk Suzan’ı, ne karı ama iki erkeği birlikte idare ediyordu” karalamasını gıybete teşne dillere bırakmış. Suzan afişe edilip adı aşüfteye, hafif meşrebe, orospuya çıktığı yetmemiş, babasının dayaklarıyla sevmenin cezasını ödemeye başlamış. Babası, “Bu yosma şerefimizi beş paralık etti, sokağa çıkacak yüz bırakmadı bizde. Ölse de kurtulsak, yoksa vurup öldüreceğim, mahpuslarda çürüyeceğim bu orospu yüzünden,” nakaratını günaşırı tekrarladığı günlerin birin de, büyük teyzem; akça pakça, kırba, varsıllı yaşlı bir adamı çıkarmış dedemin huzuruna; “Hikmet bey Suzan’a talip, her şeyiyle kabul ediyor” teklifini sununca, iki hafta içinde, sessiz sedasız; isteme, söz, nişan kotarılıyor. Düğünden iki gün evvel sahneye babam Abdullah çıkıyor. Çocukluğundan beri Suzan’a vurgun Abdullah, ailesinin kati itirazlarına kulak kapatmış; Suzan’ı ikna ederek kaçırmış. Gürültü kopmuş Biga’da, dayımlar silahlanıp peşlerine düşmüşler. Sözü kanun bellenen aileler devreye girince yumuşamış dedem. Balıkesir’i terk etmek şartıyla olay tatlıya bağlanmış.
Gebze’ye yerleşip evlenmişler. Ne ister bir kadın; aş, ev, ilgi, şefkat ve sadakatten başka. Zamanla beni de sever ümidiyle yedi yıl boyunca sabrı emekle parlatıp; bir tatlı söze dilenmiş, bir gülüşe hasret kalmış. Sanmış ki aşkın prens kuralı, iyi insan olabilmekte. Sanmış ki ben, onun için her şeyi göze alıp kudretli bir tutkuyla seversem, o da beni sever. Mevsimler mevsimleri, yıllar yılları kovalarken, aşkının karşılığında, minnet ve borcuna sadık bakışlarını, her gün, her ay, her yıl görünce anlamış, annemin, ne yaparsa yapsın kendisine asla âşık olmayacağını ve anladığı günde boşlamış kendisini. Cesareti olsa intihar edip anneme vicdan azabı bırakacak. Annemin bakışları ve teni yaşama tutunduğu tekdal olmasa çekip gidecekmiş.
Vahide halama göre, babam anneme Allah’ın Lütfü, ömürlük armağanmış. Annem için hayatını heba etmiş; ailesini, akrabasını, dostlarını karşısına almış. Annem diyetini babamın aşkına aşkla karşılık vererek, saçını süpürge ederek ödemeliymiş. Bunlar düpedüz sahtekârlıktı. İyilik karşılık beklemez, çıkar gözetmez. Madem babam fedakâr, iyilik perver birisiydi, tanımadığı herhangidir baldırı çıplağa yardım etseydi. Tutkusunun kurbanı olmuştu babam, hepsi bu. Anneme sahip olacak, boynuna minnet halkası geçirip esir edecekti. Mutluğunu isteseydi annemin, belanın içinden çekip aldıktan sonra hayatına yeni bir sayfa açmasına olanak tanır, ömrüne ipotek koymazdı.
Üniversiteye başladığım yıl, annemi karşıma aldım, “niye çekiyorsun bu çileyi? Babamı sevmiyorsun, biliyorum. Boşan gençsin, gönlünü kaptıracağın birisi karşına çıkar” dediğimde anneme benzerliğimi de fark ettim. “Âleme verir talkını kendisi yer salkımı” atasözünü durumu tasvir ediyordu. Annem, “iyi bir adamdır baban. Ölümün hendeğinden çıkardı beni, hayat verdi. Bunca zamandır bir kötü söz etmedi bana. Kötülüğü kendinedir. Artık aşktır, sevgidir de beklemiyor benden. Sevdim de ne oldu, rezil rüsva oldum, ne onurum kaldı, ne de gururum” karşılığını vermişti.
