“İlk bakışta sıradan, özensiz ve aceleyle çekilmiş-basılmış bir fotoğraf.
Fotoğrafçının damgası bile ters. Fakat insanı bakmaya zorlayan bir şeyler var…’’
MEKAN;
Bir duvar önünde duran beş adam. Toptaşı cezaevinin avlusu,
( Fotoğrafın arkasına öyle not düşülmüş)
ZAMAN;
1979 yılının ilk ayları , 26 yıl önce…
KOMPOZİSYON;
Fotoğraf dikey kadraj çekilmiş. Fotoğrafı ikiye bölen karanlık ve aydınlık neredeyse diyagonal kesilmiş. Kontrastlık hakim. Ortada fotoğrafın eskiliğinden kaynaklanan kırıklar var.
Aslında fotoğrafı çekilenler Yılmaz Güney’le yanındaki kişi (Çaycı Hasan diyelim). Diğer üç kişi fotoğrafçının çekmesini ve sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Biraz ayrı durarak havalandırma saati bitmeden fotoğraf çektirebilme telaşı belki de.
Sıradanlığı bozan Yılmaz Güney’in açık renk paltosu ve gömleği. Yüzündeki sıcacık ifade , elinde tuttığu gazete/dergi ile kendinden emin bir öğretmen ciddiyetinde. Kendine güvenen, gelecekten emin ve hafif tebessümle ortamı aydınlatan bir adam Yılmaz Güney. Sanki şöyle diyor;
“Yıllar sonra beni karalamaya çalışacaklar, ama sizler en iyi yanıtı vereceksiniz.”
NURİ’lik, ABDURAMAN’lık ve ŞABAN’lık ÜSTÜNE
( Bu fotoğrafı görünce aşağıdaki bir zamanlar okuduğum anı yazısı aklıma geldi. Belki de bu fotoğrafı Kasap lakaplı berber çekmiştir diye düşündüm. Ö. Yaman)
“… Biz Yılmaz Güney’i siyasi olduğundan değil, hani erkek adam olduğu için severdik…
… Onunla konuşmak, resim çektirmek, sohbet etmek için millet can atardı. Sorunum var nasıl çözelim diye bahaneler uydururlardı.
Kasap dediğimiz bir berber arkadaş vardı. Resmi o çekerdi. Çok para kazandı. Bir arkadaş, Yılmaz Güney’le resmimi çek diye sıkıştırmış fakat bir türlü denk getirememiş.
Kasap avluda Yılmaz abiye;
– “Yahu abi birisi var başımın etini yiyor, azcık bekler misin şunu bulalım.” dedi,
– O da “ olur “ dedi beklemeye başladı.
Neyse yaka paça adamı getirdiler. Yılmaz abi bir espri yaptı ve mahkûmun çok hoşuna gitti. Sanki Yılmaz Güney mahkûmla resim çektirmek istiyormuş gibi;
– “Yahu arkadaş nerdesin? Şunun şurasında bir resim çektirelim dedik, burnun mu büyüdü?”
Gülüştük.
… Kitaplığı vardı. Daktilosu vardı çalışıyordu. Çalışıyorum diye bizimle diyaloğu kesmezdi. Kimseyi kırmazdı. İstese elini kolunu sallaya sallaya çoktan kaçardı. Eğer sonunda kaçtıysa muhakkak bir nedeni vardı. Bir anımız oldu. Karakol komutanının kadın mahkûmlara karşı yanlış bir tutumu olmuş. Mahkûmlar huzursuzlandı. Cezaevi müdürü bile bizden eylem bekledi, boykot moykot gibi. Duvarlar delinecek koğuşlar bir araya gelecek falan gibi.
Yılmaz abiylen ben bu konuyu konuşurken gardiyan geçiyordu. Gerçi gardiyan mardiyan takan yok. Bana “ Dikkat et gardiyan geçiyor” dedi. Bende “boşver geçerse geçsin “dedim.
Yılmaz abi de unutamadığım öyküyü anlattı;
“Bana bak Hüseyin, toplumda, yani bizde Nuri’lik, Abduraman’lık ve de Şaban’lık diye bir hastalık var biliyor musun?” dedi.
“Bilmiyorum” dedim.
Başladı tek tek anlatmaya;
– Nuri’lik, kendine yontmaktır. Çıkarcılıktır. Burjuvazi kendi çıkarına olan her şeyi sanki toplumun yararınaymış gibi sunar…
– Abduraman’lıksa incir çekirdeğini doldurmayacak, gereksiz gevezeliklerle vakit öldürmektir.
– … Yerli yersiz, vakitli vakitsiz konuşmakta Şaban’lığa girer..! dedi.
(Hüseyin Şen, Sarızlı 1978’ de Yılmaz Güney’le yatmış. Söyleşisinden alıntı.
Mahpus Yılmaz Güney / Hasan Kıyafet 4. Basım, İnsanca Yayınları 1989)
Özcan Yaman, ozcan@espast.com