“Dünyanın görsel tarihini yazıyoruz…”
Güney: Fotoğrafçılığa neden ve nasıl başladığınızı sizden öğrenmek istiyoruz.
Ara Güler: Aslında herkes zannediyor ki ben birdenbire fotoğrafa başladım. Halbuki ben birdenbire fotoğrafa başlamadım. Ben esasında sinemayla başladım. Çünkü babam bana ben çok küçükken, 15 yaşındayken, sinema oynatma makinesi aldı. Bu makine 35 mm’lik Erneman Kinox marka bir makineydi. Ben orda sinema filmlerini oynatmaya başladım, fakat filmler azdı. Babam İpek Film Stüdyosu vs. ile arkadaştı. Onların film stüdyolarına malzeme verirdi. Film ilaçlarını verirdi. Ben o stüdyolardaki imha edilecek eski filmleri, sessiz filmleri alır oynatırdım. Benim bu işi sevdiğimi görünce, yazları beni film stüdyolarına gönderdiler. Orda montajda, senkronda, Joachim Filmeridez’in kameraman asistanlığını yaptım. Sonra bir dublaj stüdyosunda çalıştım. Bu benim çok hoşuma gidiyordu. Ben hepsini tanıyordum. Babam da Muhsin Ertuğrul’un arkadaşıydı. Daha sonra orada büyük bir yangın oldu. Yangından kurtulan son insan ben oldum. Dama çıktım, dam da yanıyordu. İtfaiye beni damdan kurtardıktan sonra babam beni bir daha oralara göndermedi. Ben daha sonra fotoğrafçılıkla uğraştım amatör olarak. 1948’de Mavi başlıklı bir yeni İstanbul gazetesi vardı, çok ciddi bir gazete idi. Ben orada foto muhabiri olarak çalışmaya başladım. İlk çektiğim fotoğraf Gümüşsuyu’ndaki yıkık Atatürk heykeli idi. O zaman da bugünkü gibi böyle olaylar vardı. Bu dincilerin olayıydı.
Foto muhabiri olarak çalışırken aynı zamanda İktisat fakültesinde okuyordum. Üniversite’den ayrılınca yedek subaylığımı yaptım. Dönünce Hürriyet gazetesinde çalışmaya başladım. Ama orada çok kısa çalıştım. Hayat mecmuası çıkmaya başladı bu dönemde. Bu mecmuada Vedat Nedim Tör vardı. vs. Onlar benim farkıma vardılar. Ben senelerce Hayat Mecmuası’nda çalıştım. Röportaj yapmaya başladım. 11 kez Cannes Festivali’ne gittim, çünkü sinemaya hâlâ merakım vardı. Sophia Loren, Brigitte Bardot vs. ile röportajlar yaptım. İran Şah’ından, Winston Churchill’e kadar röportajlar yaptım. Bir sürü meşhur insanın resmini çektim. 1956’da dünyanın en büyük basın organizasyonu olan Times ve Life mecmualarının buradaki muhabiri oldum. Burada büro açtılar. Büroları kapandıktan sonra da onların adamı olarak yanlız ben kaldım. Sonra Fransa’daki Paris Match’ın muhabiri oldum. Buralarda daha çok ropörtajcı olarak çalıştım. Vietnam harbinde 96 tane foto muhabiri ölmüştür, ölen yazar sayısı 2’dir. Bu işin asıl kahramanlığını foto muhabirleri yapar.
Güney: Bir de resimlerin evrensel bir dili var değil mi?
Ara Güler: Resimlerin tabii ki evrensel bir dili var. Ben bir yerde resim çekerim, onu herkes anlar.
Güney: Fotoğrafçılık bir sanat dalı olarak da geçiyor…
Ara Güler: Sanat benim umurumda değil. Sanatçı Türkiye’de şarkıcılara denir. Ben şarkıcı değilim. Onun için ben sanatçı değilim.
Güney: Asıl anlamıyla alırsak bir sanatçısınız, çünkü fotoğraflarla bir şeyler anlatıyorsunuz, siz de bunu söylediniz, bunu röportajcılık olarak adlandırıyorsunuz.
Ara Güler: Bu bir gazetecilik olayıdır, sanatla alakası yoktur.
Güney: Ama fotoğraflarla birşeyler anlatmak kolay bir şey değil. Herkes eline bir fotoğraf makinesi alıp da birşeyler anlatamaz.
