“Gerçek acıyı tanıdım
yaraya değdim
bir cehennem taşıdım
omuzlarımda sanırdım
açtım gözümü ki dünya
cehennemden öte cehennem
utandım.” [2]
Olay herkesi irkiltti. Oysa, lanet olsun, öylesine beklenilen, öylesine ürkütücü şekilde vaka-i adiyedendi ki… Çocukluk yaşlarını geride bırakmış her Türk kadını ve erkeği, bu ülkede tek başına otostop yapan bir kadının yüksek tecavüz riski altında olduğunu bilir. Sanırım ülkeyi tanıtan turizm rehberlerinde de kayıtlıdır bu risk. Bu nedenle de Türk ya da turist, kadınlar, Türkiye’de şehirlerarası yollarda yanlarında bir erkek olmadan pek otostop yapmazlar.
Aslına bakılırsa, Türkiye’de risk altında olan kadınlar, yalnızca otostop yapanlar değil… Hatta yalnızca kadınlar da değil. Kız-erkek çocuklar, yaşını doldurmamış bebeler… Bu nedenledir ki Türkiye’de kadınlar hava karardıktan sonra sokaklarda pek tek başlarına dolaşmazlar… Yalnız yaşamaktan mümkün olduğunca kaçınırlar… Çocuklara yabancılardan uzak durmaları, sıkı sıkıya tembihlenir. Mümkünse sokağa yalnız salınmazlar… Yani tehlikelere karşı önlem alınır… Ama işte o kadar…Yoksa “tehlike”nin neden var olduğu, nasıl baş edilebileceği, tehlikeyi yaratan koşulların nasıl değiştirilebileceği üzerine pek kafa yorulmaz…
(Oysa işin paradoksal yanı, “tehlike”nin yalnızca “yabancılar”dan kaynaklanmadığıdır. Türkiye’de kadın ve çocuklara yönelik taciz/tecavüz olaylarının yabana atılamayacak bir bölümü, “tanış”, “yakın” erkeklerden, hatta “aile efradı”ndan gelmekte… Hâl böyle olunca da, “yabancı”lara karşı alınan bütün o tedbirler, şehirlerarası yollarda otostop yapmamalar, hava karardıktan sonra sokağa çıkmamalar, tek başına yaşamamalar, çocukları tembihlemeler… etkisiz kalmakta… dahası, “aile” patentli cinsel şiddet iç bulandırıcı bir suskunlukla karşılanmaktadır; akrabalar, mahalleli, -intikâl ettiğinde- karakol ve mahkeme tarafından…)
Ve işin sırrı galiba buradadır: Kadın ve çocuk, birer “kişi” değil, “aile kurumu”nun vesayeti/himayesi altındaki varlıklardır, Türk(iye) insanının gayrıresmî zihniyetinde (yakın zaman öncesine dek “resmî”sinde de: cinsel suçları “aileye karşı suçlar” başlığı altında ele alan TCK değiştirileli daha ne kadar oldu ki?)… Aile, kolun içinde kırılacağı “yen”dir, kadın ve çocuğu, ama özellikle kadını bir kutsallık, bir dokunulmazlık hâlesiyle donatır… Aile kadını “sahipli”dir; erkekler dünyasındaki dile getirilmemiş uzlaşıya göre, sahipli kadına sahibinden başkası “dokunamaz”. “Bacı”, “yenge” ya da “bayan” olarak sonsuz bir erişilmezlik içerisinde masun ve erdemli kalabilir o. Tabii bu “kavli” bozacak “hafifliklerden” kaçınması, “sahipli” olduğunu hiçbir zaman aklından çıkartmaması ve karşısındakine de her zaman hissettirmeyi bilmesi koşuluyla… Bu koşullar altında, kamusal alana çıkmak zorunda kaldığı sınırlı anlarda bile, lokantalardaki “aileye mahsus” kısımların, otobüs koltuklarındaki “bayan yanları”nın, trenlerdeki “kadın kompartmanları”nın koruyuculuğu altında, rahat bırakılacaktır.
Ama kadın ailenin “koruyucu hâlesi”nin dışına çıkmayı, iki ayağı üzerine tek başına dikilmeyi seçtiğinde, işin çehresi apansız değişir. Bir kadın “aile kadını” değilse, “hiç kimse”nin kadınıdır – yani üzerinde bir “kavil” yoktur; herkesin (buradaki “herkes” erkeklerdir tabii ki) erişimine açıktır; o, “mubah”tır… Daha da çarpıcısı; kimsenin “aile”si olmayan bir kadına yönelik cinsel şiddet, herhangi birinin “namus”una hâlel getirmediğine (çünkü “namus”, kadın için bireysel bir erdem değildir; ancak “aile” bağlamı içinde -yani babaya, erkek kardeşe ya da kocaya ilişkin olarak- bir anlam kazanır; tek başına olan, yani “aile” olmayan bir kadın için “namus”, ilişkinsiz bir kavramdır…) yani erkekler-arası zımnî “kavil”i bozmadığına göre, suç da olamaz.