Trajedilerden mutluluk doğmuyordu. Benim gençliğim annemin mazisi, annemin yaşlılığı benim bugünümdü. Mine annesini aradı, iki saate kalmaz geleceğini söylüyordu Mücver. Koltukta kucağıma oturup kuzini sobanın kenarında mayışan kedilerin esrimesiyle kollarını boynuma, başını göğsüme dayadı. Atlas gözlerinde yunuslar çırpınıyordu. Elimi beline sarıp çektim kendime; “hikâyenin sonunu getirmedin.”
“Niye merak ediyorsun sonu? Masallardaki mutlu sonları mı kolluyorsun?” dediğinde Mine, içinde seyahate çıkma istemi kımıl kımıl büyüdü. Adımlarının arşınladığı toprakların önemi yoktu, mekânların arasında dolanan hikâyeleri emmek, onlarla ruhumu dayayıp döşemek istiyordum. Ve onlardan kendime bakma ihtiyacı.
“Çocukken vazgeçtim mutluluktan ve umut etmekten, Elbiselerinin iplikleri, babalarının geçmişleri ve tercihleriyle örülü hayatların çocuklarıyız biz. Seni tanımak ve anlamak istiyorum. İlk kez birisine çok yakından bakıp onu gerçeğiyle tanımak istiyorum.”
“İnsanlar için yaşanılanlar ya da hakikatin önemli olduğunu sanmıyorum. Nasıl yorumladığımız ve mayalandırıp kendimize nasıl anlattığımız önemli. Bu hikâyeyi Mücver farklı anlatır. Babam da farklı anlatır. Keza dedem de.”
“Tepedesin, kuşbakışı panoramik görüyorsun. Olayların asli öznesi değilsin ve ikisinden de yaraların yok; birini kollamanı gerektirecek sebebin olmadığından tarafsız anlatırsın.”
“Aileden sağlam çıkan olmaz Ömer, yanılıyorsun. Anlatıcı laboratuvar gözlemcisi değildir. Olayların kahramanı ol ya da olma, olayların içinden çıkan herkes taraftır. Belleğin seçici olduğunu da unutmayalım. Benim anlattıklarımın da bir taraf gözü olduğunu es geçme. İkisini de seviyorum, haksızlık yapmamaya özen gösteriyorum. Mücver, daima Mücver idi; güzel ve tutkulu eş, fedakâr ve arkadaş canlısı anne. Babam ise başka; çocukken Cemil Kılıç’ı seviyordum, ergenliğimde sarı Cemo’yu keşfettim. Sarı Cemo’ya hem çok kızgınım hem de çok seviyorum.”
Kapattı gözlerini Mine, su üzerinde ağır ağır süzülen nilüfer güzelliğinde kollarımdaydı. Parmaklarımı tarçın kokulu dudaklarında gezdirdim. “Kurdeşan oldun” dedi gülümseyerek; “tamam, anlatacağım gerisini, bir şartım var ama.”
“Şart koşmana gerek var mı, istemlerini önemserim.”
“Kendine mukayyet olamazsın; dediğinin aksine, değdiğin insanlar senin için ilgi çekiciyse, derisinin altına girmek, onun hikâyesini emmek istiyorsun. Sen de yazarlık gözü var, insanlara roman karakteri gözüyle bakıyorsun.”
“Beni başka bir gün irdeleriz. Şartın ne?”
“İki gün boyunca benimlesin, yarından itibaren. Bu konuda, tek bir soru sormanı ya da imada bulunmanı istemiyorum. Aklın Sinan’da kalmasın, Şükran halleder.”
“Sinan’ın refakat işinin çözersek, körün istediği bir göz, vermiş iki göz” der demez toplandı Mine, dudaklarını ıslattı.