Ara Güler: Fotoğrafın kültürünü bilmesi lazım. Bir kere insan olması lazım. Ruhu olması, kalbi olması, anlaması, sevmesi lazım. Birtakım adamlar neyi seviyor ki neyin fotoğrafını çekecek? Sevmediğin şeyin resmini çekemezsin. Eğer bir Bertrand Russel varsa ve ben onun resmini çekmişsem, Bertrand Russel’in bütün kitaplarını okumuşum, sevmişimdir, ondan onun fotoğraflarını çekiyorumdur. Anladın mı? Picasso’yu çekmişsem, onu biliyorum, onu sevmişim, ondan etkilenmişim de, onun için onlara şapka çıkarırım. Ama düdüğün birinin ben fotoğrafını çekmem yani.
Güney: Türkiye’de fotoğrafçılık nasıl algılanıyor? Türkiye’de bir fotoğraf sanatçılığı var mı, öyle bir anlayış var mı?
Ara Güler: Kendini sanatçı zanneden bir yığın fotoğrafçı vardır tabii. Diğerinden biraz daha iyi görmek, diğerinden biraz değişik görmek bir marifet midir? Yani bunlar Beethoven midir, Mozart mıdır, nedir? Sanatçılık bu kadar ucuz mu baba?! Türkiye’de ucuz.
Güney: Ama asıl anlamıyla siz de kabul ediyorsunuz, fotoğrafçılık bir sanattır.
Ara Güler: Benziyor.
Güney: Peki fotoğrafla resim arasındaki fark nedir? Ya da bir fotoğrafçıyla ressam arasındaki fark nedir?
Ara Güler: İkisi de dört köşe bir çerçeve içine birşeyler çizerler. Bir tanesi fırçayla çizer, bir tanesi gerçeğin içinden koparıp elindeki acayip makineyle ondan bir parça çeker. Şimdi ressam hür bir adamdır. Sanat hürriyetten gelir. Hür olan adam sanat yapabilir. Yani ben siyasi bakımdan hürriyetten falan bahsetmiyorum. Yani ben mavimi kullanmak istiyorum, mavi kullanırım. Buraya cami mi koymak istiyorum, cami çizerim; buraya vapur mu olsun, sandal mı olsun, ağaç mı konsun, onları çizerim. İstediğin zaman istediğin kompozisyonu dört köşenin içine yaparsın. Ressam bunu yapar, ben yapamam. Çünkü ben elimdeki dört köşe makineyle bir yere bakmaktayım. Bir yerin içinde o varsa onu çekebilirim, olanı çekebilirim. Onun için yalan konuşmayan birşey yaparım ben. Sanat halbuki yalandan doğar. Sanat yalandır. Bunu ben söylemiyorum. Oskar Wilde diyor. Anladın mı? Sanat faydasızdır diyor. Pek o kadar değil, faydasız değil faydalıdır. Çünkü insanları eğitir. Sinema yalandan doğar. Mesela senaryoyu rejisör kafasında düşünür, yapar eder. Öyle bir sahne yoktur. İnşa edilir, dekoru konulur, adamı gelir, oynatır. Herif ezberden bilmem ne yapar. Rejisör kameranın arkasından bakar, der ki sen burdan yürüyeceksin, şuraya kadar geleceksin. Fotoğrafta böyle bir şey yok ki!… Adam istediği gibi istediğini yapar. Sanat yalandan doğar, hakikat olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi gösterir. Ama onun verdiği bir sihir vardır ki, o mühimdir, işte ona sanat denir. Halbuki fotoğrafın o kadar sihiri yoktur. Fotoğraf gerçekte varolan şeyin bir neticesini yapar. Yani var olan bir şeyi çekersin. Ben şimdi köprünün üstündeyim, burdan bir vapur geçmesini istiyorum gelmiyor vapur ne olacak? Halbuki ressam öyle değildir. İstediği yere istidiği şeyi koyar.
Güney: Sanat bir kurgudur, sanatçının kendi kafasında kurduğu şeyi yansıtmasıdır, insanlara bunu göstermesi, anlatmasıdır. Fakat bu kurduğu şeyler gerçeğe uyuyor mu uymuyor mu, gerçeği bir parça yansıtıyor mu, yansıtmıyor mu şeklinde sanatlar da ayrışıyor. Mesela toplumsal gerçekçi bir sanattan bahsediyoruz, sanat için sanattan bahsediyoruz. Bu konuda kendi uğraşınızı nereye yerleştirirsiniz?
Ara Güler: Ben hikaye yazarıydım. Onun için kompozisyona çok dikkat ederim. Bunları yaparsın, yaptığın kadar oluyor. Yani tam istediğin gibi olmaz. Yoksa olmuyor yani, anladın mı? Şimdi benim fotoğraflarda planlar vardı. Bir andı, bir anı yakalamaktı. Ve ancak o gerçekte o an varsa yakalarsın. Bir de poz yaparım onlara, nefret ediyorum onlardan. Bunlar bir şey değil.
