(Enver Özkartal)
Madde, enerjinin yoğunluk kazanmış hâlidir. Enerji maddeleştikçe varlığını somutlaştırır. Bu anlamda görünür olmak anlamlıdır. Daha üst bir anlam ise görebilmektir. Görünür olabilmek ve görünürü görebilmek muhteşem bir gelişmedir.
Görmek eyleminin ışıkla bağlantısını kurmak gerekir. Işık olmadan görebilmek mümkün değildir. Görebilmenin temellerine indiğimizde de oldukça gerilere gitmemiz gerektiğini de görürüz.
Çok hücreli canlıların başlangıç tarihleri bir buçuk milyara kadar gider. İlk aklımıza gelen pandorina on altı hücreli bir organizmadır. Bir anlamda çok hücreli canlıların ilkidir. Hatta birçok ilkten bir tanesidir. Pandorinada hücreler organize olmamışlardır. Bu anlamıyla somut bir görevle yükümlü değillerdir. Dolayısıyla bu kolonide karmaşa diz boyu. Uzun bir evrim tarihi vardır. Yüz milyon yıl gibi bir süreyi kapsayacak düzeydedir.
Pandorinanın ardından gelen Eudorina otuz iki hücreli bir kolonidir. İlk organize olmuş çok hücreli bir organizmadır demek yerindedir. Elbette tam teşekküllü bir organize değildir bu. Bunun başlangıcıdır demek daha doğru olur.
Çok hücreli Eudorina kolonisi içinde “ışık alıcı” olarak bulunan pigmentler vardır. “Bu pigmentler güneşten gelen ışığı emerler. Kloroplastlardan farklı olarak burada emilen ışık, enerjiye dönüştürülmeyip organizmayı sevk ve idare eden komutanların harekete geçirilmesinde kullanılır.” (“Dinozorların Sessiz Gecesi”, s.120, Hoimar Von Ditfurth). İş bölümünün gelişimi de bu boyutuyla çıkar ortaya. Çok hücreli organizmalarda bu gelişim oldukça önemlidir. “Kırmızımsı Pigment Lekeleri” ışık yutucuları olarak görmenin ilk canlı organizmalarıdır. Daima ışığa
, aydınlığa doğru sürüklenir ve yol alırlar. Bunlar Alg olarak değerlendirilen bitki hücreleridir.
Demek ki biz canlılar görmeyi bitkilere borçluyuz. Görme, bitkilerden bize armağandır diyen bilim insanları da vardır.
Görmek; tanımak, bilmek, öğrenmektir de. Canlılığı tam teşekküllü organize olmuş bir büyük okul olarak değerlendirirsek görmek bu okulun çok önemli bir bölümüdür diyebiliriz. Çünkü görmek çok yönlü büyük öğretir.
Pigmentler ve kloroplastlar arasındaki farkı da koymak yararlı olacaktır. Aslında her ikisi de ışığı emer. Bitki hücreleri olarak fotosentez bu yolla yapılır. Kloroplastlar ışık emici organeller olarak enerji üretirler. Bu nedenle kloroplastlara enerji üretim fabrikaları da denir. Pigmentler ise enerji üretmezler. Emilen ışık, organizmayı harekete yani sevk ve idareye, yönlendirmeye hizmet eder. İlk iş bölümünün ortaya çıkması da bu dönemdedir. Çok hücrelilerdeki bu ilk iş bölümünün önemini günümüzdeki hücreleri incelediğimizde daha iyi anlıyoruz. Diğer canlı özelliklerinin de bu anlamı önemi büyüktür. Bilge’den yapacağımız şu alıntı bunun önemini daha da belirgin kılacaktır.
“His ve duygunun gelişimi başlı başına bir mucizedir.”, “… Cinsellik başta olmak üzere tüm canlılık özelliklerini bir düşünce biçimi olarak görmek önemlidir. Canlılığın kendisi bir anlamda öğrenme yetisidir. Bu anlamda Descartes’in ‘düşünüyorum öyleyse varım’ deyişi yerindedir. Daha da genelleştirirsek, evrenin kurallar dâhilindeki döngüsünde öğrenme muhteşem bir gelişmedir. Şu söz anlaşılırdır, ‘tanrı kendini gözlemek için evreni yarattı’. Hegel’deki kendi farkına varmak için ‘geist’in (evrensel zekâ) maddeleştiği yargısı da görmeye bağlantılıdır. Belki de görmek, görünmek oluşumun esas gayelerindendir. Zevk ve acı duyguları da hayvan canlılığında kendini hissettirir. İki histe yaşamın farkını hatırlatır. Ne kadar zevklenirse o denli yaşam fark edilir, benimsenir; ne kadar acı duyulursa yine o denli yaşam fark edilir ve bu sefer benimsenmez ve sürdürülmek istenmez, ikisi de öğrenmenin keskin okullarıdır. Zevkin ve acının öğretici değeri yüksektir. Zevk büyük öğretir. Dolayısıyla yaşamın değerinin güçlü takdirine yol açar. Zevkin sonu acıya oldukça yakınken, acının da sonunda zevkli yaşam şansı yüksektir. Yaşamlar aralarındaki farkı, daha iyi görmek daha zevklenmek, acı çekmek biçimindeki öğrenmelerle ortaya koyarlar.”