“Hapisten çıkınca babam, Fransa günleri geldi. Alttanalta derin bir kriz olgunlaşıyordu. İlk patlak yedi yıl önceydi. Ayrılmak istediğini söylediğinde, kıyameti kopardı Mücver. Susuzlukta sunulan bir bardak suyun hatırına yıllarca çile çekmeye razı olacak denli kadir kıymet bilen babamın; ne nankörlüğü ne de vefasızlığı kaldı. O sesiz sedasız kadın aniden canavarlaştı. “Abim seni kurtarmak uğruna canından oldu. Annen baban ölünce babam sahip çıktı sana, okuttu, sayesinde avukat oldun. Darda kaldın, yurtdışına çıkardı seni. Üç yıl boyunca, karına, çocuğuna baktı, bir ihtiyacını eksik etmedi. Yirmi yıldır karılık yapıyorum sana. Yaşlanıp eskiyince mi aklına dank etti.” İçindekilerini kustu Mücver, hiddetle. Donup kaldı babam, yine vicdanına teslim olmayı, kendine kıymayı tercih etti. Artık haftada iki üç gün eve gelmez olmuştu babam, avukattı, seyahatti, dosya incelemesiydi derken geçiştirip gidiyordu.
“Üç yıl önce yeniden denedi babam ayrılığı, ‘Rızanla ayrıl’ önerisine Mücver yine pençelerini göstererek savdı. Babam hapisten çıkar çıkmaz ayrılmalarını istiyordum. İkisini de çok seviyordum, ama bu evlilikte eriyip gidiyordu babam.”
Kalktı Mine, masanın çekmecesinde kapağında kehribar renkli istiridyelerin bulunduğu defterin arasından bir zarf çıkardı. “Üç ay önce, Mücver babamın çantasını karıştırırken bulmuş. Etkileyici, harika bir mektup. Kırk yaşından sonra aşkı bulan babamın annemi aldattığının belgesi. Bana da böyle bir mektup yazılsa akıp giderim peşine.”
Masaya oturdu Mine, ayaklarını sandalyeye dayayıp dingin bir tonla okumaya başladı:
“Seninle başladı hayat. Seninle gökyüzünün mavisini buldum. Su berraklığını seninle kazandı. Damarlarımda dolanan kanı seninle hissettim. Aşkın meçhulümde, işitmeyen kulaklar görmeyen gözler arasında yakaladım seni. Susamıştın aşka. Acemi öpücüklerim teninde aşkı tattı. Bilmediğim bir lisanla sana söylemek istediklerimi biriktirdim. Alfabesi olmayan harflerle mektuplar yazdım sana.” “Kıskanıyorum seninle olan anılarımı, sen koynumdan kalkıp Mücver’e giderken. Anılarıma sığınıyorum, onlar da beni terk etmesin diye. Rüyalarımda sana sadakatsizlik ediyorum. Verdiğim sözü tutmuyorum. Başını koynuma koyup ağlama artık diyorum. Seninle çiçektendirdiğim anılar tarlasıyım. İkimize ait bir dil oluşturdum, senden başkasına yer yok. Vefama zeval gelmesin evliliğin zarar görmesin diye isyanımı kartal armalı zalim ordularla bastırıyorum.
“Seni bilmeyenler acıma mana veremiyor. İsmini haykıramamak, seni sevdiğimi dünyaya duyuramamak ne zor bilemezsin. Kaçamak bakışmak, şifreli mesajlarla günahkârlar gibi haberleşmek, beş yıl boyunca gizli gizli sevişmek… Her gece Didar demeni özlüyorum. Biliyorum, gerçeği kendine bile söylemek zordur. İkinci kadın olmak; kuytuluklar da saklanmak ve evliliğin gölgesinde kaçamak sevişmelerle teselli bulmaktır.
“Artık aşkımı sabırla, gizli gizli buluşmalarla ve rüyalarıma sığınarak teselli edemiyorum. Sana da tercih yap diyemem. Seni hafızama alarak gidiyorum. Gözlerin benimdir. Varsın tenin başka tenlerle buluşsun.”
Noktadan sonra sessizlik çöktü odaya. Heybetli kayalar vari yerimizden depreşmedik. Didar’ın ikimizin de bilmediği bir lügatle kaleme aldığı mektubun kelimelerini boğazımızdan düşürmeye çalışıyorduk. Göz göze geldim Mine’yle; bakışlarımız ikimizin de babasını kıskandığımızı söylüyordu.