Bütün bunlar, tabii ki bu ülkede her erkeğin potansiyel ya da aktüel “tecavüzcü” olduğu anlamına gelmiyor. Ama, “Barış Gelini”nin kurbanı olduğu zihniyet haritası, kültürel şablon, kabaca böyle. İşin paradoksal, ve sonuçları bu denli acılı olmasa üzerinde sayfalarca mürekkep tüketilecek, saatlerce şehvetle konuşulacak “sanatlı” ve trajik yanı, iki zihniyet dünyası arasındaki korkunç mesafe… Bir tarafta, fena hâlde Hıristiyanvarî bir “çile” imgesi; “İsa’nın (bakire) gelini” çağrışımına dayandığı ölçüde “kutsal”laşıp/dokunulmazlaştığını düşünen bir barış/selamet misyoneri… öte yanda, üzerinde gelinlik, kendisine el eden “kocasız” kadının “profanlığı/ihlâl edilebilirliği” konusunda temrinli, saldırganlığı “meşru”(laştırılmış) bir erillik…
* * * * *
“Pipa Bacca olayı” üzerine büyük tartışma patlak verdi, kamuoyunda. Kanımca işin bir ilginç yanı da, bu tartışma(lar)daki saflaşmalar: “Rezil olduk/niye rezil olalım ki, dünyanın her yerinde böyle şeyler oluyor” eksenli ‘ulusal’ özgecilik; “işte erkekler böyledir/canım her erkek tecavüzcü değil ki” eksenli ‘cinsiyetçi’ yüzeysellik, “cezaları arttıracaksın/cezalar yeterli, ama yargıçların zihniyeti değişmeli” eksenli hukuksal indirgemecilik… Özetle sorunu, giderek kesifleşen toplumsal/kültürel karmaşalarımız alanına yerleştiren pek çıkmadı.
Oysa, gazetelerin üçüncü sayfalarından üzerimize saldıran haberlere bakacak olursak, toplumsal/kültürel patolojimizin git gide derinleşiyor… İşsizlik, pahalılıkla, geçim derdiyle, köşeye kıstırılmışlık, yetersizlik duygusuyla karşı karşıya kalan “kışkırtılmış erillik”, “kültürel mubahları” üzerinde boşaltıyor hıncını. “Aile-dışı” kadınlar olduğu kadar, kendi “mahremi”, yani “ailesi” olan kadınlar ve çocuklar üzerinde de… Yani “elinin altındakiler” üzerinde… “Yukarısı” karşısında çaresizleştikçe, “aşağısı” karşısında saldırganlaşıyor… El kadar bebeler tecavüze uğruyor, vücutlarında sigara yanıklarıyla sokağa terk ediliyor; buluğa ermemiş kız ve erkek çocukların organları parçalanıyor; ve her gece evlerden kadın çığlıkları yükseliyor…
“Peki ya ne yapmalı?” dediğinizi duyar gibiyim… Ceza yasalarının değiştirilmesi, cezaların ağırlaştırılmasının kendi başına bir deva olmadığı/olamayacağı açık – kadın hukukçular bu konuda ısrar etseler de. Sorun polisin, yargıcın eğitilmesi, “kadın sorunları”na duyarlı hâle getirilmesiyle de hâlledilebilecek kertede kolay değil…
Kanımca çözüm, çok daha derinlemesine, çok daha geniş kapsamlı, köklü ve üç ana veçhesi olan bir “dönüştürme” edimini içeriyor… Veçhelerden birincisi, kadın(lar)ın “aile-içi ya da dışı”, cinsel ya da değil, her türlü eril şiddet ya da şiddet tehdidi karşısında, iki ayakları üzerinde durabilecekleri maddî-manevî donanımın, özgüvenin sağlanması: yani ataerkinin geleneksel ya da modern tüm versiyonlarıyla mücadele etmelerine olanak veren, kişiliklerini güçlendirecek bir donanım sağlayan bir eğitim; insan onuruna uygun, bağımsız bir geçimi olanaklı kılacak bir gelir getiren bir iş; genelde insanlar, özellikle de kadınlar arası dayanışmacı toplumsal ilişkilerin, yaşam koşullarında köklü dönüşümleri harekete geçirecek ve denetleyecek örgütlülüklerin desteklenmesi; kadınların tüm karar alma mekanizmalarına eşit katılımının, kamusal yaşamın tüm alanlarındaki mevcudiyetlerinin teşviki… başka bir deyişle, “Kadınların Kurtuluşu” perspektifinin içerdiği her şey…
İkinci veçhe ise, tüm bir toplumun rehabilitasyonu, zihniyetlerin dönüştürülmesi ile ilgili: erillik ile dişillik arasındaki kültürel mesafenin azaltılmasına, her iki cinsiyetin birbirlerini tamamlayıcı ve denk olarak algılamalarına, özellikle erkeklerin cinselliği sonunda zafer kazanılacak bir savaş/fetih olarak değil de, rızaya dayalı, özgürce paylaşılacak bir insan sıcaklığı; kadınlarıysa “aile” kategorisi içinde değil, kendileriyle eşit haklara sahip “kişi”ler olarak görmelerine yönelik formel ve informel eğitim süreçlerinin devreye sokulması; kadın bedeninin bir teşhir nesnesi, üzerinden kazanç sağlanabilecek pornografik bir meta ya da örtülerek denetim altında tutulabilecek bir “has bahçe” olmadığı bilincinin yaygınlaştırılması; cinselliğin “yasak”lar, “ayıp”lar, “günah”lardan soyularak “insanîleşmesi”; yani toplumsal cinsiyete ilişkin algı ve rollerin eşitlikçi bir tarzda dönüştürülmesi ya da, geleneksel ya da modern ataerkilliğin zihinlerde yarattığı deformasyonların giderilmesi yönünde ısrarlı, inatçı bir “kültürel savaşım”…
“Ya üçüncü veçhe” mi? Tabii ki, tüm bu dönüşümleri olanaklı kılacak, toplumdaki her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisini ortadan kaldırmaya yönelik, eşitlikçi-özgürlükçü bir devrimci atılım…
Başka türlüsü de, emin olun, mümkün değil…
N O T L A R
[1] Demokratik Kadın Hareketi Bülteni, No:8-2008, Temmuz 2008.
[2] Gülten Akın
Sibel Özbudun