Yine Bilge “canlılığın kendisi bir anlamda öğrenme yetisidir” diyor. Çok anlamlı. Canlı olmak öğrenmektir. Çünkü cansız olundu mu öğrenilmez. Dar anlamda yorumlamak istemiyoruz bunu. Daha da genelleştirirsek ilk büyük patlamadan bu yana milyarlarca yıl geçti. Evren büyüdü, serpildi. Büyümek, serpilmek çoğalmak, zenginleşmek canlılık örneğidir. Canlı bir evrenle iç içeyiz. Enerji- madde ikilemi canlılık izahını iyi gösteriyor bizlere. Enerji bu potansiyeli içinde taşıyor. Enerji maddeleşerek görünür kılıyor kendini. Bu hareketliliği biliyoruz. Tabi mekanik bir hareketlilik olmadığını da biliyoruz. Potansiyel canlılık her ne kadar en belirgin halini hayvanlar ve insanlarda kılmışsa da bunlarda öncülerine borçludur bunu. Demek ki canlılık potansiyeli başlangıçtan beri vardır. Dolayısıyla öğrenmeyi buraya kadar götürebiliriz. Enerji var oluş potansiyelini açığa çıkardıkça öğreniyor ve kararlaşıyor.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer yön ise, bu öğrenmenin yok olmamasıdır. Farklı zenginliklerde büyüme bunun en iyi kanıtıdır. İnsan beyni için öğrenmelerin en yoğunluk kazandığı yerdir de diyebiliriz. Hatta evrenin arşivi en mükemmel haliyle insan beyninde gizlidir demek abartı olmasa gerek.
Enerji-madde bütünlüğünde en organize canlı insandır. Evrenin özeti ya da mikro evren gibi tespitleri hak etmesi bu özelliğindedir. Eğer enerjinin en organize olmuş maddesi olarak insanı değerlendiriyorsak, öğrenme insanda en niteliksel haliyle somutluk kazanmıştır. Duygunun, hislerin mucizeliği de buradan gelmektedir. Enerji-madde-düşünce bütünlüğünü de bu paralelde anlamlandırmak mümkündür.
Evrende var olan şeyler enerjinin maddeleşmesi olarak görülür. Einstein formülü bunu anlatır. Enerji maddeleşirken tümüyle maddeleşmez. Böyle olsa, hareket, canlılık olmaz. Demek ki her madde de o maddeyi hareketli yani canlı kılan enerji vardır. Değişim çeşitlenme bu hareketlenmeyle bağlantılıdır. Zaten evrenin ilk oluşum anlarındaki kayıp enerjiden bahseder fizikçiler. Kayıp enerjiyle madde kararlaşma sürecine girmiştir. Bu olmamış olsa, evrenin bu şeklinde gelişmeyeceği de açıktır. Demek ki evrende tek seçeneğe mahkûm değildir. Demem o ki evrenin oluşum ve gelişimini bu anlamda mutlaklaştıramayız.
Enerjinin maddeden yana eğilim göstermesi hatta maddeden yana tavır alması bir anlamıyla kayıp enerjiyle mümkün olmuştur. Muhteşem bir denge ve adalet ilkesiyle kendini var eden evren, düşünen doğa olarak insana kadar gelmiştir.
Evrende var olan her şey atomlardan oluşmuştur. Onlarda atom altı parçacıklarından yani maddi yapımız birdir. Taş ve kurbağa, ağacı ya da bitki arasındaki fark atom dizilişlerinin farklı olmasıdır. Bu farklılık düşünemeyeceğimiz kadar çok çeşitlilik ve zenginlik yaratmıştır. Bu ilerlemenin sınırı yoktur.
İnsan da böyledir. Bilge bunu şu şekilde somutlaştırmaktadır.
“1-Maddenin yapı taşları olarak atomlar hem sayı hem diziliş olarak insanda en zengin bir varlığa ve bileşime sahiptir.
2- Biyolojik dünyanın tüm bitkisel ve hayvansal yapılarını temsil etme avantajına sahiptir.
3- Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimlerini gerçekleştirmiştir.
4- Çok esnek ve özgür bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
5- Metafizik yaşayabilmektedir.”
Dolayısıyla “insan, beyninde madde-enerji-düşünce birliğini yakalamak imkân dâhilindedir.”