“Görmeye gittim Didar’ı. Adresini isteyince babam şaşırdı. Acılarla ve vefayla sürdürülen evlilikte, aldatmak sayılmazdı. Bu mektubu yazan kadın merak edilmez mi? İzin aldım hastaneden, ver elini Midyat. Didar, bakmaktan doyamayacağın, zümrüt gözlü, narin, sempatik, esmer güzeli bir kadın. Dört yaşı büyük benden, yirmi yedi yaşında. Yirmisinde mahpusta tanışmış babamla, avukatıymış babam. Mahpusta beş ay kalmış. Felsefe öğretmenliği yapıyormuş burada. Mektuptan sonra her şeyi bırakmış. Şimdi Midyat’ta Süryani Derneği’nde felsefe dersleri veriyor.”
“Annen ne yaptı mektuptan sonra?”
“Celallendi! Bugüne değin iki satır yazmamış babama. Babam da ona. Bu mektubu yazan kadınla âşık atamayacağını, rekabete giremeyeceğini de biliyordu. Didar’ın tevazuu, olgunluğu ve enginliği altında da eziliyordu: ‘Terk edeceksin o yosmayı. Bunlar hiç yaşanmamış gibi hayatımıza devam edeceğiz’ dedi ama kararını çoktan vermişti babam. Boşanma dilekçesini vermiş, açıklamaya uygun zamanı kolluyormuş. Mektup vesile oldu. Kırkından sonra bulduğu aşkı ne pahasına olursa olsun kaçırmak istemiyordu. Eşyalarını toplayıp evden ayrıldı. Dedeme de gidip kendisi söyledi. Dünyalar tatlısı dedem, bu husus dışında çok anlayışlıdır. Kaldıramadı bunu ama gidip gelip; ‘Vuracağım o haini. Öldürmezsem toprakta kabul etmez beni’ diyordu. Ekimde yazı terk eden İstanbul’un gri örtüsü çöktü Mine’nin üzerine. Geçmişin moloz yığını arasında kalan bir albatrostu; ömrümüzün yarısı geçmişin günahlarının gölgesinde ve onlardan kurtulmakla geçiyor” dedi.
Sırların kör düğümlerini tek tek çözüp ifşa edince hafiflenilmiyor. Kimin kulağına üflenmişse orada mayalanıyor. Kendimi derin kurneli çinili hamamların sahiplerine benzettim. Hamamın duvarları arasına bırakılan sırlar kulağımda uğultuya dönüşüyordu. O an mahkeme gecikmeden burada kurulmalı, kalemler kırılmalı. İdama çarpılanlar çarçabuk darağaçlarına çıkarılmalı, diğerlerine kendilerini bulma fırsatı verilmeli dedim içimden. Mine’ye döndüm, O’nu kaybetmek pahasına, belki de oradan oraya savrulup dururken yanı başımda sessizce bekleyen Mine’ye son nefesine kadar yaşamanın olasılığına dayanarak; “altı yıldır süren bir ilişkim var. O’nu değil seni aldattım” dedim; yol ayrımına geldiğimi bilerek.
Bir aydır gizliden gizliye birisiyle görüşüp sonunda durumu kabullendiğini Mine’nin söylediği annesi eve gelince Mine’yle dışarı çıktık. İstanbul sokakları bizi bekliyordu: “önce Hanife nenemin mezarına uğrayalım, babamın hapisten çıktığı yıl vefat etti. Sonra babama uğrayalım, ertesi gün Midyat’a gidecek, boşanma davası başladı. Önlerinde engel kalmadı” dedi. Elimi tuttuğunda mahcubiyetle; ”bi’şey demeyecek misin? Kız bağır, ama bi’şey de” dedim.
“Dur, otur duvara” buyururcasına söylediğini yaptım, geçtiğimiz sokaktaki evin dış duvarına oturdum, karşıma geçti: “Bi’şey dememi istiyorsun, tamam öyleyse; hayatın insana en güzel armağanı kendin olmaktır. Kendin olmayı ertelersen, zaman çürütüp yaraya dönüştürür seni, kendinden utanırsın o vakit. Erteleme, O’na âşıksan, arkana bakmadan çek git, gıkım çıkmaz. Erteleme Ömer, kendinle yüzleş, kırıp döksen de O’nunla da yüzleş.”
Günbatımda yürüyorduk sokağın bitişine doğru, içimdeki kaygıların düğümleri çözülüyordu, Zaman açılıyordu.
Edirne 2020