Benim fotoğraflarım zaten realisttir, çünkü aslında daha fazla dokümantasyon ağırlıklıdır. Ben bir İstanbul resmi çekiyorsam İstanbul’un tarihini yazıyorum. Ben dünyanın her tarafına gittim, mesela Fiji Adaları, Polonezya, Hindistan dağlarının bilmem neresi, yani kaybolmuş yerler. Afrika’da yamyamların içinde röportaj yapan bir objektifim. Ben böyle küçük şeylerle uğraşmıyorum artık. Büyük dergilerin içinde çıkıyor benim röportajlarım, Türkiye’de de bir kısmı çıkıyor. Arasıra kitaplarda falan… Zaten röportajcılık da belge niteliğinde olan fotoğraf tarzıdır. Röportaj ancak realist tarzda olabilir. Orada sanatın pek yeri yoktur. Sanat, insanın görüşü varsa, gözü varsa, ona göre bir anlam verir. Ama sanat yapacağım diye de gerçeğin dışına çıkamaz. Benim anladığım fotoğrafçılık realisttir.
Güney: Siz dünyaca tanınan bir sanatçısınız, ününüz birçok ülkede yayılmış durumda, sadece Türkiye’de değil… Sergileriniz ve uluslararası alanda aldığınız ödüllerden bahseder misiniz? Ödüle bakışınız nasıl?
Ara Güler: Ben hayatımda ödülden nefret ederim. Ben hiçbir ödül de almadım. Ama bir takım kuruluşlar, gerek yurtdışında, gerekse içeride, birtakım ödüller dağıtıyorlar. Bazıları da bana isabet ediyor. Örneğin “Master Of Leica” seçilmem gibi, yılın gazetecisi seçilmem gibi. Anladın mı? Benim için verseler de bir, vermeseler de. Onlar verse de vermese de ben aynı işi nasıl olsa yapacağım. Bu demektir ki onlar birşey buluyorlar, veriyorlar. Yani mühim değil. Benim çok sergilerim oluyor.
Güney: Sohbet içerisinde Yılmaz Güney’in bir dostu olarak onu sevdiğinizi söylemiştiniz. Onunla ilgili anılarınızı bize biraz anlatabilir misiniz?
Ara Güler: Ben Yılmaz Güney’i tanırdım ve Yılmaz Güney’i severim, bayağı da hoşuma giderdi. Bir gün geldi oraya, konuşma yaptılar çocuklar onunla. Hüseyin Baş, Onat Kutlar falan, ben de ordaydım, makinemi çıkardım, onun bir sürü resmini çektim. Ansiklopedilerde çıkan resimler hep o gün çektiğim resimlerdir. Çok daha fazla resimlerini çekmek isterdim ama işte olmadı. Yani çok daha güzel resimlerini çekebilirdim aslında.
Güney: Yılmaz Güney’in Sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ara Güler: Tabii ki yolu doğru bir yoldu. Sinemasının yolu doğru bir yoldu. Doğru bir yerdeydi ve sineması da iyiydi. Bazı filmlerinde çok uzun sahneler var, montaj sorunu, tabii düzeltilebilir, bunlar çok önemli değil. Ben de montajda uzun müddet çalıştığım için bunları biliyorum. İnsan bir sürü emek verdiği şeyi atamıyor. Ben de şimdi fotoğraf çekerken bir sürü şeyi atamıyorum. Atabilmelidir ama çok çalışmış, çok emek sarfetmiş, atamıyor, harcayamıyor. Ben de fotoğraflarımı atamıyorum ama biraz gerçekçi olup sanki benim değilmiş gibi gayet gaddar bir şekilde 500 resmi yirmiye indirebilirim. Bunu yapamıyorum.
Güney: Emeğinizi çöpe atmış gibi olursunuz değil mi?
Ara Güler: Tabii. Sinemada bilhassa bu daha da zordur. Bir saniyenin bile çok önemi vardır.
Güney: Yılmaz Güney filmlerinin içeriği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ara Güler: Çok doğruydu. Mesela “Yol” müthiş harika bir filmdi.
Güney: Şu anda hangi gazete veya dergilerde çalışıyorsunuz?
Ara Güler: Stern, Time ve Life…
Güney: Resimleriniz hâlâ bu dergilerde yayınlanıyor mu?
Ara Güler: Tabii, tabii… Hem onlar isterler, hem ben teklif ederim…
Güney: Türkiye’de üstüste yaşanan depremler ve bunların yolaçtığı büyük felaketlerin resimlerini de çektiniz mi?