Enerji insandaki canlılığın gücüdür, yani ruhudur. Enerji olmadan en gelişmiş canlı olarak insan, insan olarak yaşayamaz. Aslında bu tüm canlılık için geçerlidir. Enerji var olmanın nedenidir. Aynı zamanda değişimin de. İnsanda açlık, enerji tüketimidir. Yani bedenimiz enerji tükettikçe enerji açlığını ya da açığını hisseder. Doymak bir anlamıyla kaybedilen enerjinin geri alınmasıdır. Açlığımız doyurulmadan yani almamız gereken enerji alınmadan hareket ve canlılık inisiyatifimiz gerçekleşmez. Bu enerji hiç alınmasa beden, yani hücreler birbirini yiyerek tüketir yani iflas eder. Ekonomi bir boyutuyla açlık üzerine formüle edilmiş bir sistemdir. Kapitalizm bu gerçeği görmüş olmalı ki sömürü sistemini bu formül üzerinde şekillendirmektedir.
Konumuza dönecek olursak; demek ki enerji olmazsa olmazımızdır. Yani ruhumuz…
Bedenimizin organize hâli bir bütün olarak bu enerji sayesinde işlerlik kazanır.
Demek ki süper gelişmiş madde olarak ele aldığımızda insanı bu canlı, işlerlikli kılan enerjinin kendisidir. Beynimizde düşünce işte bu işlev sonucunda açığa çıkmaktadır. Beyin (madde), enerji, düşünce…
Daha önce de belirttik, evrensel öğrenmenin en yoğunluklu hâlidir insan. Kısacası insan beyni, evrenin oluşum sürecinden insana gelene dek kazanılmış öğrenmelerin özünü beyninde taşımaktadır. Biz buna bilgi de diyebiliriz. Evren, geçirmiş olduğu süreçlerin deneysel bilgisini insana aktarmıştır. Tabi bu, bildiğimiz anlamda bir bilgi aktarımı değildir. Yani bir baba ne geçirmiş ve öğrenmişse öylece oğluna aktarması gibi bir şey değildir. Örneğin, tüm oluşumlar bir kararlaşma sonucunda var olurlar. Her yeni oluşum bu kararlaşma mirasını kendi ruhunda taşıyarak yeni oluşuma gider ve üst senteze ulaşır. Yani bir önceki bir sonrakinde yaşar. Biyolojide bu genetik olarak da böyledir. Bir başka anlamıyla deneyim aktarımı vardır. Bir başka anlamda nitelikleşme aktarımıdır. Daha farklı boyutuyla daha da öte bir çeşitlenmedir. İşte, tüm bunlar da öncekilerin deneyim ve birikimleri saklıdır. Sezilerimizi bu süreçlerle bağlantılı ele almak mümkündür.
Çünkü sezi, “duyu organlarını, deneyimi ya da aklı kullanmadan kazanılan kavrayış, içgüdüsel bilgi”dir. Sezilerimizin uyanmasında duyu organlarımızın rolü tabi ki küçümsenemez. Yoğunlaşma, enerjinin bir ya da birden çok noktada harekete geçirilmesidir. Düşünce bu paralelde oluşur. İyi, derin düşünceler güçlü yoğunlaşmalarla mümkün olur. Sıradan düşüncelerde ise belirtilen çerçevede bir enerji kaybı yaşanmaz. Bilgeler, peygamberler, büyük yoğunlaşmalara iyi örneklerdendir. Ciddi düşünce ürünlerinin, paradigmaların açığa çıkması bu nedenledir.
Dolayısıyla enerji canlılığın ruhudur. Bilge’nin “canlılık bu durumda özel bir enerji akış sistemi mi olmaktadır?” sorusuna “evet” yanıtını verebiliriz. Tabi ki bu soru canlı insanla ölü insan arasındaki 18 gramlık enerji farkından yola çıkılarak sorulan bir sorudur. “Evet” dedik çünkü enerji canlılıkta özel bir akış içindedir.
Bunu bu şekilde ele almamızın nedeni kimyasal canlılıkla biyolojik canlılık arasındaki enerji akışının farklı olmasından dolayıdır. Kimyasal canlılık biyolojik canlılıktaki gibi tezahür etmez. Dolayısıyla biyolojik canlılıkta enerji özel bir akış içine girer. Bilge’den yapacağımız alıntıyla meramımızı daha iyi anlatabiliriz.
“Hayvanlar âlemi başlı başına sistemdir. Başlangıcında bitki ve hayvan hücresini ortaklaşa temsil eden türe rastlanmıştır. Zaten dikkatli bir gözlem, bitkisel âlem olmadan hayvanlar âlemine geçişin olamayacağını gösterebilecektir. Bitkisel yaşam hayvansal yaşamın ön koşuludur. Daha da önemlisi gelişkin bir bitki varlığı gelişkin bir hayvan varlığının koşuludur. Potansiyel canlılık hayvanlar âleminde görme, duyma, acı, arzu, kızma, sevme gibi daha gelişkin hislere duygulara yol açabilmektedir. Sürekli yiyecek peşinde koşma açlık ihtiyacını daha yakından incelemeyi gerektirmektedir. Açlığın yoksun kalınan enerjiyle bağı rahatlıkla kurulabilir. Bir kez daha enerjiyle canlılık arasındaki ilişki karşımıza çıkmaktadır. Açlık giderildiğinde gerçekleşmiş olan ihtiyaç duyulan enerjinin depolanmasıdır.”
T Tipi Hapishane Bafra/Samsun