Ara Güler: Ben depremde yoktum. Gitmek de istemedim doğrusu. O kadar çok deprem felaketi çektim ki hayatımda, en çok korktuğum şeylerden biridir. Ben endişelerin adamıyım. Yamyamların arasından geliyorum. Ama zelzele dedin mi, elim ayağım tutmuyor. Çünkü Varto zelzelesinde, ondan sonra Gediz zelzelesinde, ondan sonra Adapazarı’nın ilk zelzelesinde, oralarda çok perişanlık yaşadım, buğday çuvalının üzerinde yerde yatıyordum, öyle bir salladı ki yerden sıcak sular fışkırıyordu. Varto’da hiçbir şey kalmamıştı, tüm herşey yıkılmıştı, direkler kalmıştı. Deprem olduğunda oradan oraya koşuyorduk. O sahneler geliyor aklıma.
Güney: Hayatınızda en önemli anlar hangileriydi?
Ara Güler: Picasso’yla röportaj yapıyorum, onun yanına gidilemez, imkanı yok. Winston Churchill’le röportaj yapıyorum, ondan sonra gidiyorum Bertrand Russel’le konuşuyorum… İşte bunun gibi büyük olaylar var hayatımda…
Güney: Fotoğrafçılık sizin için bir tutku mu, yoksa sadece bir iş mi?
Ara Güler: Hem tutku, hem iş. Bir insan gazetecilik mikrobuna yakalanmışsa başka hiçbir iş yapamaz. Ne bankacı olmak ister, ne milyoner olmak ister… Gazeteciler sıradan insanlara biraz yukarıdan bakarlar.
Güney: Neden öyle?
Ara Güler: Öyledir işte. Bir telefon açar, başbakanla görüşmek istiyorum der, gider başbakanla görüşür. Normal insan bunu yapabilir mi?
Güney: Bu, gazetecilere sıradan insanlara yukarıdan bakma hakkı mı verir?
Ara Güler: Onlar yukarıdan bakarlar abi, öyledir işte.
Güney: Yeni fotoğrafa başlamak isteyen gençlere vermek istediğiniz öğütler var mı?
Ara Güler: Evet. İlkönce ne için fotoğraf çekmek istiyorlar, bunu iyi düşünmeleri lazım. Ruhunu ona katması lazım. Ona bir mana vermedikten sonra, bakana birşey anlatmayacaksa, boşuna milletin vaktini almasın. İnsanın bir diyeceği olması lazım. Diğeceğin yoksa, o zaman hiç zahmet etme, insanların zamanını da alma. Biz foto muhabirleri –aslında dokümanter filmciler de öyledir–, kendi devrimizin görsel tarihini yazıyoruz. Amerika’daki oradakini yazıyor, Japonya’daki oradakini yazıyor vs. Böylelikle dünyanın görsel arşivi yazılmaktadır. Üstelik de fotoğraf yalan konuşmayan bir araçtır. Eğer Almanlar bilmem kaç milyon Yahudi’yi öldürdüyse, bunun resmi vardır.
Güney: Diğer taraftan gerçekleri çarpıtan, yalan söyleyen fotoğraflar da yok mudur?
Ara Güler: Dünyada belki 50 bin, 100 bin, bilemedin yarım milyon fotoğrafçı var ama bana sorarsan gerçekte 10-15 tane fotoğrafçı var dünyada.
Güney: Sizce Türkiye’de fotoğrafa gereken önem veriliyor mu?
Ara Güler: Verilmiyor tabi ki, ama örneğin sergiler açılıyor ve gençler arasında bomba gibi çocuklar var. Ama ona iş verecek olan adam onları keşfedemez.
Güney: Siz öğretmenlik yapıyor musunuz?
Ara Güler: Beni üniversitede hoca yaptılar, bir gün gittim, bir daha da gitmedim. “Beni derhal kovun!” dedim, “Uğraşamam!” dedim bununla.
Güney: Zaman açısından mı?
Ara Güler: Burada oturuyorum ama bir hafta sonra ne olacak ben de bilmiyorum. Burada dururum, canım sıkılır, dank diye Mısır’a giderim, Mısır değil de daha başka yerlere giderim.
Güney: Değişik sanat dalları arasında seçme olanağınız olsa yine fotoğrafçılığı mı seçerdiniz?
Ara Güler: Tabii ki. Ama fotoğrafçılık değil, foto muhabirliği.
Güney: Neden mesela resim sanatı değil de foto muhabirliği?
Ara Güler: Çünkü bunun bir de gazetecilik tarafı var. Örneğin ben sana diyorum ki Madagaskar’da 10 bin kişi öldürüldü. Habercisi haberini yazar. Dokümantaristi dokümanter çeker, fotoğrafçısı da fotoğraf çeker. Peki bunlardan en çarpıcı olanı nedir? Bir fotoğraf hepsini anlatır.
Güney: Söyleşi için çok teşekkür ediyoruz Sayın Güler…
8 Aralık 1999